Ömür Kurt

Akraba evliliklerinin tehlikeli hastalığı PKU

15 Aralık 2018
Daha önce hiç ‘PKU’ diye bir hastalık duydunuz mu? Üstelik Türkiye’de çok yaygın. Hatta PKU olduğunu bilmeyenler de bir hayli fazla. Akraba evlilikleriyle, kalıtsal olarak aktarılıyor. Bu hastalıkla doğan çocuklar, eğer durum fark edilip önlem alınmazsa gelecekte zihinsel ve fiziksel engellerle karşılaşabiliyor. Konu çok ciddi ve anlaşılması da çok güç. Ancak geleceğimiz için çözmemiz gereken sorunların başında geliyor. Konuyu Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ayşegül Tokatlı ile konuştuk.

Nedir PKU?

PKU (Fenilketonüri: PhenylKetonUria = PKU olarak bilinir) kalıtsal olarak çekinik genlerle aktarılan doğumsal metabolik bir hastalıktır. Bu hastalıkla doğan çocuklar, ‘fenilalanin amino asidi’ni başka bir amino asit olan ‘tirozin’e dönüştüremezler. ‘Fenilalanin’ diğer amino asitler gibi proteinin yapıtaşlarından biridir. Fenilketonürili hastalarda besinlerle alınan ve ‘tirozin’e dönüştürülemeyen ‘fenilalanin’, kanda ve diğer dokularda birikir. Biriken ‘fenilalanin’ geri dönüşümsüz ve ilerleyici beyin hasarına neden olur. Fenilalanin hidroksilaz enzimi görevini tam yerine getiremez ise alınan fenilalanin kanda yükselir ve beyne ciddi derecede kalıcı hasar verir. Hastalıklı bireylerin ağır derecede zihinsel özürlü olmaması hastalığın erken dönemde tanımlanıp, yaşam boyu kan fenilalanin düzeyinin güvenli sınırın altında tutulmasıyla sağlanabilir.Nasıl yani? Söyledikleriniz çok fazla akademik terim içeriyor. Hepimiz için anlaşılması güç…
PKU hastaları, çoğunlukla aralarında kan bağı olan insanların birbiriyle evlenmesi sonucunda doğan çocuklarda görülüyor. Yani akraba evliliklerinde… Bu nedenle kan bağı olan kişiler arasında asla evlilik yapılmamalı!

Eyvah! Türkiye’de akraba evliliği çok yaygın…

Öyle… Türkiye’de her yıl yaklaşık olarak 1.300.000 bebek dünyaya geliyor. Doğan her 6.000-6.500 bebekten biri fenilketonüri (PKU) ile doğuyor. Hastalığın ülkemizde yüksek sıklıkta izlenmesinin temel nedeni akraba evlilikleridir. Anne ve babanın taşıyıcı olması halinde bu çiftin her çocuğunda hasta olma riski %25, taşıyıcı olma ihtimali %50, tam sağlıklı olma olasılığı ise % 25’dir. Akraba evlilikleri hasta bireylerin doğmasına yol açtığı gibi toplumda taşıyıcılık sıklığını da arttırıyor.

Anne babalar çocuklarının PKU hastası olup olmadığını nasıl anlayacaklar peki?

Erken tanı, hastalığın her yeni doğan bebekte aranmasıyla mümkündür. Tarama testi, bebek doğup da 24-48 saat anne sütüyle beslendikten sonra bebeğin topuğundan, özel bir kâğıda alınacak birkaç damla kan örneğinde yapılır. Bu hastalığın yeni doğan tarama testiyle erken tanı ve tedavisi mümkündür. Hasta olduğu saptanan bebeğin yaşam boyu protein alımı kısıtlanmalı. Tarama yapılmayan, hasta olduğu belirlenemeyen ve sağlıklı bebekler gibi beslenen çocuk kendi öz bakımını yapamayacak kadar ağır zihinsel özürlü olacaktır. Erken tanımlanmış bile olsa eğer diyet tedavisini iyi uygulamazlarsa, proteinli besinlerle vücuda giren fenilalanin kanda artar ve diyet tedavisinin aksadığı oranda oluşacak beynin geri dönüşümsüz hasarı, zihinsel gelişimi bozar.

PKU hastaları hangi besinlerden uzak duracaklar?

Yazının Devamını Oku

Fakir Baykurt’un özyaşam öyküsü yayımlandı

12 Aralık 2018
Köy Enstitüleri, tarihimizin en önemli eğitim yuvalarının başında geliyordu. Kısacık ömrüne rağmen onlarca yazar, şair, öğretmen, bilim insanı, aydın yetiştirdi. O aydınlardan biri hiç kuşkusuz ki Fakir Baykurt’tu. Yazıları kitap oldu, kitapları filme çekildi. Peki, ama bu büyük yazarın nasıl bir yaşamı vardı? Yazarın kızı Işık Baykurt’la buluştuk, Fakir Baykurt’un özyaşam öyküsünü konuştuk.

Nasıl biriydi Fakir Baykurt?

Sakin bir insandı. Sesi yükselmezdi hiç. Çok çalışkandı. Sabah herkesten önce kalkar, yazar, çizer, okurdu. Düzenli olarak günlük tutardı. O gün neler yaşadığını akşam mutlaka yazardı. Akşam olmasa bile ertesi gün yazardı. Şimdi sayfalar dolusu günlükleri var evde. O günlükleri bir araya getirip özyaşamını yazdı sonra. Özyaşam öyküsünün ilk iki cildini sağlığında görebildi, ama devamı gelmedi. Ancak şimdi Literatür Yayınları, yedi ayrı kitap olarak tamamını yayımladı.

Neler var özyaşam serisinde?

Bütün hayatı var… Doğduğu Anadolu ortamını, Köy Enstitüsü yıllarını, öğretmenliğini, Almanya’ya gitmek zorunda kalışını, dostlarını her şeyi anlatıyor. Somut şeylere dayanıyor özyaşam. O bütün hayatın içinde bizler de varız. Örneğin ben de anımsamadığım veya bilemediğim pek çok şeyi özyaşamı okudukça öğrendim. Babamın edebi yönünü ve bütün hayatını şekillendiren şey Köy Enstitüleri’ydi. Enstitüler, babamda var olan okuma merakını daha da geliştirdi. Orada onun okuma sevgisinin yoğunluğunu gören öğretmeni Ali İhsan Bey’in babamı kütüphane sorumlusu yapmış. Böylece herkesten fazla okuyabilmiş babam.

Zor bir hayat yaşadığını biliyoruz… Alkışlandı, yuhalandı, arkasına polisler takıldı, izlendi, yargılandı, beraat etti. Çok yoğun ve zor bir hayat…

Evet. Bir takım şeyleri kendi kendine yapmak zorunda kaldı. Çocukluğundan başlıyor zorluklar… Örneğin Köy Enstitüsü’ne gittiğinde babaannem “Oraya gidiyorsun, ama mezun olmadan dönmek yok! Burayı bitireceksin!” demiş. Köy Enstitüleri onun için kurtuluş! Annesi de böyle görüyor kendisi de... Okumaktan başka çaresi yokmuş. Zaten çok meraklı bir çocukmuş. Okumaktan, araştırmaktan hiç vazgeçmemiş. Bu özelliğini daima sürdürdü. Yazdığı hiçbir şeyi bilgiye dayandırmadan yazmadı.

Hiç umutsuzluğa düştüğü oldu mu peki?

Yazının Devamını Oku

Mutsuz çocuklar, mutsuz yetişkinler olur

8 Aralık 2018
İş Sanat’ın sevilen oyun serisi ‘Evvel Zaman Dışından Masallar’ bu kez Yekta Kopan’ın ‘Orman Lokantası’ adlı oyunuyla sahnede. 2018’in son oyunu yarın sahnelenecek. Biz de bu vesileyle oyunun yazarı Yekta Kopan ve anlatıcısı Sevinç Erbulak’la bir araya geldik, hem oyunu, hem masalları hem de çocukların dünyasını konuştuk.

Nereden çıktı ‘Orman Lokantası’ fikri?

Yekta Kopan: İş Sanat’tan çıktı. ‘Evvel Zaman Dışından Masallar’ serisi için yeni bir oyun yazmamı istediler. Hansel ile Gretel çocukluğumdan beri çok ilgimi çeken masallardan biridir, çünkü çok korkunçtur. Belki de hepimizi büyüten masalların çoğu bizi içten içe korkutmuştur. O masalların bugün şiddet dilinden arındırılmış hali nasıl olur, diye hep düşünürdüm. İş Sanat’ın önerisi bana bu fırsatı verdi ve ben de ‘Orman Lokantası’nı yazdım.

Peki, sizin masalınızda iyilik-kötülük gibi kavramlar yok mu?

Yekta Kopan: Elbette var. Çünkü dünyada iyilik de var kötülük de var. Elbette çocuklar için tozpembe bir dünya sunmuyoruz. Çocuklar iyilik ve olumsuzluklardan haberdar olacaklar ki, bunlara karşı nasıl tavır almaları gerektiğini bilsinler. Ancak oyunumuzda şiddet, öfke, nefret, ötekileştirme gibi kavramlar yok. Geleneksel masalların özünde olan kötülüklerden arındırılmış durumda bizim masalımız. Açıkçası neşeli, bugüne ait ve oldukça da komik.

Hansel ile Gretel oyunda nasıl yer alıyor?

Yekta Kopan: ‘Orman Lokantası’ masalı Hansel ile Gretel’den çıktı. Biz bu masalın geleneksel kısmını büyüklere, güncellenmiş ve eğlenceli kısmını da bugünün çocuklarına hazırladık. Anne babalar, Hansel ve Gretel’i bildikleri için geliyorlar ama çocuklar kendi devirlerinin, kendi günlerinin Hansel ve Gretel’ini görüyorlar. Dolayısıyla büyüklerin ağzına bir parmak bal çalıyoruz, çocuklara da sonsuz bir dünya sunmak istiyoruz.

Yazının Devamını Oku

Bebek arabası terörü

5 Aralık 2018
Modern toplum hayatında insanlar bazı konularda duyarlılık kazanırken, bazı duyarlılıklarını da yitiriyor. Tüketim kültürü toplumun katmanlarına yerleştikçe, bireylerin birbirine saygısı da hoşgörüsü de azalıyor.

Toplum duyarlılıkları ‘üretim-tüketim’ dengesiyle ilişkilidir. Üretici toplumlarda duyarlılıklar yüksektir, tüketici toplumlarda ise oldukça az! Bunu bize dünya tarihi yeterince kanıtlıyor. Söz gelimi ağaç diken, fidanlar büyüten bir insanın onları kesmesi mümkün değildir; ama hayatında hiç ağaç dikmemiş, onu sulamamış biri onları gözünü bile kırpmadan kesebilir.

Sosyal medya ve cep telefonları iletişim ağımızı genişletti, ama iletişimimiz azaldı. Her gün için bir ‘küresel gün’ ilan edenler, sosyal medya konularını toplumun önüne fırlattı. Geniş kitleler o günleri ‘kopyala yapıştır’ mantığıyla bir dakikalığına paylaşıp ‘duyarlılık’ gösterse de ikinci dakikadan itibaren o duyarlılıkların buhar olup uçtuğunu da üzüntüyle gözlemliyoruz. İçten gelen hassasiyetlerle göstermelik olanlar yer değiştiriverdi. Sosyal medyada herkes çok ‘hassas’ peki ama sokakta neden değil?

Son yıllarda ülkemizde hızla yaygınlaşan bir ‘terör’ biçimi var. Dünyada ‘bebek arabası terörü’ olarak tanımlanan şiddet türü, ülkemizde oldukça yaygın. ‘Bebek’ ve ‘terör’ sözleri nasıl böylesine kolayca yan yana gelebilir, diye düşünebilirsiniz. Hakikaten korkunç, ama gerçek! Çünkü anneliğin bir ‘meslek’ gibi görüldüğü, bebek arabasına sahip olanın kendini ‘üstün’ gördüğü bu ortamda toplumsal şiddet de derinleşiyor. Toplu taşıma araçlarında hasta, yaşlı, gazi ve hamileler için ayrılan koltukları işgal edenlerle, bebek arabasını yayaların üzerine sürenler arasında gizli bir ‘şiddet rekabeti’ var adeta. Kamuya açık alanlarda insanların birbirlerine ‘üstünlüklerini’ göstermeye çalıştığı bir topluma dönüştük. Yolda, trafikte, asansörde, hatta kutsal yerlerde bile birbirini itekleyen insanlar var.

Hiçbir birey ötekinden üstün değildir, olamaz! “Ben geliyorum kenara çekil” edasıyla içinde bebeği olan arabasını kalabalıkların üzerine süren anne babalar neyin eseri? Karşısındakine saygı göstermeyen, kendine nasıl saygı bekleyebilir?

Bu gidiş iyi değil! Üretim toplumu olalım…

 

Yazının Devamını Oku

İnsan eğitimin değil, eğitim insanın hizmetinde olmalı

1 Aralık 2018
Psikolog Doğan Cüceloğlu bu kez öğretmenlerin içindeki gizil gücü ortaya çıkarmak için yazdı. “Öğretmenim bir bakar mısın?” kitabı öğretmenliğe salt bir bilgi meselesi olarak bakmıyor, öğretmenliğin bir varoluş konusu olduğunu ifade ediyor. Cüceloğlu’yla buluştuk hem yeni kitabını hem de günümüz eğitimini konuştuk.

Öğretmenlere kitap yazma fikri nasıl ortaya çıktı?

Öğretmenlerimiz gizil bir güce sahipler, ama bunun farkında değiller. Öğretmenin gizil bir gücü vardır. O gizil gücün farkına varırsa, öğrenciye de öğrenci olarak bakmaktan çıkar ve onu bir evren, bir potansiyel olarak görür. Gizil güç fırsat verildiği zaman ortaya çıkar, fırsat verilmezse hiç yokmuş gibi farkına varılmadan çeker gider. Gizil güç ipuçları verir, her çocuğun farklı özelliklerini yakalar. Meselâ bir çocuğa bakarsın, üç yaşında ama topu öyle bir ele alışı vardır ki, onda spor kabiliyeti olduğunu görür bir öğretmen. Bir başka çocuğun sesini iyi kullanabildiğini görür, yönlendirir. Çünkü öğretmenlik bir bilgi meselesi değildir. Öğretmenlik bir varoluş meselesidir, bir niyet keşfetme meselesidir.

Peki, ya çocuklar?

Her insan soru sorma potansiyeline sahip olarak, merakla doğuyor. Bir merakı giderildiğinde merak ettiği yeni bir şeyi araştırmaya başlıyor. Yani yaşamın doğasını keşfetmek için bir yolculuğa çıkıyor. Biz onun doğuştan gelen bu özelliklerini açığa çıkartarak, o potansiyele destek olmalıyız. Her çocuk ayrı bir potansiyeldir. Bu nedenle öğretmen kalıplayan değil, geliştiren bir tutum içinde olmalıdır.

Kitapta ‘gelişim’ ve ‘denetim’ odaklı iki ayrı kültürden söz ediyorsunuz…

Denetim odaklı korku kültüründe, eğer öğretmen geçmişin etkisi altındaysa çocukları notla korkutur, ödevle korkutur, “Eğer derslerini yapmazsan seni ailene şikâyet ederim” der. Bu, tehditle onun davranışını biçimlendirmeye çalışan korku odaklı bir yaklaşımdır. Oysaki gelişim odaklı değerler kültüründe çocuğun gizil gücünü hissetmek, ona yatırım yapmak vardır. Eğer öğrencinin aklı, varoluşu gerçekleşirse çocuk ona uygun davranışı zaten yapar. Böylece başkasının gözünde hesap veren biri olmaktan ziyade, kendi gözünde hesap veren bir insan olur. Yanında hiç kimse olmasa bile, doğru olanı yapmaya başlar, güvenilen insan olur. Güvenilen insanlardan oluşan toplumun müthiş bir sermayesi vardır. Buradaki temel konu hangi temelleri atacağımızdır.

Yazının Devamını Oku

Merdiven altı yayınevlerinden uzak durun

24 Kasım 2018
Son zamanlarda çocuk kitaplarıyla ilgili çok fazla şikâyet duyuyoruz. Kitapların denetlenmesini isteyenlerden tutun da çocuk kitaplarının yasaklanmasını talep edenlere kadar pek çok fayda sağlamayan öneri havada uçuşuyor. Anne babalar “Ne yapacağız?” diye soruyor. Aslında çözüm çok kolay…

Çocuk kitabı yayınlarındaki inanılmaz artış, iyiyi ve kötüyü de beraberinde getirdi. Çocuk edebiyatına gönül vermiş yazarların kitaplarına bakıyoruz, çok çok güzeller. Üzerinde ciddi çalışmalar yapılmış, dikkatle incelenmiş, resimlenmiş, bir kurgu temeline dayanan, birer çıkış noktası olan, mesajlar içeren ve çocuğu hep daha iyiye ve daha doğruya yönlendiren çok değerli eserler… Buna karşın son derece özensiz kitaplar da çıkıyor. Bunda çocuk edebiyatına ‘sektör’ gibi bakılmasının payı büyük! Ne acıdır ki özellikle bazı yayınevleri, sosyal medya hesaplarında bol takipçisi olan kişilere çocuk kitabı ısmarlamaya başladı. ‘Wattpad’ uygulamasında yazan bazı blog yazarlarına kitap çıkarmak ‘moda’ oldu. Blogger anneler de bir anda ‘çocuk kitabı yazarı’ymış gibi peşi sıra kitaplar yayımlar hale geldi. Genellemeler elbette ki yanlış. Gönlünü edebiyata vermiş isimler de olabilir. Ancak hiçbir edebi değeri olmayan, sırf bir şey yapmış olmak adına kitaplar yayımlayan birileri var artık. Bu yaklaşım iyi niyetli bir yaklaşım değil.

Çocuk kitabı yazarlığı ‘sözcük işçiliği’ ister. Metin üzerine düşünmeyi, iyi bir editör ve ekip çalışmasını, kâğıt kalitesinden resimlere kadar her şeyin planlanmasını gerektirir. Kurgu gerektirir, hassasiyet gerektirir. Tek bir sözcük üzerinde bile ince ince düşünmeyi zorunlu kılar! Kolaycılığa izin vermez, gelişigüzel olamaz! Çocuk kitaplarındaki tehlikeli içeriklerin yer aldığı kitaplara baktığımızda ise arkasında bu özelliklere sahip olmayan, adını daha önce duymadığımız, apar topar üretim yapan merdiven altı yayınevlerinin olduğunu görürüz. Bu nedenle anne babalar ve öğretmenler, merdiven altı yayınevlerinden uzak durmalı. Ayrıca kitaplara eleştirel bakmayı da öğrenmeliyiz. Bazı kitaplar kimi aileler için ‘iyi’ bazılarıysa ‘kötü’ olabilir. Bizim kitaplardaki çıkış noktamız, çocuk masumiyetine zarar vermemesi olmalıdır.

Unutmayalım ki edebiyat bir ‘geleceğe kalma’ meselesidir. Metinleri özensiz, edebi nitelik taşımayan, çocuğu anlamayan ve ona seslenmeyen, son derece kötü çizimleri olan pek çok kitap çıksa da iyi olan eserler kalacak, diğerleri unutup gidecek. 

HADİ ANNE GİDELİM

Sağlıklı beslenmenin püf noktaları

‘LC Waikiki Aile Buluşmaları’ devam ediyor. Yedinci durağımız Eskişehir! Bu kez Uzman Diyetisyen Zeynep Köse Çapay ve LC Waikiki Kurumsal İletişim ve Reklam Müdürü Sevda Malkoç konuklarımız olacak. Anne, bebek ve çocuklarda sağlıklı beslenmenin püf noktalarını konuşacağımız söyleşi sonrasında herkese ‘200 Adımda Çocuk Yetiştirme Rehberi’ kitabımızı armağan edeceğiz. Ayrıca 50 şanslı kişiyi de LC Waikiki’den 50 TL’lik hediye çeki bekliyor. Tüm Eskişehirlileri ‘aile buluşmamıza’ bekliyoruz.

Yer: Eskişehir-Taşbaşı Kültür Merkezi

Yazının Devamını Oku

Benim sesim benim toplumum

17 Kasım 2018
Toplumsal önyargılarımız var. Bedensel veya zihinsel bir engeli olana ‘acıma’ hissiyle yaklaşıyoruz, üstelik bunu karşımızdakine de hissettiriyoruz. Halden anlayanlarımız pek az! Bu durum öylesine büyük bir iç isyana dönüştü ki, toplumumuzda yer alan Down sendromlu bireyler “Ben olmadan benim hakkımda asla!” dediler. Yani, “Benim hakkımda konuşma ve kendi kendine karar verme. Beni dinle!”

Türkiye’deki Down sendromlu bireyler de herkes gibi yaşadıkları çevre içinde yaşamlarıyla ilgili söz sahibi olmak istiyorlar. Çalışmak, üretime katılmak ve varlıklarını ‘acınma duygusu’ olmadan ifade etmek istiyorlar. Bu haklı talep için Down Sendromu derneği, Sabancı Vakfı Hibe Programı’yla ‘Benim Sesim Benim Toplumum’ adlı bir projeyi hayata geçirdi. Amaç, toplumdaki önyargıları kırmak!

Toplumumuzun her bir bireyi bu konuda duyarlı olmalı, halden anlamalı ve her bireyin hakkını teslim etmeli… Dünya ileri doğru giderken, bizler toplumumuzu oluşturan herkese söz hakkı verebilmeliyiz. Sorunu yaşayanlar hakkında kendi kendimize karar vermek yerine, sorunu yaşayanla birlikte çözüm üretebilmeliyiz. Çünkü bizi geleceğe taşıyacak olan budur.

Bedensel güce değil, düşüncenin gücüne güvenelim.

DİSLEKSİ NEDİR?

Çocuğunuz disleksi sorunu yaşıyorsa korkmayın. Bu, onun gelişemeyeceği anlamına gelmez. Sebeplerini Dr. Bahar Eriş açıklıyor…

<iframe src='//www.hurriyet.com.tr/video/embed/?vid=40955319&resizable=1&autostart=scroll&playsinline=true&v_utm_source=haber_detay' width='580' height='326' frameborder='0' scrolling='no' allow='autoplay; fullscreen' allowfullscreen></iframe>

HADİ ANNE GİDELİM

TÜYAP Kitap Fuarı’nda buluşalım

Yazının Devamını Oku

Ctrl+Z mucizesi

14 Kasım 2018
Duygu tasarımcılığı, yapay organ imalatçılığı, robot veterinerliği… Hayır, bunlar bir bilimkurgu filminden alıntılar değil. 20 yıl sonra, çocuğunuzun seçeceği mesleklerden sadece birkaçı. Peki, ama çocuklar bu meslekleri nasıl öğrenecekler de yapacaklar? Elbette ki kodlamayla… Dünyanın pek çok ülkesinde kodlama devlet okullarında öğretilmeye başlandı bile. Konuyu Prof. Dr. Selçuk Özdemir’le konuştuk.

Siz ‘Ctrl+Z mucizesi’ adlı bir kavramdan söz ediyorsunuz. Nedir bu?

Bugün bilgisayarlarımızda ve mobil cihazlarımızda çok uçuk yazılımlar kullanıyoruz. Sosyal medyadan, mobil bankacılık teknolojilerine; alışveriş uygulamalarından, sürücüsüz araba veya insansız hava araçlarına; navigasyondan simülasyon ve animasyonlara kadar küçük dilimizi yuttuğumuz, “Bunu yapanlar ne kadar zeki insanlardır” diye iç geçirdiğimiz yazılımlar, aynı zamanda diğer bütün sektörlerde de işleri çok daha kolay, ucuz ve hızlı yapma yollarının açılmasını sağlıyor. Bugün dünyanın en zengin 20 insanının neredeyse yarısı bilgisayar dünyasının donanımdan çok özellikle yazılım boyutunda yer alıyorlar. Peki, gerçekten bu yazılımları filmlerde gördüğümüz gibi kalın gözlüklü süper zeki insanlar mı geliştiriyorlar? Emin olun o insanların zekâ ortalaması ülkemizdeki herhangi bir üniversitedeki öğrencilerin zekâ ortalamasından daha yüksek değil! Farkı yaratan işlerine odaklanan, sebatla, azimle, hata yapmaktan korkmadan ama hatalarından ders çıkararak çok çalışan insanlar olmaları... Bu insanların hata yapmaktan korkmamalarının nedeni nedir biliyor musunuz? Bilgisayar dünyasının ‘affedici olması’, yani Ctrl+Z tuş birleşimi...

Yani, hataları fark edip geri alabilme özelliği…

Evet! Bilgisayar başında bir yazılım geliştirirken hayallerinizi sonuna kadar zorlarsınız, her türlü ihtimali deneyebilirsiniz, çünkü bir yanlış yaptığınızda geri dönüş için sadece Ctrl+Z tuşları yeterli olacaktır. Başka hiçbir meslek grubunda hata yapma konusunda bu kadar rahat davranamazsınız, hatanız size maddi ve zaman olarak çok pahalıya patlayabilir. Bir genel cerrah ameliyatta “Şu damarları bir de şöyle dikeyim” diyemez, bir mimar veya inşaat mühendisi bir binanın statik hesabını aklına estiği gibi yapamaz! Çünkü hatanın geri dönüşünün maliyeti çok yüksektir. Ancak bilişim dünyasında iş değişiyor. Son yıllarda bütün sektörlerde müthiş inovasyonların çıkma nedeni yazılım dünyasının bizlere sunduğu Ctrl+Z tuş birleşimi, yani affedici olma özelliğidir.

Peki, çocuklara bunu nasıl öğreteceğiz?

Yazının Devamını Oku