Ömür Kurt

Ne emir verin ne de ricacı olun

2 Aralık 2017
Günümüz anne-babaları çocukla iletişim konusunda ikiye bölünmüş durumda. Bir kısmı aşırı ricacı diğer kısmı ise oldukça emredici! Hâlbuki ikisi de doğru değil. Sebeplerini Psikolog Serap Duygulu ile konuştuk.

Çocukla hangi tonda konuşmak lazım?Öncelikle sakin ve sevecen olmak gerekiyor. Çocuğa bir şey söylerken veya ondan bir şey isterken “Şimdi bana şunu getir!” gibi emreden bir dilden de uzak durmak gerek, “Bana şunu verir misin, çok rica ederim, haydi lütfen” gibi aşırı ricacı bir dilden de… Şimdilerde çocuklar “Ben sana istediğin şeyi getirdim, ama sen bana teşekkür etmedin” diye anne-babalarına hesap bile sorabiliyor. Oysa anne baba çocukla eş düzeyde değildir. Arada bir hiyerarşi vardır. Yani siz anne ve babaysanız, o da çocuktur. Her ne kadar biz bunu görmezden gelsek de anne ve baba evde bir otorite olmalıdır. Bunu sert olmak anlamında söylemiyorum. Sınır çizen kişiler olmak anlamında ifade ediyorum. Günümüzde çocuğa uyuması veya yemek yemesi bile rica ile söyleniyor. Bu doğru değil. Çocuk bunları yapması gerektiğini bilmeli ve yapmalı. Bunun için ricaya gerek olmamalı. Bu kadar ricacı olunduğu için bizler bugün çocukların anne babalarına hesap sorduğu bir duruma geldik. Çocuk, çocukluğunu bilmelidir. Ona sevgi ve şefkat göstererek, onunla ilgilenerek, onunla doğru bir iletişim kurarak, iyi yürekli, görevlerini bilen, etrafına saygılı ve özgüvenli çocuklar yetiştirmeliyiz. Bu nedenle emreden, çocuğu korkutan ve sindiren dilden de aşırı derecede ricacı olunan ve adeta anne babanın yalvaran konumuna geldiği bir dilden de uzak durulmalı.

Çocukla doğru iletişimin formülü nedir peki?Çocukla iyi bir iletişimin en önemli formülü onun kişiliğine hakaret etmemektir. Onu yüreklendirmek, başardığında tebrik etmek, başaramadığında “Tekrar dene, belki bu kez yapabilirsin” demek çocuğu yüreklendirir. Diyelim ki çocuk sizin yapmasını istemediğiniz bir şeyi yaptı. Fakat onu yaptı diye çocuğa hakaret etmemelisiniz. Bunun yerine “Beni hayal kırıklığına uğrattın. Şu an konuşmak istemiyorum ve çok kızgınım. Çık ve odana git!” diyebilirsiniz. Ancak “Sen ne laftan anlamaz insansın, senden hiçbir şey olmaz!” gibi umut kırıcı hakaret içeren, kıyaslama içeren cümleler kesinlikle ama kesinlikle söylenmemeli. Eğer anne ya da baba, böylesine hatalı cümleler kurarsa çocuk da yıkıcı etkilere sebep olabilir.

Okul çocuklarını zorlayan 5 konu

Okul çocukları tatilleri iple çekiyorlar. Peki, ama neden? 7-14 yaşları arasındaki çocuklara sorduk, şu yanıtları verdiler:
-- Öğretmenlerin çok ödev vermesi
-- Aynı haftaya sıkışan sınavlar

Yazının Devamını Oku

Çocuk kitaplarını denetlemek aileye düşer

25 Kasım 2017
Son günlerde bazı çocuk kitaplarındaki zararlı içerikler yüzünden bütün çocuk kitaplarının pedagog onayından geçmesi için sosyal medya kampanyaları düzenlenmeye başladı. İçeriği sakıncalı birkaç kitap yüzünden bütün kitapların denetlenme önerisinin ‘sansür’ olduğunu belirten yazar, yayıncı ve uzmanlar anne babalara çağrı yapıyor: “Çocuklarınızın okuduğu kitapları bilin, onları önce siz okuyun!”

UZMANLAR: “ÇOCUKLARI DIŞARIDAN DENETLEMEK YERİNE ELEŞTİREL BAKMAYI ÖĞRETİN!”

Psikolog Doç. Dr. Yıldız Dilek Ertürk: Çocuk için en önemli örnek anne baba davranışıdır. Kitaplardaki şiddeti denetleyen bir üst kurul olduğunu düşünelim, evdeki şiddeti kim denetleyecek peki? Bu nedenle her şeyi dışarıdan bir denetleme ile yapmak yerine çocuklara eleştirel bakmayı öğretmek gerekir. Yani dış denetim değil, iç denetim önemlidir. Her anne baba kendi çocuğunun denetiminden ve zihninden sorumludur. Çocuklar için üretilen her türlü içeriğin anne baba ve yayıncının süzgecinden geçmesi gerekir. Çocuğa neyin doğru neyin yanlış olduğunu ceza ve itaat yöntemiyle öğretmekten yana değiliz. Çocuğun inanarak, bilerek, doğru olduğunu kabul ederek öğrenmesi gerekir. Dışarıdan denetlemekle çocuğun üzerinde sadece geçici bir süre için denetim sağlamış oluruz, ama çocuk yanlış olanı yapmaya yatkınsa bir şekilde bunu yapar. Önemli olan, çocuğa neyin neden doğru, neden yanlış olduğunu öğretmektir. Bu, onun empati duygusunu geliştirir. Empatik çocuklar da demokratik ve eleştirel olur.

Bir psikoloğun, bilim insanının işi aydın olmaktır, yanlış gördüğü bir şeyi toplum gerçeğine uygun olarak söylemektir. Yapması gereken şey ‘denetim mekanizması’ olmak değil ‘hakemliktir’, görüş sunmaktır, aydınlanma sağlamaktır. Çünkü bilim tektir. Bilimin doğruları ortaktır ve genellenebilir. Bilim amaçlıdır, yöntemlidir. Ama denetim mekanizmaları kişiden kişiye, zihinden zihne değişebilir.

Şunu unutmamalıyız: Kitaplar, çocuklara hayal satar. Sonlarda hep kahramanların kazanması gerekir. Masalların amacı da başkalarının gözüyle çocukların gelişimini sağlamaktır. Masallar özgürdür, hayaller de özgür olmalıdır. Bu nedenle masalcının kim olduğu da, yaşa göre içerik üretimi de önemlidir. Hangi zihin tarafından üretildiğini bildiğimiz masalları çocuğa aktarmamız gerekir. Çocukların sonunu hayalleriyle tamamlayabilecekleri hikâyelerin onlar için yararlı olduğu unutulmamalıdır. Bu doğrultuda çocuklara sansürcü bir bakış açısından çok, eleştirel bir bakış açısı kazandırılmalıdır. Gelecekte ne istiyorsak, onu zihinlere ekmek gerekir. Bu nedenle önce anne-baba, sonra da çocuk medya okuryazarı olmalıdır.

Çocuk Gelişimi Uzmanı Prof. Dr. Haluk Yavuzer: Çocuk, kişiliğinin gelişiminde bir modelle kendini özdeşleştirir. Bu model, başlangıçta anne-baba iken zamanla yerini kitap ve film kahramanlarına bırakır. Bu açıdan kitap kahramanlarının ahlaki ve sosyal açıdan sağlıksız olması çocuğun kendini kötü bir modelle özleşleştirmesine neden olur. Bu da çocuk kitabı yazarlarının üstlendikleri görevin ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Burada önemli olan çocuk kitabının dışarıdan bir pedagog tarafından denetlenmesi yerine, çocuk kitabı yazarının pedagojiyi bilen bir kişi olarak kitabını üretmelidir. Bilim insanı sansürcü olmaz, bilimin doğruları ışığında hareket eder, bilgilerini paylaşır.

ÇOCUK KİTABI YAZARLARI: “ÇOCUK KİTAPLARI BİRER SANAT ESERİDİR!”

Mavisel Yener:

Yazının Devamını Oku

Her çocuk, kendi kitabını yazar!

18 Kasım 2017
Son aylarda art arda ‘blogger anne’ kitapları yayımlanıyor. Blog yazarları annelik deneyimlerini sosyal medya ve internet âleminin dışına taşıyarak, kitap sayfalarında da kendilerine yer açtılar. İşte onlardan biri daha: ‘Manyak Anne!’ Bu adı çılgınlıktan seçmiş ama asıl mahareti gazetecilik. Ben değil hormonlarım yaptı” diyen Şebnem Seçkiner ile buluştuk, ilk kitabı ‘Manyak Anne’yi konuştuk.

Sizce blogger annelik nedir?

Ben kendime ‘blogger anne’ değil, blog yazarı ya da gazeteci demeyi tercih ediyorum. Çünkü paylaşımlarım sadece anne olmakla ilgili değil. Kadın olmak, ilişkiler, güncel hayat... Ve bloğum da sosyal medya hesaplarım kadar aktif. Düzenli olarak yazıyorum. Türkiye’de ‘blogger’ sözcüğü farklı tanımlanıyor. Bir gerçekten de sitelerine içerik üretenler var, bir de daha çok sosyal medyada aktif olanlar, içeriği orada paylaşmayı tercih edenler. Ben hayatı paylaşıyorum. En bakımsız hallerim de sosyal medyada, en şık hallerim de. Olduğum gibiyim. Çocuğu sosyal medyada paylaşmak konusuna gelince, çocuğumu gelecekte rahatsız edecek hiçbir paylaşım yapmadım. Yaşadığı özel şeyleri de ne bloğumda yazdım, ne sosyal medyada, ne de kitabımda! Bu arada ‘Manyak Anne’ kitabım basılmadan önce defalarca eşim de okudu. Bunun sebebi ise “Acaba gelecekte kızım da okur da rahatsız olur mu?” endişesiydi. Sosyal medya paylaşımlarım da aynı şekilde… Kızım küçükken eşime sorardım “Sence bu fotoğrafı paylaşsam nasıl olur” diye. Paylaştığım fotoğraflarda kızım olsa bile, konu benim aslında. Benim düşündüklerim, yaşadıklarım… Şimdi de kızım Irmak’la birlikte karar veriyoruz fotoğraflara, bazen de beraber yazıyoruz. Çocuk fotoğrafı paylaştığınızda neyi vurguladığınız çok önemli. Bu konuda da herkesin tarzı farklı. Bu nedenle kimseye “Aaa neden böyle yapıyor” diyemem. Ancak ben kendi kızım konusunda çok hassasım.



Teknolojik dünyada sosyal medyadan saklanmak mümkün değil. Bir anne olarak ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Yazının Devamını Oku

‘Bir gün ben de doğduğum topraklara döneceğim'

15 Kasım 2017
Güney Kore’nin en ünlü yazarlarından biri olan Ahn Do-Hyun bu yıl ilk kez Türkiye’ye geldi. Güney Kore’de satış rekorları kıran ve on dört dile çevrilen Gümüş Somon’un Uzun Yolculuğu kitabı bu yıl Doğan Egmont Yayınları tarafından Türkçeye çevrildi. Türkiye’de bulunmaktan çok büyük bir mutluluk duyduğunu belirten yazarla buluştuk, kitabını, Türk ve Kore dostluğunu, yabancılaşmayı ve insanın, tıpkı somon balığı gibi doğduğu yere, yani özüne dönme çabasını konuştuk.

Bu kitabın nasıl bir macerası var?

Küçükken Küçük Prens’i okumuş ve çok etkilenmiştim. Daha sonra aynı kitabı tekrar tekrar okudum. Sanırım yirmi kez… Aslında ben bir şairim ama Küçük Prens’ten çok etkilendiğim için tıpkı öyle etkili bir kitap yazma hayalim vardı. Somon da herkesin bildiği gibi nehirde doğuyor, denizlerde büyüyor, daha sonra da doğduğu yere, nehirlere dönüyor. Onun hayatı da çok etkileyici gelmişti bana. Bu nedenle ben de somon balıklarıyla ilgili böyle bir kitap yazmak istedim.

Peki, bu kitapla ne söylemek istiyorsunuz?

Somonlar nehirden çıkıp, doğdukları yere geri dönebilmek için akıntının tersine doğru yüzerler. Akıntının tersine yüzmek büyük bir mücadele gerektirir. Ben de bu örnekten hareketle hayattaki mücadelenin öneminden bahsetmek istedim. Ayrıca öğretmen ve öğrenci ilişkilerine değinmek, doğa ile insan arasındaki ilişkinin nasıl bir düzende olması gerektiğini anlatmak ve insanların doğayı daha çok koruması gerektiği konusunda mesaj vermek istedim.

Bu kitap Güney Kore’de çok büyük bir ilgiyle karşılanmış. Türkiye’de de kitabın Türk-Kore dostluğunu pekiştireceği düşünülüyor. Siz ne diyorsunuz bu konuda?

Bu benim Türkiye’ye ilk gelişim, fakat biz hem burada hem de Kore’de iki ülkenin ‘kardeş’ olduğunu biliyoruz, duyuyoruz. Bu nedenle kitabın Türkiye’de yayımlanması benim için çok sevindirici oldu. Bu kitap şimdiye kadar 14 yabancı dile çevrildi. Türkçede yayımlanması bütün bu diller arasında benim için en sevindirici olanı oldu. Ben bu kitap vasıtasıyla iki ülke arasındaki edebi ilişkilerin artmasını umuyorum. Edebi ilişkilerin daha sağlam zeminde ilerlemesini ümit ediyorum.

Daha önce hiç bir Türk yazarın kitabını okudunuz mu?

Evet, okudum. Nazım Hikmet! Çok da etkilendim.

Yazının Devamını Oku

Çocuğunuza ‘farklı olanı sevmeyi’ öğretin

11 Kasım 2017
Günümüz çocukları yaşıtlarına karşı acımasız ve birbirlerinin eksik yönleriyle dalga geçiyorlar. Bu durum baskın karakterdeki çocuklar için şiddet eğilimine, kurban konumundaki çocuklar için ise içe kapanmaya sebep oluyor. Usta yazar Feyza Hepçilingirler, çocuklar arasındaki bu sorunların aileleriyle ilgili olduğunu söylüyor ve çözüm olarak farklı olanı kabul etmeyi içselleştirmelerini öneriyor. Yazarla buluştuk, Doğan Egmont’tan çıkan son kitapları ‘Ezber Bozan Hatice Teyze’ ve ‘Kara Kargalar ile Ak Martılar’ı konuştuk.

Farklılıkları kabul etmeyi anne babalara değil de çocuklara söylüyorsunuz. Neden?

Çocuklar daha hızlı öğreniyor da ondan. Anne babalar, çocukların birbirlerine karşı çok acımasız olduğundan şikâyetçi! Ancak bilinmesi gerekir ki, bu eğitim ile giderilebilecek bir şeydir. Biz eğitim ile biyolojik varlığımızı düzene sokarız. Hâlbuki o acımasızlık insanın doğasında var. Biz eğitim ile onu terbiye ederiz. Üstelik ne kadar terbiye edersek o kadar insan haline dönüşürüz.

Özellikle okulda farklı olan acı çeken oluyor. Bir çocuğun ayağı sakatsa, boyu çok uzunsa, kısaysa veya sesi inceyse zorbalığa uğraması kaçınılmaz! Sizce çocukların birbirlerinin eksiğini arama ihtiyacı neden kaynaklanıyor?

İnsan yaştan yaşa değişir. Çocukken kendine fren koymaz ama büyüdükçe kendini denetlemeye, frenlemeye, aklına her geleni söylememeye başlar. Bir insan çocukken “Nasıl ifade edersem karşımdaki yara almaz?” diye sormaz. Örneğin, saçları olmayan birini gördüğünde “Aaa kele bak!” der. Bu çocuğun doğasındaki dürüstlükten de kaynaklı. Çünkü büyüklerdeki sahtecilik çocuklarda yok. Büyükler saklar, ama çocuklar düşündüğünü söyler.

Ama bu durum onların da yaşamını zorlaştırıyor…

Evet. Ancak çocuklara bunu yapan da bizleriz. Aslında çocuğun gözlemlediği veya bizim ona gösterdiğimiz her davranış, onun dersler aldığı ve fikirler çıkardığı şeylerdir. Yani çocuk, büyüklerine baka baka kendini biçimlendirir. Çocuk, “Aaaa kele bak!” dediğinde ona kızarsak, onu yalana teşvik etmiş oluruz. Aile içinde de bir sorun yaşadığımızda “Bunu babana söyleme!” derken bir yandan sır tutmayı öğretmiş ama diğer yandan da yalana teşvik etmiş oluruz. “Baban gelirse görürsün!” demek bile yanlıştır. Bir korku unsuru yaratmak yanlıştır. Bu, çocuklara ikiyüzlülüğü öğretir.

Peki, kitaplarla çocuklara ne söylemek istiyorsunuz?

Yazının Devamını Oku

Okul çocukları ‘yemekte denge’yi öğreniyor

4 Kasım 2017
Günümüz çocuklarının beslenme alışkanlıkları anne-babaları çileden çıkarıyor. Anne ‘brokoli yiyeceksin’ diye diretirken, çocuk patates kızartmasından başka bir şey istemiyor. Çocuklar arasında obezitenin ve dengesiz kilo alımının arttığı bu dönemde Sabri Ülker Vakfı, Milli Eğitim Bakanlığı ile ortak bir projeye imza attı. Çocukların yemekte dengeyi öğrendiği projeyi ve çocuklara sağlıklı beslenme yollarını öğretmenin püf noktalarını Sabri Ülker Vakfı Genel Müdür Begüm Mutuş ile konuştuk.

Yemekte denge nasıl bir proje?
İlköğretim düzeyindeki öğrencilere yönelik bir proje bu. Ana mesaj olarak “Her şeyi yiyebilirsin, önemli olan dengeyi nasıl kuracağını öğrenmendir” diyoruz.  İşte bu dengeyi sağlamak için de ilkokul 1, 2, 3 ve 4. sınıflarda okutulan Hayat Bilgisi dersinde ‘yemekte denge’yi öğretiyoruz.

Peki, proje ile ne amaçlanıyor?
‘Ağaç yaşken eğilir’ gerçeğinden hareketle, çocukların fizyolojik ve psikolojik açıdan kaliteli, uzun bir yaşam sürdürmeleri için erken yaşta eğitimle dengeli beslenme ve sağlıklı yaşam alışkanlığı kazandırmayı amaçlıyoruz. Ayrıca öğretmenlerde ve ebeveynlerde farkındalık yaratarak çocukların beslenme alışkanlığında davranış değişikliği oluşturabilmek ve bu konuda kültürel bir dönüşüm başlatmayı hedefliyoruz.

Çocuklar okulda ‘yemekte denge’ ile ilgili neler öğreniyor?
Temel eğitimde öğrenim gören çocuklara dengeli beslenmenin kurallarını yasaklar olmadan, oyunlarla, yaratıcı çalışmalarla eğlendirerek öğretiyor. Yemekte denge eğitimleri sayesinde çocuklar neyi ne kadar yiyeceklerini öğrenirken bir yandan da fiziksel aktivitenin önemini kavrıyor, sağlıklı kalmak için temel hijyen kurallarını benimsiyor. Bu çerçevede şu noktaları öğreniyor:

Yazının Devamını Oku

Turkuaz rengi dünyada ilk kez kitap oldu

1 Kasım 2017
Dünyada bir milletin adıyla anılan sadece bir renk var, o da turkuaz. Bu renge adını Batılılar koymuş ve ‘Türk rengi’ demişler. Ancak yüzlerce yıldır her yerde kullanılan, yüz kırktan fazla tonu olan bu renk ile ilgili hiç kitap yazılmamış. Dünyanın ilk turkuaz kitabını Filli Boya Turkuaz kitabıyla dünya bilim literatürüne kazandırdı. Sanat tarihçisi Prof. Dr. Gül İrepoğlu’nun çok titiz çalışmasıyla hazırlanan bu kitapla birlikte bir de turkuaz tonlarını içeren renk kartelası hazırlandı. Böylece tüm dünyada turkuaz renginin birbirinden güzel tonları bilinebilecek. Çalışmayı hazırlayan İrepoğlu ile kitabı ve macerasını konuştuk.

Turkuaz kitabı yazmak nereden aklınıza geldi?

Aslında bu fikir Filli Boya’dan çıktı. Benim aklımda böyle bir araştırma yapmak yoktu. Turkuaz rengi benim de en sevdiğim renklerdendir, ama turkuaz kitabı sadece Türkiye’de değil, dünyada da bir ilk oldu. Üstelik biz bu renge sadece renk olarak bakmadık, anlam olarak da baktık.

Nasıl bir anlam? Turkuazın nasıl bir özelliği var?

Bir kere turkuazın binlerce tonu vardır. Bir uçtan bir uca dans ederek gider turkuaz tonları. Bu durum dünyadaki başka hiçbir renkte yoktur. Bu nedenle de çok özeldir turkuaz. Aynı zamanda gücü ve kudreti ifade eder. Örneğin Kanuni Sultan Süleyman’ın tahtının arkasında sadece tek bir taş durur o da turkuaz renkli taştır.

Turkuaz Türkler için ne ifade ediyor peki?

Turkuaz, ta Orta Asya’dan günümüze dek birçok mimari eserde, süslemelerde, giysilerde kullanılmış. Meselâ Osmanlı mücevherlerinde turkuaz taşına çok sık rastlanır. Bu rengin Türklerde çok kullanılması, Avrupalıların ona ‘turkuaz’ demesine sebep olmuş. Turkuaz adının ilk kullanımına ise 16. Yüzyılda rastlanıyor. Ancak turkuaz sözcüğü de tıpkı turkuaz rengi gibi birçok tondan oluşuyor. Örneğin Almanlar ‘Türkis’ diyor, İspanyollar ‘Türkeza’ diyor, İngilizler ‘Turquoise’ diyor. Yani turkuaz her zaman bir çeşitlilik arz ediyor. Biz turkuaz rengine eskiden ‘firuze’ dermişiz. Kökeni de İran’dır. ‘Turkuaz’ adını kullanmamız ise Avrupalılar sebebiyledir.

Edebi eserlerde de kullanılmış mı?

Yazının Devamını Oku

Çocukların telefonları ve gizli hayatları

28 Ekim 2017
Günümüz çocukları telefonuyla ailelerinden daha yakın. Uyandıklarında ilk önce telefonlarına bakıyorlar, uyumadan önce de son gördükleri yine telefonları… ‘Günaydın’ları da telefon ‘iyi geceler’i de… Sosyal medya ile gönül bağları var ve kopamıyorlar. Telefonlarının son model olması için ailelerine baskı yapıyorlar ve kimliklerini sosyal medya üzerinden geliştiriyorlar. Birçoğunun sosyal medya hesapları ve cep telefonları çoğu zaman yetişkinlerin onaylamadığı içeriklerle dolu. Birbirleriyle görüntülü konuşmalar yapıp, özel videoları ve fotoğrafları birbirleriyle paylaşabiliyorlar. Araları bozulduğunda ise bu içerikler bir tehdit unsuruna dönüşebiliyor. Kimi çocuklar haberleri olmadan çeşitli sosyal medya gruplarına ekleniyor ve cinsel içerikli görüntülere maruz kalabiliyor. Kimileri ise sosyal medyayı arkadaşlarının paparazziliğini yapmak için kullandığını söylüyor. Hem çocuklara hem de Psikolog Serap Duygulu’ya günümüz çocuklarının sosyal medya alışkanlıklarını sorduk. 

‘GÜN İÇİNDE EN AZ 75 KEZ SOSYAL MEDYAYA GİRİYORUM’

Sosyal medya senin için ne anlam ifade ediyor?
Aleyna B. (16 yaşında): Instagram, Snapchat, Twitter, Whatsapp kullanıyorum. Sosyal medya ile boş zamanlarımı eğlenceli hale getiriyorum. Bir gün içinde en az 75 kez sosyal medyaya giriyorum. Bildirimleri kontrol ediyorum. Arkadaşlarım nereye gitmiş, kiminle vakit geçirmiş, ne yapmış diye bakıyorum. Yani bir tür sosyal medya paparazziliği…

Sosyal medya tehlike içermiyor mu sence?
Evet, tabii ki içeriyor. Ama bu benim hayatımın bir parçası ve sosyal medyadan da kopmayı düşünmüyorum. Instagram’a kim, kiminle ne yapmış, nasıl giyinmiş diye bakıyorum. Twitter’a yeni tanıştığım birinin kelime hazinesini ve konuşma tarzını ölçmek için bakıyorum. Yani nasıl konuşuyor, argo kullanıyor mu vb. şeylere bakıyorum. Snapchat’a ise o anlık bana kim ne yollamış diye bakıyorum. Sosyal medya güzel yanları olmakla birlikte tehlikeler de barındıran bir yer. Mesela bizim okulda türbanlı bir kız sevgiliyken erkek arkadaşına çıplak bir fotoğrafını göndermişti, ayrılınca ise erkek arkadaşı onu bir tehdit unsuru olarak kullanmıştı. Snapchat’te de bir sınıf arkadaşım öğretmenimizin poposunun fotoğrafını çekip Snapchat’e atmıştı. Daha sonra bunu okul yönetimi fark etti ve bunu yapan öğrenci disipline gönderildi. 

Peki, sahte hesaplar ve gruplara eklenme konusu?
Bir şekilde telefon numaranıza sahip olan tanımadığınız biri sizi Whatsapp grubuna ekleyebiliyor. Bu gruplarda argo ve cinsellik içeren hoş olmayan konuşmalar geçiyor. Bu gruplarda karşı taraftan gönderilen fotoğraflar doğrudan cep telefonundaki galeriye kaydoluyor. Asıl sorunlardan biri de bu! Bir keresinde babama fotoğraflarımı gösterirken bu gruptan adını dahi bilmediğim bir çocuğun attığı hoş olmayan bir fotoğrafı gördük. Babama gerekli açıklamayı yapmama rağmen haklı olarak çok kızdı. ‘Fake hesap’ dediğimiz sahte hesaplar da çocuk ve gençler arasında yaygın. Birileri sizin fotoğraflarınızı kullanarak adınıza sahte hesaplar açabiliyor. Veya DM (direkt mesaj) yoluyla size hoş olmayan mesajlar gönderilebiliyor.

Yazının Devamını Oku