Nitekim bu satırların yazarı dahil 5 gazeteciden söz ederken:
“Belli bir grup medyanın köşe yazarlarının yazdıkları var. İşi o kadar ileri götürüyorlar ki ‘Madem inanmıyorsun, Genelkurmay Başkanı’nı görevden alırsın’ diyor(lar)” diyor.
Doğrudur. Birbirimizden habersiz olarak biz 5 gazeteci, bir tarihte bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, “Sadece eleştirmek marifet değil, o konuda öneriniz ne ise onu da yazın” şeklindeki tavsiyesine uyarak, son “Islak imza”lı, “Arınç’a suikast”lı, “Kozmik oda”lı, “Balyoz”lu olayları ve suç duyuruları ışığında, “Madem bu haberlerin ve huzursuzluğun kaynağı olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ni görüyorsunuz, size düşen o kaynağın başındaki kişiyi görevden almaktır” demişiz.
Bu durumda bizim de Başbakan Erdoğan’dan bir teşekkür bekleme hakkımız yok mu?
Tam tersine, Başbakan şikâyetçi olduğunu söylüyor.
Aslında Kırıkkale civarındakı “çift yol”u açarken 5 televizyon kanalının canlı yayın yapmasını yetersiz bulup kızdığını da görünce, “Başbakan’ı memnun etme imkânı olmadığını” anlamalıydık ama, insan bazen boş bulunuyor.
Başbakan Erdoğan’ın 6 gazeteci ile yaptığı görüşmede söylediklerinde katıldığımız ve katılmadığımız başka sözleri de var. Örneğin “EMASYA Protokolü”nün yürürlükten kaldırılacağını söylemesi doğrudur. Çünkü o protokol mülki idareyi tornistan edip askere gereksiz yetki ve görev veren tuhaf bir belgedir.
İkincisi “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” denen metnin “Kanuni bir geçerliliği yok” diyor ki, o da doğrudur.
Biz de medyamızın son günlerdeki “halleri”ni ele alalım dedik.
Önce belirtelim.
Medyamız -biz dahil- her konuda ahkâm kesmeye yüce tanrı tarafından memur edilmiş mahlukattan oluşur. Medyamıza bakan herkes, sadece Türkiye’yi değil, yedi düveli (devleti) yönetmeye yetecek bunca akıllı insanın heba olup gitmesine ne kadar yansa yeridir.
Örneğin biz, 58 yıldır bilfiil içinde olduğumuz bu mesleğin -ve medyanın- haline, ne yanlışlar yaptığına, önümüzdeki yıllarda başına nelerin geleceğine, zaaflarımıza ilişkin, haftada en az 5 adet, çoğu ipe sapa gelmez genellemeler içeren değerli (!) yazılar görürüz. Bunlara bir de “Pazartesi Vaazlarını” ekleyin.
Sonra o yazıları yazanların uygulamadaki hallerini karşımıza alınca, “Yarab! Dünyanın en sabırlı okuyucularını neden sadece Türkiye’de topladın?” diye sorasımız gelir.
Çünkü denenle yapılan çoğu kez 180 derece zıttır.
Neyse ki bizim İletişim Fakültelerinin bu konuları bilimsel bir yaklaşımla ele alıp da tabloyu tüm gerçekliğiyle ortaya çıkartacak bir tane bile öğretim üyesi yoktur.
Böyle bir ortamda komik şeyler de olur:
Ama Parlamentoların iyi taraflarından biri, hiç şansı yok dediğiniz bir önerinin beklenmedik bir tarihte yasalaşmasıdır.
DSP milletvekillerinin dün Meclis Başkanlığı’na verdikleri ve hem Siyasi Partiler Yasası’nın hem de Seçimlerin Temel Hükümleri hakkındaki yasanın bazı maddelerinin değiştirilmesini öngören iki öneriye biz böyle baktık.
Çünkü bu iki öneri de en geç bir buçuk yıl sonra yapılacak milletvekili genel seçimini ilgilendiriyor. Oysa bununla ilgili yasaların çıkartılması için önümüzde sadece 6 ay var.
Dünkü yazımızda da değinmiştik:
Anayasa’nın 67’nci maddesi, “Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz” diyor.
Yoksa Başbakan Tayyip Erdoğan’ın önceki gün valilere, “Uzun vadede demokratik bir anayasa gerekli” demesine bakıp:
“Bu Anayasa işi bir vakit mi, üç vakit mi desem, diye lafa başlayan falcılara kaldı galiba” mı desek, insan karıştırıyor.
Dün Prof. Dr. Serap Yazıcı’ya atfen yazdığımız gibi, hem ortam hem de siyasi mevsim müsait görünmese de gerçek şu ki, konu gündemden düşmüyor.
Ve hâlâ ortada somut bir öneri bulunmamasına rağmen herkes aklına gelen bir değişikliği ortaya atıyor.
Son olarak çalışanlarla ilgili Anayasa hükümlerinin Uluslararası Çalışma Ögütü (ILO) istekleri yönünde -ki bu olumlu bir gelişme sayılmalıdır- değiştirilmesi gerektiği ileri sürüldü.
İyi de, başta Başbakan olmak üzere demokratikleşmeyi istemeyen kimse olmadığına göre işe körlerin fili tarif etmesi gibi, sadece algıladığımız yerden söz ederek başlayacağımıza, herkes için gerekli yerden başlasak doğru olmaz mı?
Bugünkü Türkiye’de bunun temel koşulu, “ulus-devlet”i ve “laik rejimi” hedef alan hiçbir önerinin gündeme gelmeyeceğine herkesi inandırmaktır.
Onun ardından değişikliğin gerçekten “demokratikleşmeyi” amaçladığını gösteren somut önerilere gelir sıra...
Mutat üzre yanılmışız.
Onu da dünkü gazetelerden birinde yayınlanan “Anayasa değişikliğinde sona doğru” başlıklı habere dayanarak söylüyoruz.
Serap Yazıcı, Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullarda “Değil Anayasa’da değişiklik yapmak, kira kontratı yapmak bile akıl işi değildir” mesajını veriyordu. Gerekçe olarak da ülkede “laik yaşam tarzını benimseyenlerle dindar ve muhafazakâr çevrelerin, Sünnilerle Alevilerin, Kürt kökenli insanlarla diğerlerinin arasındaki gerilimin, bir uzlaşı ortamında yapılması gereken Anayasa için halen uygun olmadığını” söylüyordu.
Sayalım ki Prof. Dr. Yazıcı yanılıyor.
O zaman başa yani bugünkü iktidarın Anayasa’da “kısmi” değişiklik yapma konusunda kamuoyuna yansımış “düşüncelerine” dönmemiz gerekir.
Şöyle bir taradık. O zaman gördük ki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ileri gelenleri son aylarda akıllarına ne geldiyse, “Anayasa’nın buna ilişkin hükmünü değiştireceğiz” yollu laflar etmişler. Örneğin:
* “Kadına pozitif ayrımcılık sağlamayı amaçlayan değişiklik yapacağız” demişler.
*
Ve keşke Başbakan Erdoğan’ın vakti olsa da, ikide bir değindiği şu “Parti il başkanlığı da yapan Valiler” konusu ne imiş? Kimin zamanında başlamış, kimin zamanında nasıl devam etmiş, öğrense...
O kendisini “demokrasiye, hukuka saygılı” gördüğü sırada başkalarına kendisinin nasıl göründüğünün farkına varabilse.
Ve biz de “demokrasi” konusunda aynı anlayışta buluşabilsek.
Ama olmuyor. Daha da vahimi, Başbakan Erdoğan’daki zihni değişim, -veya özüne dönüş- bu bağlamda insana hiç umut vermiyor.
Daha uzatmadan anlatalım:
Söyleyeceklerimizin altında kimse “buzağı” aramasın ama Başbakan Erdoğan’ın “demokrasi”yi anlayış şekli ile -her fırsatta övgüler yağdırdığı- merhum Adnan Menderes’inki nerdeyse “birebir” denecek kadar örtüşüyor.
Aslında Menderes, 1950 öncesinde yani muhalefet milletvekili iken CHP iktidarına, “demokrasi dersi” veren bir siyasetçi idi. Örneğin CHP’lilere, “Sadece çok partiye sahip olmak, serbest seçim yapmak ve o yolla iktidarı değiştirebilmek bir memlekette demokrasinin olduğu anlamına gelir sanıyorsanız aldanıyorsunuz” diyen o idi.
Ama 1950’de Meclis’teki 487 sandalyeden 415’ini; 1954 seçiminde de 541 sandalyeden 502’sini kazanınca, o da kendisini “Tanrının bu millete bir lütfu” gibi görmeye ve siyasi olayları o da aynen Başbakan Erdoğan gibi değerlendirmeye başlamıştı.
Sadece kendi kişisel pozisyonunu değil, başında bulunduğu koskoca bir kurumun da, Türkiye’de “Darbe dönemi kapandı mı, kapanmadı mı?” tartışmaları ile ilgili görüşünü Türkçenin en net ifadesiyle ortaya koymuş.
Tamam... O öyle diyor ama sen inanmıyorsun?
Benim gibi veya bu sütunu okuyan binlerce insan gibi değilsin ki, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın -bizim kelimelerimizle söylemek gerekirse- dediği gibi, “Madem kuşku duyuyorsun, yetkini kullanır, görevden alırsın. Ama orasından burasından imalarla, şurada burada çıkmış, doğruluğu tartışmalı haberleri esas alarak bu ulusun yaşam güvencesi olan bir kurumun yıpratılmasını amaçlayan kampanyalara destek vermezsin.”
Başbakan Tayyip Erdoğan maalesef bu kadar basit bir gerçeği ve kendisine düşen görevin gereğini görmezden geliyor. Bir konuşmasında bakıyorsunuz, “Biz bunlardan -darbe iddialarına temel teşkil eden konulardan- o zaman da haberdardık” diyor.
Ama “Madem haberdardınız, gereğini o zaman neden yapmadınız?” sorusunun yanıtını söylemiyor.
Kendisine Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hedef olduğu “sistemli yıpratma kampanyasından duyulan rahatsızlık” en açık ifadelerle iletilmesine ve “kurum olarak hükümetin bu kampanyaya tepki göstermesinin beklendiği” anlatılmasına rağmen ses çıkarmamakla kalmıyor, sanki bunlardan memnunluk duyuyormuş gibi bir görüntü veriyor.
Sonra da Genelkurmay Başkanı neden Trabzon’da gazetecilere, “Bu son süreçten rahatsısız” dedi diye kızıyorlar.
Tekrar soralım:
Yapmayacaksanız söyleyin bitsin.
Ama yapacaksanız, hiç değilse hangi maddeler üzerinde ne yönde bir değişikliği düşünüyorsanız, açıklayın da bilelim.
Öyle ya, Parti Programınızdan, Seçim Beyannamelerinize kadar hemen her “resmi politika belgenizde” halkımıza karşı “açık” olmayı, sadece devletin işleyişini değil projelerinizi de “saydamlık ilkesine göre” oluşturacağını vaat eden siz Adalet ve Kalkınma Partililer (AKP) değil miydiniz?
Oysa bir süredir bir AKP’nin “ileri gelen”leri bile “Anayasa’da kısmi bir değişiklik yapma” niyetinden söz ediyor ama bir santim ileri gidemiyor.
Çünkü “parti içi demokrasinin”(!) arş-ı âlâya (gökyüzünün en yüce noktasına) çıktığı bilinen AKP bünyesinde Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ağzından çıkandan bir milim ileri gitmenin neye patlayacağını herkesten çok o “ileri gelen”ler biliyor.
İlginç olan şu ki, bunlar Başbakan Erdo-ğan’ın daha birkaç gün önce “Kimseye baskı yapılmadığını, baskı yapana kendilerinin müsaade ve müsamaha etmeyeceğini” kesin bir dille ifade ettiği ülkemizde yaşanıyor.
Anayasa değişikliğinden mi söz ediyorduk?
Son haberlere göre, Anayasa Mahkemesi’nin, “asker kişileri -birkaç istisna dışında- sivil yargıda yargılama amaçlı yasayı, Anayasa’nın 145’inci maddesindeki düzenlemeye aykırı olduğu” için iptal etmesi iktidarın zirve noktalarını çok kızdırmış. Anayasa değişikliği paketine, Anayasa Mahkemesi kararını geçersiz kılacak -yani asker kişilerin sivil yargıda yargılanmalarını sağlayacak- bir hüküm konacakmış.