Hayır, bu her zaman pek mümkün değil. İçinde yaşadığımız dünyada birçok bilgi ve mesaj havada uçuşuyor ve bunlardan en çok çocuklar etkileniyor. Çünkü teknolojiyi çoğunlukla yetişkinler üretiyor. Oysaki çocukların da teknolojiyi sadece kullanan kişiler değil, üreten kişiler olmaları da mümkün.
İşte bu nedenle Kadir Has Üniversitesi, Türkiye’de ilk kez Bilişim Zirvesi tarafından gerçekleştirilecek olan “Çocuklar İçin Bilişim Zirvesi” buluşmasına ev sahipliği yapıyor.
Yapılan araştırmalar çok ilginç verileri ortaya koyuyor. Türkiye’de bilgisayar kullanma yaşının ortalama olarak 8’e, cep telefonu kullanma yaşının ise 10’a düştüğü bildiriliyor. Çocuklar her gün ortalama olarak 3 saatini teknolojik aletler kullanarak geçiriyor. Çocuklar tabletleri cep telefonlarından fazla seviyor ve tabletlerini en çok oyun oynamak için kullanıyorlar.
Nasıl ki Türkiye, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı dünyaya armağan etmiş, şimdi de “Dâhiler ve Üstün Zekâlılar Günü”nü dünyaya armağan ediyoruz. Bu büyük bir gurur.
Ancak ülkemiz öyle bir hale geldi ki, kendi çocuklarının farkına varmıyor, kendi geleceğini ateşe atıyor. Ülkede birçok dâhi çocuk var, ama onlara yönelik bir eğitim yok. Üstüne üstlük kimlerin dâhi veya üstün zekâlı olduğu tespit etmek için bile pek bir çalışma yapılmıyor. Fakat bunu tespit etmek ve farkındalık sağlamak için bir dernek var. TÜZDER, yani Tüm Üstün Zekâlılar ve Dâhiler Derneği! Dernek Başkanı Tunahan Coşkun ile konuştuk.
Bize TÜZDER’den söz eder misiniz? Neyi hedefliyorsunuz?
Bir çocuğun hiperaktif olduğu nasıl anlaşılır? Hiperaktiflik nedir?
‘Hiperaktif’ sözcüğü ‘Dikkat Eksikliği/Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB)’ adı ile bilinen nörogelişimsel bozukluk tanısını almış çocuklar için yaygın kullanılan bir tür takma ad. Aslında bu terim yanıltıcıdır, çünkü her dikkat eksikliği veya hiperaktivite bozukluğu olan çocuk ‘hiperaktif’ değildir. Kaygı Bozukluğu gibi başka sorunlar olduğunda da hiperaktif davranışlar görülebilir.
DEHB’li çocuklar gereğinden fazla hareketlidirler ve davranışlarını kontrol etmekte zorlanırlar. Ancak bu tanıyı almış olmaları için dürtüsel ya da hiperaktif davranışların sadece bir kere ya da sınırlı durumlarda gözlenmesinden öte, pek çok durum ve koşulda, çocuk ve çevresi için hayatı zorlaştıracak ölçüde görülmesi gerekir. Anne-babanın aldığı önlemler, okulda sağlanan desteklere rağmen sorunlar devam ettiğinde müdahale edilecek bir durum olduğu anlaşılabilir.
Büyük bir okyanusun içinde yol alan küçücük bir takanın, kendi özgürlüğüne yüzmesi gibi… Fakat onu da itekleyen bir güç var. Rüzgâr…
Halil Cibran, Lübnan asıllı bir yazar. 19. yüzyılın tükenmeye yüz tutmuş yıllarından birinde doğmuş. Doğduğu toprakların terk edilmiş zenginliğinden çok uzaklara göçmüş. Ama dayanamamış, geri dönmüş. Doğu ile Batı arasında bir düşünce yolculuğu yapmış. Hayatını romanlarla, denemelerle, öykü ve resimlerle boyamış.
'Meczup' adlı eseri, onun gençlik yıllarının en önemli ürünlerinden biri… Öyle kısa, ama öylesine derin ki… Yeryüzünü yatay bir şekilde kaplayan okyanuslar kadar büyük değil belki, ama yeryüzünün dip noktasına doğru uzayan bir gölet gibi derin. Bazen, okuyanı nefessiz bırakıyor.
İşte 5 ebeveynden 5 soru ve Dilek Hoca'nın yanıtları...
Çocuğum okulda popüler olmak istiyor? Bunu istemesi normal mi?
Evet, gayet normal. Çünkü her genç popüler olmak ister. Öncelikle popüler olmanın onun için ne anlama geldiğini anlamamız gerekir. Fark edilmek, beğenilmek, takdir edilmek, örnek gösterilmek gibi anlamlar ifade edebilir. Eğer ergenin popüler olma çabası olumlu özellikleriyle gerçekleşmez ve fark edilemezse, bazı durumlarda olumsuz davranışlar ve yönelimlerle de ilgi çekmeye çalışabilir. Unutmamamız gereken bu dönemin bir kimlik kazanımı arayışı dönemi olduğu, popüler olma isteği, utanma geri çekilme ve çekingenlik gibi tam ters davranışlarla da kendini gösterebilir.
Çocukların oynadığı ve içinde kan, vahşet, uyuşturucu, pornografik içerik, satanizm, ırkçılık gibi içerikler olan sürüyle oyun var ve maalesef bu oyunlara dikkat bile çekilmiyor. Bizler dikkat çekmeye çalıştığımızda ise ‘komplo teorisyenliği’ ile suçlanıyoruz. Oysaki bilgisayar oyunları da bir medya aracıdır ve tarihçilerden giysi tasarımcılarına, müzisyenlerden silah tüccarlarına kadar birçok alandan kişi bu oyunlara danışmanlık yapmaktadır. Ben de “Küçük Adamlara Büyük Oyunlar” adlı kitabımda küresel çizgi film ve bilgisayar oyunlarının çocuk ve gençler üzerindeki etkilerini belgeleri ile açıklamaya çalışmıştım. Fakat Minecraft oyunu, şu an yaygın olan oyunlara bakıldığında en zararsız olanı... Oyunun felsefesi de inşa etmek üzere… Oysaki incelemeye alınan o oldu.
Hürriyet Çocuk Kulübü tablet dergisindeki çocuk yazarlarımızdan biri olan Tan Altay Kiraz da Minecraft meselesini kendi penceresinden açıkladı. Tan’ın söyledikleri dikkate değer. Bakın, bu konuda neler diyor:
Bige Diren’in Feniks Kitap’tan çıkan ‘Seni O Sanmıştım’ adlı eseri şaşırtıcı hikâyesi ile yeniden raflarda. Kitap, Sema Bozok ve Cüneyt Kordemir’in hayatlarını tuhaf bir şekilde birleştiriyor. Okuyucu da bu kitapta kendinden bir şeyler buluyor.
Kitabın başkarakteri Sema Bozok'un imrenilecek bir hayatı vardı. Başarılı, yakışıklı bir koca, herkesin hayallerini süsleyen bir iş, huzurlu bir ev… Daha ne isterdi ki insan? Ama mutluluğu uzun sürmeyecekti. Kocası Hakan'ın kardeşi Mine onları özel bir akşam yemeğine çağırdığında başına geleceklerden haberi yoktu. Asla tahmin edemezdi böyle bir şeyi… Yıllardır unutmak istediği, geçmişe gömmeye çalıştığı biri… Mine'nin sevgilisi olarak karşısında duruyordu. Sema korkuyordu. Kaybetmekten, yüzleşmekten, söylemekten…
Cüneyt Kordemir kimdi? Sema'yla ne ilgisi vardı? Mine'nin hayatına nasıl girmişti? Amacı neydi?
Bu soruların bazılarının cevaplarını biliyordu Sema. Bazılarının cevabını bilmek içinse çırpınıyordu. Fakat Cüneyt'i görmek, ona yakın olmak istediği son şeydi. Onu ailesinden de, hayatından da, hatta hafızasından da atabilseydi keşke… Fakat bunun için her şeyi anlatması, geçmişi su yüzüne çıkarması gerekirdi. Peki, böyle bir şeyi yapabilecek miydi?
Ne kadar da gençtim…
Masum ve güzeldim…
Havada hafif yağmur, beton ormanlar arasında ağaç arıyor gözlerim, bunalıyorum. Şikâyet ediyorum şehrin bu halinden, yanımda oturan ağabey anlatmaya başlıyor:
“Yıl 1970! Kars’tan İstanbul’a geldim. Yaşım 19… İlk kez şehir dışına çıkmışım, heyecanlıyım. Sirkeci trenine bindim, karşımda yaşlı bir amca oturuyordu. Şık giysilerinin altında saygın ve onurlu bir ifade ile elindeki kitabı karıştırıyordu. O esnada trenin camına ‘Paaaattt!’ diye bir taş geldi. Amca çok hayıflandı, içerledi ve “Aaahhh İstanbul, ne günlere kaldın? Tren camlarını bile taşlıyorlar. Ne hale düştün İstanbul!” dedi. Bunu 1970 yılında söyledi. 1970! O amca bu günleri de görseydi ne derdi kim bilir…”