Probiyotik nedir, neden önemlidir?
Biz vücudumuzdaki yüzbinlerce mikroorganizma ile yaşıyoruz. Bakınca onları göremiyoruz ama varlar ve canlılar. Onlardan çeşitli şekillerde faydalanıyoruz. Vücudumuzun savunma sistemini onlara borçluyuz. Bizler için yararlı olan bu bakteriler, savunma sistemimizi güçlendiriyorlar ve bizi hastalıklara karşı koruyorlar. İşte bu yararlı, canlı dost bakterilere ‘probiyotik’ diyoruz. Ancak son yıllarda karşı karşıya olduğumuz birçok sorun onların azalmasına ve bizim de yenik düşmemize sebep oldu.
Nasıl?
Günlük yaşantımız içinde biz kendiliğimizden eğlenmiyoruz veya hüzünlenmiyoruz. Eğlence, hüzün, mutluluk veya kaygı gibi duygular da aslında beraber yaşadığımız mikroorganizmalarla üretiliyor. Yeni doğan bir bebek de anne karnında, doğum sırasında veya beslenme ile bu canlı mikroorganizmaları alıyor. Eğer alamıyorsa ve vücudunda bu yararlı bakteriler yeterli değilse gelecekte birçok sorunla karşı karşıya kalıyor.
Ne gibi sorunlarla?
Vücutta yeteri kadar canlı dost bakteri yoksa o vücut yenik düşüyor. Hızlı hastalanıyor, alerji oluyor, mide ve bağırsak sorunları ortaya çıkıyor. Günümüzde antibiyotik kullanımı, hazır gıda tüketimi, anne sütü almama, sezaryen ile doğum gibi sorunlar inanılmaz derecede arttı. Tüm bu etkenler vücuttaki yararlı dost bakterilerin sayısını azaltırken, zararlı bakterilerin sayısını arttırıyor. Oysaki vücudumuzda yararlı bakteriler daha fazla olmalı. İşte bu nedenle de probiyotiklere, yanlı canlı dost bakterilere ihtiyacımız var. Probiyotikleri ilaç gibi düşünmemek gerek. Turşu, şalgam suyu, kefir, yoğurt, vb. mayalı ürünler de birer probiyotik. Ancak son yıllarda bu gıdalara eklenen katkı maddeleri içeriklerindeki probiyotik miktarını azalttı. Hâlâ faydalılar ama yeterli değiller.
Yeni doğan bebeğin ayrı odası olmalı mı?Olabilir de olmayabilir de… Ancak bir bebek dünyaya geldiğinde onun kabulünün en önemli göstergelerinden biri yatağı, odasıdır. Bebeğin alanının belirlenmesi, odasının olması bebeğin ait olma ihtiyacını karşılayan bir semboldür.
Ayrı odası olan bebek ve anne-baba arasındaki bağ nasıl olur?Bir bebek anne karnında 9 aylık gelişim ve olgunlaşma sürecinin ardından dünyaya gelir. Doğumun ardından geçen ilk üç ay ise anneye dönük, hâlâ cenin pozisyonuna yakın bir duruş ile anne bebek arasındaki güven ilişkisinin temellerinin atıldığı, kucak serüveninin en yoğun olduğu dönemdir. Yalnız bu dönemde bebeğin odası ve ayrı yatması ile ilgili ilk üç ay annenin duygu durumu bebeğe yapılacak en önemli yatırım olması sebebiyle aynı ya da ayrı odalarda yatmaları ile ilgili yönlendirme yapılmamalıdır. Üçüncü aydan sonra ise basamaklandırılarak anne bebeğini kendi odası ve kendi yatağına alıştırmalı ve sağlıklı uyku alışkanlığı için erken dönemde harekete geçmelidir.
Bu uygulama güven duygusunu zedeler mi? Emzirme dönemi ile bağlantısı nedir?Erken dönemde anne ile bebeğin uyku sırasında arasına giren mesafe güven ilişkisine zarar vermez. Doğru yönetildiği sürece! Bir bebeğin kendini güvende hissetmesi, annenin duygu durumuna, kaygısına, kendini yeterli görüp görmediğinde, eksiğe, yanlışa olan toleransında gizlidir. Davranışlar ancak duyguların ardından bir değer kazanır. Bu nedenle annenin sakin olduğu, bebeği ile doğru iletişimde olduğu, annenin kendine güvendiği ve bebeğinin kaygısını azalttığı sürece, bebeğin ihtiyacı olan doğru basamaklandırmayı uygulayarak adım adım kendi odasında, yatağında alıştırma sürecine girebilir. Emzirme döneminde ayrı odada bebeğin uyuması her ne kadar biz uzmanlar tarafından sağlıklı bulunsa da, bebeğin beslenmesi ve uyku sürecinde emzirme sakinleştirme aracı olarak kullanılabiliyor. Emzirme sakinleştirme aracı olduğunda ise sıklığı artıyor. Örneğin, anneye bağımlı ve sürekli emzirilerek uyutulan bir bebek gece saatte bir uyanır ve emmek ister. Ayrı odalardan bir annenin bunu yönetmesi doğal yorgunluğu ile zordur. Bu nedenle tercih aynı odada hatta aynı yatakta bebekle uyumak oluyor. Yalnız emzirmenin saatli olması, bebeğin anneden basamaklandırılarak ayrışması korkulanın tersine güvenli bir ilişkinin göstergesidir.
Bir bebek ancak ne zaman ayrı bir odaya sahip olabilir?Bir bebeğin doğmadan önce hazırlıkları nasıl yapılıyorsa bu hazırlıklar içine mutlaka odasını da dâhil etmelisiniz. Ayırdığınız alan bebeğe sunduğunuz imkânla bağlantılı değildir. Bebeğin size ve yaşadığı yuvaya ait hissetmesi için yatağına ya da odasına ihtiyacı vardır.
TIRNAĞINI YİYEN ÇOCUKLARI ANLAMANIN 5 YOLU
Okul dönemi çocuklarının en büyük sorunlarından biri tırnak yemek! Uzman Doktor Mehmet Yavuz bu sorunun sebeplerini şöyle açıklıyor:
- Okulda başarısız olma korkusu
Onlara ne diyeceğiz de okumalarını sağlayacağız?
- Küçük yaşlardan kitapla ilişki kurmak, görsel okumalar yapmak, okunan öyküleri birlikte canlandırmak çocuğu kitaba yakınlaştırır. Evde anne-babasını kitap, gazete okurken gören çocuk için bu alışkanlığı kazanmak daha kolaydır. Sorduğu soruların karşılıklarını kurmaca kitaplardan örneklerle anlatmak, matematik problemiyle romandaki bir sahne arasında bağ kurmak, doğada gezerken bir masal anlatmak kitaplara yönelmede etkili olabilir. Onlar artık sokaklarda değil, kurgusal oyun alanlarında, kurslarda, etkinliklerde sosyalleşiyor. Buralarda kitaplıklar olması, alışveriş merkezlerinde kitapçıya uğramak bir alışkanlık sağlayacaktır.
Kitapları nasıl çekici hale getirebiliriz?
- Çocuk kitabı yazmak çocuksu bir iş değildir. Büyüklere yazmaktan daha çok özen ve incelikli düşünce gerektirir. Çocuk gerçekliğinin sorumluluğunu duymak önemlidir. Bazı çocuklar macerayı, gerçeküstü romanları sever, bazısı da gerçek öyküleri... Kitabın dili hedeflenen yaşa göre olmalı. Yalın ve çok yönlü düşünmeyi sağlayan bir anlatım, eserin yazınsal değerini yükseltir. Kitabın kâğıdı, kapağı, iç resimleri, tasarımı ilk anda okuru çeker. ‘Kütüphane ve Okuma Kültürüne Katkı Ödülü’ aldınız. Sizi kutlarız...
- Behiç Ak ile eski aile evimizi okuma mekânına dönüştürdük. Adına ‘Ev Kütüphanesi’ dedik. Haftanın belli günleri çocuklara açıyoruz. Kitap tartışma gruplarımız var. Her ay bir kitabı enine boyuna deneyimli editörlerimiz önderliğinde tartışıyoruz. Anne-babalara yönelik kitaplarımız da bulunuyor. Onlar da bir köşede çocuk ya da yetişkin kitabı okuyorlar. Tümü ücretsiz etkinlikler... Böylesi bir oluşum ülkemizde ilk ve tekmiş. Ödül belki bu gerekçeyle verilmiştir. Başkaları da bu modeli örnek alıp yaygınlaştırırsa umudumuz çoğalacak.
İSTER YAZSIN, İSTER KARİKATÜR ÇİZSİN, İSTER FOTOĞRAF ÇEKSİN
Çocuklar, her yıl 23 Nisan günü Hürriyet Gazetesi ile birlikte armağan edilen 23 Nisan Hürriyet’i gazetesine karikatür, fotoğraf ve yazı dallarındaki eserleriyle katılabiliyor. En iyi karikatürü çizen 3 çocuğa tablet, en iyi fotoğrafı çeken 3 çocuğa dijital fotoğraf makinesi, en iyi yazıyı yazan 3 çocuğa ise dizüstü bilgisayar hediye edilecek. Çocuklardan gelecek olan çalışmaları, Hürriyet Çocuk Kulübü jürisi değerlendirecek.
BAŞVURULAR HÜRRİYET ÇOCUK KULÜBÜ'NE YAPILACAK
Çocuklar, 15 Nisan Cumartesi gününe kadar yazı, karikatür veya fotoğraf dallarındaki çalışmalarını hck@hurriyet.com.tr e-posta adresine veya 23 Nisan Hürriyeti, Hürriyet Gazetesi, 100. Yıl Mah. 2264 Sokak No:1 34204 Bağcılar-İstanbul posta adresine gönderebilecekler. Çocuklar yarışmaya 250 sözcüğü geçmeyen bir yazı, herhangi bir konuda çekilmiş fotoğraf veya karikatür alanlarında katılabilecekler. Ayrıca birden fazla kategoride de başvuru yapabilecekler.
Etrafınızdaki bütün çocuklara haber verin, onları bu eğlenceli faaliyetten mahrum bırakmayın. 23 Nisan Hürriyet'i hem onlar için çok güzel bir anı olacak hem de çalışmalarını tüm Türkiye görecek. Şimdiden herkesin Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun.
ÇOCUK GELİŞİMİNİ OLUMLU ETKİLEYEN 5 OYUN
Nedir flört şiddeti?Son yıllarda ortaya çıkan yeni bir kavram bu. Özellikle 13 – 23 yaşları arasındaki gençlerin karşı cinsle olan romantik ilişkilerinde sıklıkla karşımıza çıkan bir şiddet türü. İçerik olarak genel anlamda toplumda karşılaştığımız şiddetin aynısı aslında. Gençler arasında özellikle birbirini kısıtlamak ve kıskanmak gibi düşünülse de tipik bir şiddet ve taciz durumudur. Tıpkı tüm şiddet ve taciz olaylarında olduğu gibi sosyal, psikolojik, cinsel, fiziksel, sanal (elektronik-dijital) ve stalklama olarak bilinen takip çeşitleri bulunuyor. Çocuk ve gençler, yetişkinlerden farklı olarak bu şiddet ve taciz durumlarını beraber oldukları kişinin kendilerini aşırı sevmelerinden kaynaklanan ve doğal bir hak olarak düşünebiliyorlar. Oysaki bu hastalıklı bir durumdur ve sevginin getirileri olarak kabul edilemez.
Nasıl ortaya çıkıyor?Birbirlerinin tüm sosyal medya hesaplarını kontrol etme ve şifrelerini isteme, davranışlarını sınırlama veya yasaklama, kimlerle görüşüleceğine karar verme, aşırı öfke ve fiziksel şiddet, toplum içinde itibarsızlaştırma, tehdit etme, özel videolar ve mesajlar göndermesi için baskı ve zorlama, aile bireyleriyle görüşmelerini kontrol etme; hatta sınırlama, sürekli olarak tartışma ortamı yaratma, sözel olarak hakaret etme, aşağılama, bedene ve giyim kuşama karışma gibi pek çok olumsuz davranışı içeriyor. Şiddet ve tacizi taraflardan biri diğerine uygulayabildiği gibi her iki tarafın birbirine uygulaması da söz konusu olabiliyor. Flört şiddeti uygulayan bireylerin ilerleyen yıllarda ve evliliklerinde de şiddet uygulayan ve bunu normal gören bireylere dönüştüğünü de unutmamak gerek.
Türkiye’de durum nasıl?Ne yazık ki her 5 gençten 1’i flört şiddeti yaşıyor. Üstelik ülkemizde pek çok genç birey hâlâ ailesiyle sağlıklı iletişim kuramıyor. Oysaki aile ve birey arasındaki iletişim açık olsa, sağlıklı ilişki ve destek birçok sorunun çözümüne yol açacaktır. Özellikle ailelerin haberi olmadığında ve bireydeki ‘ya annem babam duyarsa’ korkusu hem genç bireyin bu şiddet sarmalına daha çok saplanmasına hem de şiddet uygulayan bireyin daha fazla saldırganlaşmasına neden olabiliyor.
Ne yapmalı peki?Anne babaların çocuklarının sosyal medyadaki hareketlerinden, arkadaşlarıyla olan ilişkilerinden, çocukların gittikleri yerlerden mutlaka haberdar olmaları gerekiyor. Bunu da yasaklamalarla, engellemelerle değil, yakın ilgi ve iletişimle yapmak mümkün. Çocuk ve gençlerle her açıdan karşılıklı konuşmak, onların uğrayacağı taciz veya şiddeti en başından anlayıp önlemek adına çok önemli. Belki tacizi ve şiddeti her zaman engellemek mümkün olmasa da durdurmak mümkün. Özellikle bu şiddeti yaşayan gençler için en önemli duygu, aileleri tarafından koşulsuz desteklenecekleri ve kendilerine sahip çıkacakları konusundaki güven duygusu. Bu nedenle öncelikli olarak anne babaların, yaşanan ne olursa olsun her koşulda çocuklarına destek olacakları ve her zor durumda tıpkı iyi zamanlarda olduğu gibi bir ve beraber olacakları konusunu konuşmaları ve davranışlarıyla da bunu hissettirmeleri gerekiyor. Bir şiddet durumuyla karşılaşıldığında ise, her anlamda; yasal, psikolojik ve sosyal alanlarda gerek okul yönetimi ile konuşarak, gerek hukuki süreçleri başlatarak ve gerekse psikolojik destek alarak şiddete dur demeleri son derece önemli. Özellikle son yıllarda uğradıkları şiddet nedeniyle ailelerine söyleyemedikleri ve tehdit edildikleri için korkan ve intihar eden birçok genç haberine tanık oluyoruz. Şiddet zamanında müdahale edilip durdurulmazsa, daha çok insanı etkisi altına alacak ve mücadele etmek daha zor hale gelecek.
Önce nasıl bir proje olduğundan bahsedelim isterseniz…
Üç masaldan oluşan müzikli bir oyun bu. İlk iki masalımız Ataol Behramoğlu’nun “Bir Çivinin Hikâyesi” ve “İki Kız Kardeş” adlı masalları… Üçüncü masalı ise ben seçtim. O masal da La Fontaine’in “Ağustos Böceği ve Karınca” adlı masalı. Bu masal benim çocukluğumun en güzel masallarından biriydi. O masalı sahnede anlatmak ayrıca keyifli olacak benim için. Üstelik sahnede yalnız değilim. Bir piyanistimiz var. Masallarda bana eşlik edecek olan iki tane çok değerli oyuncu arkadaşımız var. Dolayısıyla masalları sadece bir anlatı olarak sunmayacağız. Aynı zamanda işin içine klasik müziği ve gösteriyi de dâhil ediyoruz. Bu durum masalları ‘müzikli’ ve ‘oyunlu’ hale getiriyor. Bu da masalları daha eğlenceli hale getirecektir diye düşünüyorum. Bu oyunda ben masalları anlatırken, oyuncu arkadaşlarımız masalları canlandıracak ve müzik de o ruhu yansıtmaya ve oradaki duyguyu çocuklara geçirmeye çalışacaklar.
Böyle bir projede yer almak nasıl bir duygu?
Çok heyecan verici. Çünkü ilk defa bir topluluk önünde masal anlatıyorum. Daha önce çocuk oyunlarında yer aldım, ama hiç masal anlatmamıştım. Bu nedenle hem çok mutlu oldum hem de altından kalkabilecek miyim diye endişelendim. Ancak hayatta her şey bir deneyim. Çocuklara masal anlatmak, benim için de çok güzel bir deneyim olacak.
Masalların çocuklara nasıl bir katkısı var?
Masallar, çocukluğun en güzel anlatılarıdır. Düşünün ki, çocukken duyduğunuz bir masal hayatınızın geri kalanında da hep aklınızın bir yerinde kalıyor. Elbette ki teknoloji gelişiyor, yenileniyor, bir şeyler hızla değişiyor, ama masallar hep aynı kalıyor. Biz masallarla büyüdük, gelecek kuşaklar da masallarla büyüsün. Masallar geçmiş ile bugün arasında bir köprü çünkü. Üstelik masalların içeriklerine baktığımızda iyilerin hep kazandığını görürüz. Bu masalların çocuk dünyasındaki en güzel yönlerinden biridir.
Son yılların en moda deyimlerinden biri bu… Kendine hümanist diyenlerin çoğu sıkı sıkıya sarılıyor bu lafa. Oysaki içinde barındırdığı ‘güzel his’ eyleme dönüştüğünde karşılığını bulamıyor bir türlü! Yani her önüne gelen öyle ‘dünya vatandaşı’ filan olamıyor hemen!
Bu deyimde ilginç bir şey var. Kendini ‘dünya vatandaşı’ olarak tanımlayanlar daha çok Batılılarla eklemlenmek için kullanıyor bu söylemi... Yoksul bir Afrika ülkesini veya kan gölüne dönmüş Ortadoğu’yu dünya vatandaşlığının ideal noktalarından biri olarak gören yok.
Özellikle de bizim yurdumuzda…
Bir bayrak altındayız. Bu ülkenin okullarında okuduk, tarihi birikimi ve ulusal bilinci ile özgürleştik. Bu özgürlük bugün bize ‘dünya vatandaşı’ olmayı kolaylıkla söyletebiliyor. Çünkü özgürüz! Eğer özgürlüğümüzü, yani Cumhuriyetimizi yitirirsek, bu lafın hiçbir karşılığı olmayacak.
Örnek aramayalım! Irak, Somali, Libya, Suriye… Hepsi örnektir görene, duyana, bilene! Suriyeliler neden ‘dünya vatandaşı’ değil? Amerikalıların ‘özgürlük götürmek’ adına girip de bir türlü çıkmadığı Afganistan veya Irak halkı neden değil?
“Ben dünya vatandaşıyım” diye, bavulu eline alıp dünyanın bir yerine yerleşemiyorsun hemen! Üstelik çocuk olmak bile dünya vatandaşı olmaya yetmiyor. Ne çocuk hayatları son buldu Akdeniz, Ege sularında… Ne ana babalara, gençlere, yaşlılara mezar oldu ‘dünya’ suları… Avrupa kışında odun bile verilmedi onlara. Donuyorlardı. Suriyeli mültecilerden oluşan ‘dünya vatandaşları’ bir tane odun alabilmek için birbirlerini ezmişti Avrupa’nın göbeğinde! Gören, duyan, el veren olmamıştı.
Son yıllarda etnik kökenlerle konuşan, kafataslarını saymayı özgürlük sayan insanların ‘hümanist’ ve ‘özgürlükçü’ görüldüğü bir ortamda, “Çocukların ırkları yoktur, onlar sadece çocuktur” dediğimizde bile ‘dünya vatandaşı’ yapamamıştık onları! Sokulmadılar ‘medeni’ ülkelere, savaştan kaçsalar da…
Çünkü herkes kendi 'çöplüğünde' dünya vatandaşıydı. Ve çünkü sınır boylarında bırakılıyordu ‘vatandaşlık’ hakları…
Çocuklar neden marka düşkünü?
Anne ve baba marka düşkünü de ondan. Her konuda olduğu gibi bu konuda da çocuklar, ebeveynlerinin peşinden gidiyor. Evdeki sohbetlerden etkilenen çocuk, sokakta da bunu uygulamaya başlıyor. Anne en iyi marka perdeden koltuktan söz ediyor, baba ise saatinden ceketinden... Çocuk da arkadaşlarında görüyor, özeniyor, istiyor. Sonrası ise marka bağımlılığı… Hâlbuki çocuk ilk aşamada markanın ne olduğunu bilmez. Ona sunulanı, sunulduğu şekliyle algılar.
Bu durum nelere sebep olur peki?
Yapılan araştırmalara göre marka bağımlılığı 3-5 yaş aralığındaki çocuklara kadar düştü. Bu durum oldukça ciddiyetle ele alınmalı. Çünkü oyunla, hayvan sevgisiyle, doğa sevgisiyle meşgul olması gereken çocuk ‘marka sevgisi’ ile tanıştırıldı. Bu durum gelecekte tüketim ve bencilliği doğurur. Marka, çocuğa çok özel bir olgu gibi sunulduğu için çocuk buna sahip olduğunda kendini sanal bir ‘özel olma’ hali içinde bulur. Çocuk kendini diğerlerinden ayrıcalıklı ve üstün zannetmeye başlar. Buna, marka bir nesneye sahip olmayan çocukları küçümsemek, aşağı görmek eşlik eder. Bu duygu ve düşünce iyileştirilmezse yetişkinlik döneminde ‘narsisistik kişilik bozukluğuna’ neden olabilir.
Anne babalara ne öneriyorsunuz?
Önce anne ve babaları bilinçlendirmek gerekir. Yaptığımız hatayı düzeltmek biz ebeveynlere düşer. Biz değiştiğimizde çocuk da değişecektir.