Oktay Ekşi

Yaralı adalet

20 Şubat 2010
HEM insan idrakiyle alay edecek hem de “demokrasi havariliğine” soyunacaksınız... Böyle bir şeyin mümkün olabileceğini sanan insanlar tarafından yönetilmek çok acı. Ama ne yaparsınız ki Türkiye böyle bir süreçten geçiyor. Örneğin yargıyı uşaklaştırmaya çalışan güç, tutuyor “yargı bağımsızlığı” şampiyonu görünmeye kalkıyor.

Ve “uşaklaştırma” amaçlı projeler, Avrupa Birliği (AB) ile uyum süreci gereği yapılacak reformlar diye yutturulmak isteniyor.
Bu henüz somut şekilde önümüze gelmedi. Şimdilik sadece çok kızdıkları Anayasa Mahkemesi ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu (HSYK) iktidarın emrine sokmayı amaçlayan projelerini biliyoruz. Onu da, bu iki kuruma kendi meşreplerine -tarikatlarına- uygun isimleri getirecek şekilde Anayasa değişikliği yaparak gerçekleştirmeyi planladıklarından haberdarız.
Ama belli ki o kadar beklemeden yapmak istedikleri de var. Nitekim Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner’in o yöredeki “tarikat” mensuplarının yasadışı eylemleri nedeniyle soruşturma açmasına bile tahammül edemediler.
Örneğin İlhan Cihaner’in yargılanması için önce Adalet Bakanlığı’nın soruşturma izni vermesi gerektiği ve konunun Yargıtay’a aktarılmasının zorunlu olduğu yasada yazılı olduğu halde Erzurum’daki savcının bu hükümleri yok saymasını savundular.
Yeri gelmişken söyleyelim:
O işlemin yasaya aykırı olduğunu sadece biz değil, Yargıtay Birinci Başkanı, Danıştay Birinci Başkanı, Türkiye Barolar Birliği, İstanbul Barosu, Ankara Barosu, YARSAV dahil ciddiye alınacak ne kadar hukuk kurumu varsa hepsi söylüyor.
Ama bunlar, görevini kötüye kullanan Erzurum Savcısı’nın ve işbirliği yapan arkadaşlarının yetkisini kaldıran HSYK’yı “yargıya müdahale etmekle” suçluyorlar.

Yazının Devamını Oku

1 Numara

19 Şubat 2010
İKİ sene önce başlatılan şu Ergenekon soruşturmasında varlığından söz edilen ama in midir, cin midir hâlâ bilinemeyen “1 Numara” vardı ya, galiba onu sonunda bulduk:<br><br>O “1 Numara”ya atfedilen suç, “yasadışı bir darbe ile Türkiye’deki anayasal rejimi devirmek” değil miydi?

Anlaşılan o ki, Cumhuriyet’in kurduğu düzeni değiştirmeye çalışan, örneğin ülkeyi yönetenlerin hoşuna gitmeyen kararlar verdi diye yargı mensuplarını cezalandıran (örnek Kartal Hâkimi, Sincan Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı, Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı); ülkede tam bir terör havası estiren, “demokrasiyi genişletme” naraları atarak ülkeyi faşist bir rejime sürükleyen siyasi iktidar, aranan o “1 Numara”dır.

Eğer ona bu rejimi değiştirme talimatını yurtdışı veya yurtiçinden birileri vermişse, o ismi de bugünlerin hesabının sorulduğu gün gelirse öğreniriz.

Ama o zamana kadar pek çok kurumun yıkılacağı, hatta elde pek de bir şey kalmayacağı da bir ihtimal olarak düşünülmelidir.

Gerçi bu “1 Numara”yı daha önce teşhis etmemiz gerekirdi ama olmadı. Çünkü “28 Şubat” sürecinden ders almış, “Türkiye’nin temel değerleriyle kavgayı terk etmiş” bir siyasi kadro olduklarına hepimizi inandırdılar. Ve pek çoğumuz, “Bir de bunları deneyelim” diyerek yüzlerine umutla baktı.

Şimdi artık takke düştü, kel göründü.

Önümüze bu gerçeğin ışığında bakmaya mecburuz.

O demektir ki “1 Numara” bu anayasal rejimi değiştirmeye  çalışıyorsa, Cumhuriyet’in yetiştirdiği kuşaklar da, hiçbir zaman hukuk dışına çıkmadan, buna engel olmanın yollarını bulmalıdır.

İçinde bulunduğumuz ortamda “hukuktan ayrılmamak” da bir güvence değildir. Nitekim hukuk adamlarının başına gelenler iftiranın, baskının, yasal yetkilerini kötüye kullanan devlet görevlileri eliyle özel yaşamlara tecavüzün herkesi tehdit ettiğini ortaya koymaktadır ama yine de hukuk herkesin tek ve son sığınağıdır.

Yazının Devamını Oku

Bu gidiş iyi değil

18 Şubat 2010
BAŞTAN söyleyelim de, yazının bütünü içinde iki şey gürültüye gitmesin: Birincisi...

Dün tutuklanarak Erzurum Cezaevi’ne konulan, İlhan Cihaner isimli Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı değil, doğrudan doğruya “hukuk”tur. Kavganın hedefi de -kaç defa yazdık- doğruca 1923 tarihli Atatürk Cumhuriyeti’ni Cemaat Cumhuriyeti yapmaktır.


İkincisi... Sanılmasın ki bu kavganın sonu yoktur.

Vardır ve o son, hukuku ayaklar altına alanların hezimeti ve hukuka sığınmalarıyla gelecektir.


Siz bunları bir kenara yazın. Biz de bugünkü konumuza dönelim:


Yazının Devamını Oku

Alay ediyorlar

17 Şubat 2010
YİNE birileri, hepimizi aptal yerine koymanın mümkün olduğunu düşünmüş olmalı... Nitekim o birileri, 15 Ekim 2009 günü, 8’i PKK militanı kıyafetli 34 kişinin zafer işaretleri vererek coşku ile Habur’dan Türkiye’ye girmeleriyle başlayan süreçte “her şeyin gayet makul ve mantıklı” yaşandığını söylüyor.

Bu defaki görevi Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı Durdu Kavak üstlenmiş olmalı.

Niçin bunları söylediğimizi anlatabilmek için önce halen tutuklu bulunan eski DEP Milletvekili Hatip Dicle’nin meşhur “Habur girişi” öncesinde İçişleri Bakanı Beşir Atalay’dan, “Hâkim ve savcılar ayarlandı, geldikleri gibi geçecekler” sözü aldıklarına ilişkin açıklamasından başlamak lazım:

Gerçi o kesimin etkili ismi Ahmet Türk ile Dicle’nin sözünü ettiği görüşmeye katılan Sırrı Sakık, “Bakan böyle bir şey söylemedi” dedi ama, Dicle de sözlerini geri almadı.

Önemlisi öyle bir “ayarlama” oldu mu olmadı mı?

Diyarbakır Başsavcısı elbet “olmadığını” söylüyor. Hem Silopi’deki mahkemenin bu iş için Habur’a gitmesinin yani orada bir “seyyar mahkeme” kurulmasının o koşullarda “doğru” olduğunu söylüyor, hem de PKK’lıların  Ceza Yasası’ndaki “etkin pişmanlık”la ilgili 221’inci maddeden yararlandırılarak serbest bırakılmalarını savunuyor, “Çünkü bu hükümden yararlandırılan kişinin ben pişmanım diye bir söz söylemesine gerek yok. Örgütten kendi isteğiyle ayrılıp gelmesi yeterli” diyor.

Diyor ama olay öyle değil ki:

Bir defa bunlar “Biz kendi isteğimizle örgütten ayrılıp geldik” anlamında tek kelime söylemediler. “Abdullah Öcalan talimat verdi, biz de geldik. Üstelik örgütten bir de mektup getirdik” dediler.

Dahası, siz hiç yaptıkları nedeniyle pişman olan bir insanın zafer işareti yaptığını gördünüz mü?

Yazının Devamını Oku

5 mi, 7 mi?

16 Şubat 2010
RAHMETLİ İsmet Paşa -herhalde aslı kendisine ait olmayan- bir sözü hayli sık tekrar eder ve “Muharebenin başında yapılan hatayı sonuna kadar düzeltmek mümkün değildir” derdi.<br><br>Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasıyla sonuçlanan süreçte, bugünkü iktidar partisinin yaptığı hatalar için de hemen hemen öyle oldu.

Yanlış anlaşılmasın:

Şahsen Abdullah Gül’ü Çankaya’da görmekten mutlu olmadığımızı daha önce de yazdık. Ama şimdi ondan söz etmiyoruz. Biz mutlu olmasak da bir gerçek var ki Abdullah Gül bu ülkenin meşru Cumhurbaşkanı’dır.

Dediğimiz şu:

Deniz Baykal’ın o süreçteki inanılmaz hataları yüzünden Türkiye şimdi, olması gerekenden çok farklı bir süreç yaşıyor ama sadece o değil Adalet ve Kalkınma Partisi de hatada Baykal’dan geri kalmadığı için şimdi, “Cumhurbaşkanı’nın süresi 5 yıl mı, 7 yıl mı?” tartışması bitmiyor.

Bunun “kanun yapma” tekniğiyle ilgili olanından söz etmeyeceğiz. O biraz karışık, zaten biraz da geride kaldı.

Ama konuyla ilgili kısmını anımsatalım:

İktidardaki parti, Cumhurbaşkanı’nı Meclis’in seçmesini öngören Anayasa hükmünü işletemeyince Milliyetçi Hareket Partisi’nin aklına uymuş ve Anayasa’nın ilgili hükümlerini değiştirip Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini sağlayacak hükümler getirmişti.

Ancak bu değişiklik yasalaşmadan, seçimler yenilendiği ve Abdullah Gül, yeni Meclis tarafından 7 yıl görev yapmak üzere 11’inci Cumhurbaşkanı seçildiği için kafalar karışmıştı çünkü, aynı şekilde Fransa’da Jacques Chirac görevde iken süre 5 yıla indiği halde, hukukun genel prensipleri gereği 7 yıl görevde kalmıştı.

Yazının Devamını Oku

Valiler hikâyesi

14 Şubat 2010
GİRESUNLULAR herhalde bizden daha iyi bilir ama, 29 Mart 2009 tarihli “yerel yönetim” seçimlerinden önceki haftalarda Tunceli Valisi iken Nazımiye İlçesi’ne bol bol buzdolabı, çamaşır makinesi, koltuk, kanepe dağıtan Mustafa Yaman’ı geçen ay Giresun’da tanıdık.

Üzerimizde “iyi bir Vali” izlenimi bıraktı.

İşte o Valiyi, yetkilerini, seçimlerde bir parti lehine kullandığı ve özellikle Yüksek Seçim Kurulu’nun “Yardım dağıtmayı durdur” uyarısını dinlemediği iddiasıyla yargılayan Yargıtay 8. Ceza Dairesi, sonuç olarak 7 ay 15 gün hapse ve kamu görevinden, ayrıca seçme ve seçilme haklarından mahrum bırakmaya hükmetti.

Ancak Mustafa Yaman beş yıl boyunca bir daha böyle bir suç işlemezse bu karar tamamen ortadan kalkacak.

Doğrusu ağır, ama yerinde bir karar.

Hele “CHP’nin iktidar yıllarında bu memlekette Valiler aynı zamanda CHP’nin il başkanıydı” diyen bir Başbakan tarafından yönetilen bir ülkede, çok iyi bir karar.

Gerçi Başbakan Erdoğan’ın eleştirdiği o uygulama sadece dört sene yani 1936-40 arasında yani demokrasinin “d” harfinin bile konuşulmadığı yıllarda yaşanmıştır ama, o döneme bakınca “yanlış” görünen şey, bugün sadece “yanlış” değil ayrıca “suç”tur.

CHP dönemini eleştiren Başbakan Erdoğan’a, Vali Yaman hakkındaki kararı nasıl karşıladığını soran gazetecilere Erdoğan, “hukuk sisteminin işlemesinden duyduğu memnuniyeti ifade etti” sanıyorsunuz değil mi?

Tam tersine, “seçimin düzenine ve dürüstlüğüne aykırı bir hareketin” cezalandırılmasına “üzüldüğünü” söyledi.

Yazının Devamını Oku

İsviçre’nin ayıbı

13 Şubat 2010
DIŞARIDAN bakınca çağımızın en uygar ülkelerinden biri görünen İsviçre’nin gerçek yüzü bir kere daha ortaya çıktı:<br><br>Zürih’teki Yüksek Mahkeme, bir toplantıda “soykırım”ı “uluslararası ve tarihi bir yalan” olarak niteleyen Ali Mercan ile düzenleyici iki Türk’e 4’er ay hapis cezasını uygun buldu.

Uygun buldu dediğimizden de anlaşılacağı gibi, olayın geçmişi var:

Zürih Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Ethem Kayalı ile Bern Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Hasan Kemahlı, 2007 yılında Winterthur şehrinde bir toplantı düzenlemişler. Burada konuşan İşçi Partisi Avrupa Temsilcisi Ali Mercan da, soykırım iddiaları hakkında yukarıdaki kanaatini söylemiş.

“Vaay, sen misin Ermeni soykırımı yalandır, diyen?” babalanmasıyla, bu üç kişiyi yargılayan Winterthur yerel mahkemesi, Ali Mercan’a 180 gün (6 ay), Kemahlı ve Kayalı’ya ise 120’şer gün (4’er ay) hapis cezası vermişti.

Yüksek Mahkeme, “Bu memlekette ifade özgürlüğü var. Elbet bir tarihi olay hakkında isteyen istediği değerlendirmeyi yapar” dememiş.

“Soykırım yoktur diyen, cezaya müstahaktır” demiş.

O zaman Winthertur mahkemesi ile Zürih’teki Yüksek Mahkeme’nin, sırf “Dünya Kilise’nin iddia ettiği gibi düz değil, bir küre şeklindedir” dediği ve “Dünya hem kendi etrafında hem de Güneş’in etrafında döner” görüşünü savunduğu için Galileo Galilei’yi “ömür boyu hapse” mahkum eden Engizisyon Mahkemesi’nden farkı ne oluyor?

Bu Batılıları anlamak bazen gerçekten çok güçtür:

Daha önce de değinmiştik... Örneğin “Yahudi düşmanlığı” anlamına gelecek bir söz söylemek, bir şey yazmak Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde yasaktır.

Yazının Devamını Oku

Örnek çok

12 Şubat 2010
HER şey akla gelirdi de, bir Başbakan’ın beğenmediği bir karar verdi diye, 142 yaşına gelmiş bir Yüksek Mahkeme’yi, adıyla sanıyla Danıştay’ı, “Ben imam hatipliyim diye mi o kararı verdiniz” diyerek eleştireceği herhalde tasavvur bile edilemezdi. Malum “katsayı” davasından söz ediyoruz.

Yakından izlemeyenler için özetleyelim:

Zahiren “meslek liselerinden” mezun olan öğrencilerin, ama aslında imam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye, genel lise mezunlarıyla eşit koşullarda girmesini, bugünkü hükümet hayati bir mesele sayıyor.

“Eşit koşul” demek hükümete ve Yüksek Öğretim Kurulu’na göre, “Sınavda kim ne kadar başarılı ise o kadar puan alsın, kazandığı fakülteye girsin” demek.

İlk bakışta çok net bir “eşitlik” anlayışı. Öyle ya... Kimse “Başarısı olmayana imkân verin” demiyor. “Başaran, başarısının sonucunu alsın” diyor.

Ama “eğitim” uzmanlığı açısından kazın ayağı öyle değil.

Onlar diyorlar ki, “Meslek okulu, öğrencisini bir mesleğe hazırlar. Nitekim şimdiki sistem, kendi mesleğinde yükseköğrenim görmek isteyen öğrencinin o dalda ilerlemesini teşvik ediyor çünkü, sınavda aldığı puanın yüksek bir katsayı ile çarpılmasını öngörüyor.

Buna karşılık genel lisenin görevi öğrencisini üniversiteye hazırlamak olduğu için, üniversiteye girişte de genel lise mezunu lehine katsayı yüksek tutuluyor. Eğitimin amacı ‘uzmanlaşmayı’ teşvik etmek olduğu için asıl adalet ve eşitlik böyle sağlanıyor.”

Beğenin, beğenmeyin gerçek şu ki, Yüksek Yargı -yahut ülkemizdeki hukuk sistemi- ikinci görüşü doğru buluyor.

Yazının Devamını Oku