Geçtiğimiz hafta Darıca Bahçeşehir Okulları’nın misafiriydim. Benimle birlikte okulda misafir olan başkaları da vardı. Altı görme engelli çocuk salonda hazır bekliyordu. Okulun müdürü Çiler Sevinç, beni onlarla buluşturdu. Kucaklaştık, sohbet ettik. Doyumsuz bir sohbetti. Nasıl dilli, nasıl şeker insanlardı, bayıldım onlara… Her biri kendini ifade etmek için nasıl da can atıyordu görseniz.
Önce kendimi tanıtarak başladım konuşmaya… Daha sonra da birer birer onlara söz verdim. Aralarda da okulun müzik öğretmeni Cihat Kuru ve öğrencisi Özgür Deniz Yılmaz bize canlı müzik çaldılar. Çocuklardan beş tanesiyle sohbet etmiş, tam sonuncu çocuğa geçecekken, o altıncı çocuk “Ömür Bey” dedi, “herkesle konuştunuz, benimle konuşmadınız…” Oysaki tam da sıra ona gelmişti. “Ah” dedim, “seni nasıl unuturum? Sıra şimdi sana gelmişti. Haydi, kendini tanıt bize.” Bu sözle heyecanlandı başladı konuşmaya: “Suriye’den geldim, burada yaşıyorum. Adım Hasan, gelecekte şarkıcı olmak istiyorum.” Yüzündeki umut ifadesi capcanlıydı. “Ah, demek öyle…” dedim, “Peki, en sevdiğin şarkı hangisi?” diye sordum, “Irmağının akışına ölürüm Türkiye’m!” diye yanıtladı. “Peki, bize söylemek ister misin?” deyince, sanki dünden hazırmış gibi başladı söylemeye… Öyle içten söylüyordu ki, sanki şarkının sözlerini yaşıyordu: “Irmağının akışına ölürüm Türkiye’m…” Burayı vatan bilmişçesine bir tını vardı sesinde. Hepimizin yüzünde sıcak bir tebessüm belirdi. Çünkü Suriyeli bir çocuktu bunu söyleyen.
En öndeki sarı kazaklı çocuk Hasan
Sonra okulun müzik öğretmeninin bu şarkıyı çalmasını istedi, ancak öğretmen şarkının notalarını bilmiyordu. Hasan hemen notaları söyledi, öğretmen de hemencecik çaldı. Sonra Hasan, “Notalardan birinde hata yaptınız!” dedi. Hepimiz şaşırdık, kaldık. Bu çocuk müzik biliyor, nota biliyor, hatalı sesi çıkartıyordu. Sonra piyanoya dokunmak istedi. Yardım ettik, piyanonun başına geçti. Hayatında ilk kez bir piyanonun başına geçtiği andı bu. ‘Mi’ sesini sordu, parmağını ‘mi’ sesinin üzerine koydular ve ilk kez oturduğu piyanoda aynı şarkıyı bir çırpıda çaldı. Hepimiz sevinçle alkışladık.
Yazdığı araştırma inceleme kitaplarından sonra bu kez bir anne bebek kitabı yayımlayan Serap Yeşiltuna “Hele Bir 40’ı çıksın” kitabıyla bir anneyle bebeğinin ilk kırk gününe odaklanıyor. Yeşiltuna’yla bir araya geldik ve hem sosyal baskıyı hem de kitabını konuştuk.
Bu kitabı yazma fikri nasıl çıktı?
Anne olduktan sonra anladım ki, Türkiye’de anneler rahat değil! Üzerlerinde büyük bir toplumsal baskı var. Özellikle de kadının kadına olan baskısı... Yeni anne olan birine hem kayınvalideler hem de diğer anneler sosyal bir şekilde baskı yapıyor. Ben de bu sosyal baskılara karşı anneleri güçlendirecek ve rahatlatacak bir ilk kırk gün özeti sunmak istedim. Kitaba bolca da resim koyduk ki, anneler bebeğiyle bir masalın içinde yaşadığını fark etsin.
Sosyal baskıdan söz ettiniz. Türkiye’de yeni anneler ne gibi sorunlar yaşıyor?
Bir defa bizde bir gelenek var. Yeni doğum yapan bir annenin evine tüm akrabalar, eş dost doluşuyor. Bu ilk bakışta iyi niyetli gibi görünse de zaten yorgun olan anneyi daha da yoruyor. Oysaki yeni annenin uykuya, dinlenmeye, bebeğiyle baş başa kalmaya ihtiyacı vardır. Bir de anneler ilk günden itibaren “Sütü sağılacak inek” gibi görülüyor. Bu da anneye kendini çok kötü hissettiriyor. Tabii sosyal baskı meselesinin de hiç ardı arkası kesilmiyor. Yeni anne olana karşı ilgi ve şefkat olması gerekirken ilginç biçimde bazen örtülü bazen de açık bir baskı uygulanıyor. “Sütün yetiyor mu”, “Bu bebek biraz zayıf kalmış”, “Beslenmiyor galiba”, “Az giydirmişsin, çok giydirmişsin”, “Niye bu havada sokağa çıkardın” gibi binlerce cümle kuruluyor. Bu bazen anne, bazen kayınvalide, bazen bir arkadaş, bazen de yeni tanıdığınız biri olabiliyor. Çoğunlukla yüksek sesle ifade etmese de anneler çok yıpranıyor.
Kitap aslında bir annenin iç konuşmalarını da içeriyor. O kırk gün nasıl geçiyor?
O ilk kırk gün çok zor bir dönem. Hele ilk bebekse ne yapacağınızı bilmiyorsunuz, bazen kendinizi çaresiz hissediyorsunuz. Bazen de bebek bir yanda, siz bir yanda sadece ağlıyorsunuz. Kitaba “Hele Bir 40’ı Çıksın” ismini vermem tesadüf değil. “40 günü” önemsiyorum. Türk mitolojisinde yeri olduğu kadar, tıbbın da konusu olan bir rakam bu. Annenin vücudu kendini ancak bu sürede toparlıyor, bebek dışarıya ancak bu sürede uyum sağlıyor. O nedenle binlerce yıldır “Hele bir kırkı çıksın” diyoruz. Bu çadırda yaşarken de böyleydi, modern dünyada da böyle…
Minyonlar Müzikali
Canlandırma filmiyle yediden yetmişe herkesi çok eğlendiren Minyonlar, bu kez eğlenceli bir müzikalle sahnede.
Yer: Ankara-Batıkent AVM Tiyatro
Tarih: Yarın
Saat: 13.00/15.00
Fiyat: 28.50 TL
Tel: (0312) 385 42 33
Önümde bir kitap var. “Pumbaranlar’a ne oldu?” adlı bu kitabın yazarı Elif Yonat Toğay. Kırmızı Kedi Çocuk Yayınları tarafından yayımlanan kitabın yayın yönetmeni Özlem Akcan. Üstelik resimleri de benim “Gri Taçlı Turna Kuşu” kitabımı da resimleyen Canan Barış çizmiş. Yazar, bu kitapta oldukça tanıdık bir konu seçmiş: İlginç hayvanlar ve ilginç bitkilerle doğanın insanlar tarafından yok edilmesi konusu. Buraya kadar her şey normal, ama sonrası…
HANGİ ADALET?
Kitapta ‘Bay Putu Pumbaran’ ile ‘Bayan Putri Pumbaran’ adında bir karı-koca var. Kitapta bu ikili şöyle özetleniyor: “Aşklarının yanı sıra, ortak zevkleri de çoktu. Örneğin birlikte avlanmayı severlerdi. Çünkü ikisi de maymun beyni ve tavşan yahnisi yemeye bayılırdı. Öyle ki, avlaya avlaya çizgili hayvan soyunu tüketmişlerdi.” Maymun beyni ve tavşan yahnisi yemeye ‘bayılan(!)’ bu çift, bir filin ayaklarına zincirler geçirip, sırtına kırbaçlar vura vura hizmetlerine alır. Onu öyle ağır işlerde çalıştırırlar ki, zavallı filin ayaklarındaki kalın zincirlerden dolayı, hayvanın ayaklarında kanlı yaralar oluşur. Hayvana öyle eziyet ederler ki, ‘ilginç hayvanlar’ ve ‘ilginç bitkiler’ dayanamaz ve bu karıkocayı cezalandırmaya karar verirler. Bu cezalandırma işi için de planlar yapılır. Kitaptaki ‘Konsey Toplanıyor’ adlı bölümde yağmur ormanlarının yağmalandığı, bu durumun hepsinin ölümüyle sonuçlanacağı vurgulanıyor. Asıl sorun da burada başlıyor. Hayvan konseyi toplanıp, insanları cezalandırmaya karar veriyor. Ancak bu cezalandırma işlemi ‘adil’ değil. Çünkü hayvanlar ve bitkiler birleşip ‘kötü insanlara’ eziyet etmeye başlıyor bu kez!
Oysaki bir konsey ne için toplanır? Adil kararlar vermek için. Kitapta ise konsey ‘kötülük edene kötülük yapmak’ için toplanmış! Yani, insanların hayvanlara yaptığı kötülüğü hayvanların insanlara yaptığı kötülükle çözmeye çalışmak için... İşte bu durum, çocuklara adaletin, kaba kuvvetle çözülmesi gerektiğini öğretir. Yani, kimse adalet aramasın, başına bir kötülük gelince o da karşısındakine iki yumruk atsın, eline sopa alsın vursun kırsın döksün? Ne gerek kaldı konseye? Peki, adalet nerede?
KAPLUMBAĞALARA CAN ÇEKİŞTİREREK YAHNİ YAPMAK
Kitaptaki ‘Kaplumbağa Yahnisi’ bölümünde kaplumbağaların can çekişerek haşlandığı şu sözlerle anlatılmış:
“Değdi ama, dedi Bay Putu Pumbaran. Şaka maka, epeyce kaplumbağa yakaladık sonunda. Hepsini attım tencereye, kaynıyorlar. Birazdan sebzeleri de ekledim mi, akşama nefis yahnimiz hazır demektir, dedi Bayan Putri Pumbaran. Görsen, tencereden çıkmak için öyle bir tepişiyorlardı ki, birbirlerini öldürecekler diye ödüm koptu. Ölü kaplumbağadan taze yahni mi olurmuş!”
Sizce toplu taşımada çocukların hakları ihlal ediliyor mu?
Sadece çocukların değil, herkesin hakkı ihlal ediliyor. Toplumumuz, tramvayda veya otobüste hâlâ bacaklarını açarak oturan, diğer koltuğu işgal eden, gerçekten önceliği bulunan kişileri görmezden gelen, birbirine saygı göstermeyen bireylerden oluşuyor. Örneğin hamilelere, yaşlı ve gazilere yer verilmesi gerektiği bütün araçlarda yazar ama onlar için ayrılmış yerler bile gayet sağlıklı insanlar tarafından işgal edilmiş durumda.
Bu durum neyi gösteriyor?
Yazılı olan veya olmayan sosyal kuralları içselleştiremediğimizi. İlla ki birilerinin bize hatırlatmasını bekleriz, ancak o zaman ‘utanıp’ o kurallara uymak zorunda kalırız. Bir yasa koyucu, denetleyici ararız. Oysa ahlaki olanın, insani olanın gerektirdiğini yapmamız, bu konuyu içselleştirmemiz gerekir. Konu sadece yer verme konusu değil, kamuya açık bir ortamda başkalarının haklarını ihlal etme konusudur.
“Çocukları oturtup yaşça büyük olanları ayakta bekletmek doğru değil” diye tepkiler de var...
Biz geleneksel yapıda bir toplumuz. Yani “büyüklere saygı, küçüklere sevgi” diyen bir kültürden geliyoruz. Bu, çocuklara saygı göstermemek anlamında gelmemeli çünkü herkesin birbirinin özgürlük alanlarına saygı göstermesi gerekir. Çocuğun dayanma gücüyle, bir yetişkinin dayanma gücü aynı olmayabilir. Burada ölçüt, karşımızdaki insanın halinden anlamaktır. Konu içselleştirildiğinde kucağında bebeği olan bir anneye de hemen yer verilir, elinde çantası ve kitaplarıyla yorgun olan bir çocuğa da...
Anne-babalara önerileriniz neler?
Önemli olan iletişimdir. Önce genel olarak birbirimize, insana, canlıya saygıyı konuşmalı, buna uygun davranmalıyız. Böyle olunca çocuklar zaten gereken saygıyı görecekler, kendilerine bir yer edineceklerdir.
DENEYEREK ÖĞRENSİN
STEM sisteminin yapıtaşlarından olan bilimi çocukların anlaması için merak duygusunun hep uyanık kalması gerekir. Bu nedenle onların “Neden” sorularını önemseyin ve açıklayıcı yanıtlar vermeye çalışın. Bilmediğiniz konuları birlikte araştırın.
TEKNOLOJİYİ NASIL
ANLAMALI VE KULLANMALI?
Kullandığımız teknolojik cihazlar hangi sistemlerle çalışıyor, hangi ihtiyaçları karşılıyor, yeni buluşlar için ne tür bir altyapıya ihtiyaç var? STEM’in ikinci aşaması teknoloji, bir saatin çalışma biçiminden ‘aç-kapa’ düğmesinin renklerinin neden ‘mavi ve kırmızı’ olduğunu anlamaya kadar pek çok soruya yanıt veriyor.
HAYAT MATEMATİKTİR
Çocukların planlama becerisi kazanabilmesi, fiziksel aktiviteleri için boy ve kilo dengesini öğrenip sağlıklı yaşaması, hatta yön bulması ve bulmaca çözmesi için bile matematiğe ihtiyacı var. Matematiği anlayarak hayatın her alanında kullanan çocuklar başarılı oluyor.
Ara tatil uygulaması yararlı mı zararlı mı?
Oldukça yararlı bir uygulama. Çünkü hem çocukların hem de öğretmenlerin stres düzeyini azaltıyor. Zihnin zaman zaman araya ihtiyacı var. Yorgun bir zihin, dikkati odaklamakta güçlük çeker, dolayısıyla öğrenme de yavaşlar. Bu sadece akademik açıdan değil, sosyal açıdan da böyledir. Bir de uzun yaz tatili süresinin kısalması gibi bir yararı var. Çünkü özellikle matematik ve okuma becerisinde ‘yaz öğrenme kaybı’ denilen bir durum yaşanır.
Sizce çocuklar bu ara tatili nasıl geçirmeli?
Tatilin en iyi tarafı hem ebeveynlerle hem de arkadaşlarla ilişkileri güçlendirmek için bir fırsat vermesi. Çocuğun en çok ihtiyaç duyduğu şey ilişki kurmaktır. Bu süreçte oyuna zaman ayırmak çok önemli. Televizyonu, tableti bir yana bırakıp bol bol oyun oynamak, açık havada zaman geçirmek, birlikte faaliyetlere katılmak hem çocuk için hem de anne-babalar için çok yararlı. Unutmamak gerekir ki sanat, spor ve doğa çocuk için çok ilham vericidir.
Çocuklar tüketime odaklı bir hayat yaşıyor, üretici olmayı öğrenmeleri için ne gerekir?
Çocuğun tüketim alışkanlığının azalması için üretilmesi gereken iki şey var: Biri, düşünme becerisi kazanması, yani çocuğun kendisine verilenleri hazır almak yerine kendi başına muhakeme yaparak bir sonuca varabilmesi, bir fikir yaratması. Diğeriyse somut bir ürün ortaya koyma becerisi kazanması. Tatil bunun için de bir fırsat. Çocukla birlikte bir çiçek dikmek, hayvan beslemek, resim yapmak üretimdir. Üreten çocuk, onu yok etmez! Şunu unutmamak gerekir ki bir çocuğun üretme eğilimi de tüketme eğilimi de anne-babanınkilerle yakından bağlantılıdır. Eğer anne-baba, “Tatilde çocuğuma ihtiyacı olmayan hiçbir şey almayacağım, ağlasa da almayacağım ve bunun sebebini çocuğuma açıklayacağım, anlatacağım ve kararlı davranacağım” derse çocuğun bu konudaki dikkatini uyandırır.
Peki ya zaman yönetimi becerisini nasıl kazanacaklar? Çocuklar bu konuda oldukça zorlanıyor...
1930’lu yılların Türkiye’si savaşın izlerini silmeye uğraşan, doğaya, insanlara, hayvanlara önem veren, ilerici ve gelişmeye açık bir ülkeydi. Atatürk, her bir yurttaşın sorunlarını tek tek dinliyor, çözüm önerileri bulmaya çalışıyordu. Ülkedeki savaş bitmiş, düşmanlar yurdu terk etmişti; ama geride hastalıklar ve yoksulluk kalmıştı. O yılların en yaygın hastalıklarından biri sıtmaydı. Bursa ve çevresi sıtmadan kırılıyordu, çocuklar hayatını kaybediyordu. Atatürk durumu yerinde tespit etmek için bir ekip hazırladı ve Bursa’ya hareket etmek için İstanbul’dan yola çıktı. Önce deniz yoluyla Yalova’ya geçecek, oradan da kara yoluyla Bursa’ya hareket edecekti. Gemi, Yalova açıklarına geldiğinde Atatürk gördüğü manzaradan çok etkilendi. Ağaçlar içindeki bu yeşil kente bakarken duyduğu büyük heyecanın onu çocukluğuna götürdüğü söylenir.
Atatürk, uzakta yalnız başına, özgürce uzayan bir çınar ağacı görünce altında dinlenmek ister. Bunun üzerine beraberindekilerle birlikte karaya çıkar ve ağacın altında dinlenir. Oradan çok etkilenen Atatürk, ağacın bulunduğu araziyi belediyeden satın alır ve buraya küçük bir ev yapılmasını ister. İki katlı bir ev planlanır. Tamamı ahşaptan olan evin üst katında bir teras olacaktır ve terasta gölgelik bulunmayacaktır. Bunun yerine Atatürk’ün çok etkilendiği çınar ağacının bir dalı terasa doğru uzanacak böylece gölgelik görevini bu dal yerine getirecektir. Köşkün yapımı bir aydan kısa bir sürede tamamlanır. Ancak kışın şiddetli bir rüzgâr çıkınca ağacın dalı çatıya ve terasa çarpmaya, evi zedelemeye başlar. Bunun üzerine köşkün görevlileri ağacın dalını kesmek isterler. Bu durum Atatürk’e sorulduğunda Atatürk çok sinirlenir ve “Bir ağacın bir tek dalını kesmek vatanın bir dalını kesmektir. Bu ağacın bir tek yaprağına bile dokunulmayacaktır” der ve o tarihe kadar dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir öneriyi dile getirir: “Köşkü yürüteceğiz!” Bunun üzerine Köşk, tramvay rayları üzerinde yürütülür ve ağacın dalı kesilmekten kurtulur.
Benim “Karaca ve Yürüyen Köşk” adlı çocuk kitabımda da anlattığım bu konu şimdiye dek binlerce çocuk tarafından okundu ve aldığım bilgiye göre her yıl yüzlerce çocuk ellerinde kitaplarla Yürüyen Köşk’e gelip, hikâyeyi yerinde yaşıyor. Bu elbette çok büyük bir mutluluk. Üstelik okullardan ve velilerden de bana sık sık Yürüyen Köşk buluşması talebi geliyor. Ben de bu buluşmaların ilkini bu hafta sonu gerçekleştirdim.
Bursa’daki