Oktay Ekşi

Sürahi çatladı mı?

11 Mart 2010
BELKİ biraz kuşkucu olduğumuzu düşüneceksiniz ama öyle miyiz, değil miyiz zamana bırakalım da şimdi konuya girelim: Geçenlerde CHP Meclis Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Toplumsal barışın bir parçası olacaksa genel affa ‘evet’ deriz” dediği kamuoyuna yansımıştı ya...<br><br>Siz o söze bir “mim” koyun.

Gerçi daha sonra, CHP Meclis Grubu’nun öteki Başkanvekili Hakkı Süha Okay’ın “Türkiye’de halen terörle mücadele ediliyorsa, terör dağdan şehirlere inmişse, bir af söz konusu olamaz” dediğini okuduk. Kılıçdaroğlu’nun sözlerinin “partiyi bağlamadığı” dolaylı şekilde böyle ifade edildi. Keza Genel Başkan Deniz Baykal da “İnşallah o günler (af yasasının çıkartılabileceği günler) gelir, bu imkânı o zaman değerlendiririz. Ama şu sırada böyle bir şeyin (affın) ortamı yok. Yanlış sözler” dedi. Ama yine de diyoruz ki: “Siz oraya bir mim koyun.”

Şundan dolayı:

Bizim siyaset erbabı, söyleneceklerle söylenmeyecekleri ayırmalarına ve söylenecekleri uygun bir kalıba dökmelerine yarayan “ifade terbiyesi”nden mahrumdurlar. Aslında üstün bir ifade yeteneğiyle dünyaya geldiklerine inandıkları için akıllarına geleni, o sırada söylemeyi gerekli ve yeterli sayarlar.
İşin kötüsü eksiklerinin farkına varamadan bir siyasi ömrü tamamlayıp defteri kapatanların sayısı da inanılmayacak kadar çoktur.

Yazının Devamını Oku

DSP öne çıktı

10 Mart 2010
GEÇEN yılın mart ayında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Yakında çok önemli gelişmeler olacak” müjdesini verdiğini ve onu temmuz ayında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın malum ve meşhur “Demokratik (?) Açılım”ının izlediğini anımsıyorsunuz değil mi? “Şimdi bu da nereden çıktı?” demenize gerek yok. Açıklayacağız:

İşte o, içeriği hâlâ bilinmeyen “açılım” konusunda nasıl hazırlıksız idiyse, belli ki “Anayasa’da değişiklik yapma” konusunda da Adalet ve Kalkınma Partisi farklı durumda değil.


Onlar “Öyle mi olsun, böyle mi?” diye eveleyip geveleyedursunlar, -nitekim önerilerini gelecek haftanın ortalarından önce açıklayamayacakları anlaşılıyor- eski Adalet Bakanı Prof. Dr. Hikmet Sami Türk’ün Demokratik Sol Parti (DSP) adına hazırladığı “Anayasa değişiklikleri önerisi” ortaya çıktı bile.

Nitekim DSP’liler, kendi önerilerine destek bulabilmek için CHP’den başlayarak Meclis’te temsil edilen tüm partilerle görüşme talep etmişler.

Elimizde DSP önerisinin ana çizgileriyle ilgili bilgi var.


Yeri gelmişken altını sevinçle çizerek belirtelim:


Yazının Devamını Oku

Kadınlar

9 Mart 2010
MEĞER hemen hepimiz “bakarkör” imişiz. Haksızlığı, eşitsizliği görmezmişiz. Örneğin çocukluk yıllarımızdan anımsarız. Ailece çarşıya çıktığımızda babam bizden ve her halde annemden bir-iki adım önde yürürdü.

Mutlu bir aile idik. Babam aydın bir adamdı ama dışarıda annemden utanıyormuş gibi davranırdı?

Sonra anladık ki bir erkeğin eşiyle yan yana yürümesi, onu kendisinin eşiti saydığı anlamına gelirdi. Bu ise Anadolu erkeğinin -ve özellikle Müslüman erkeğin- aile reisliği kavramına aykırıydı.


Merhum babam, 1940’larda değişti. Annem en azından görüntüde “eşit” oldu. Ama milyonlarca ailede bu gerçek hiçbir zaman değişmedi.


Tanınmış ses sanatçısı İbrahim Tatlıses’in, bundan 20 yıl kadar önce eşi Perihan Savaş’a neden şiddet uyguladığını soran gazetecilere, “O benim malım” dediği günlerden geliyoruz.


Yazının Devamını Oku

Bu bir zaferdir

7 Mart 2010
ABD Kongresi’nden canımızı sıkan bir karar çıktı. Ama neyse ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) “Büyük Dairesi” den çok önemli bir karar çıktı. Bu karar ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin “Türklerin soykırım yaptığını kabul ediyoruz” anlamına gelen kararının üzüntüsünü kökünden silebilir. Çünkü Kıbrıs Rumları bundan böyle:
“Türkler topraklarımızı elimizden aldı. Kuzey Kıbrıs’a 25-30 bin asker yerleştirdiler. Gidip malımıza mülkümüze sahip çıkamıyoruz. O nedenle hem gelir kaybımız oluyor hem malımıza tasarruf edemiyoruz” diyerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurup, -bu gerekçelerle Türkiye’den sırf gelir kaybı karşılığı 1.5 milyon dolar kadar tazminat alan Titina Loizidou gibi- yüklüce para koparamayacaklar.
Söze devam etmeden önce Türkiye’nin haklarını Avrupa İnsan Haklar Mahkemesi nezdinde savunan hukukçumuza ve orada Türkiye’yi temsil eden Büyükelçi Daryal Batıbay’a teşekkür borcumuzu ödeyelim.
Konu şu:
Biliyorsunuz Kıbrıs Rumlarının yaptığı başvurular karşısında AİHM, Kuzey Kıbrıs’taki taşınmaz Rum malları ile ilgili hukuki sorumluluğun Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne değil, orada askeri güç bulunduran Türkiye Cumhuriyeti’ne ait olduğuna karar vermişti. Zaten Bayan Loizidou’ya bir torba dolusu tazminatı o yüzden ödemiştik.
Rumlar bunu görünce AİHM’ye 1500’den fazla başvuru yaptılar. Kuzey Kıbrıs’taki toprakların yüzde 74’ünün tapusu onlara aitti. Bir başka deyişle 1 milyon 330 bin Osmanlı dönümü (1 Osmanlı dönümü 1300 metrekaredir) arazi nedeniyle -sırf mahrum kaldıkları gelir karşılığı- istedikleri tazminat 40 milyar dolara ulaşıyordu. Buna bir de “Malımızı vermezseniz parasını ödeyin” türü davaları ve onun karşılığını ekleyin.
Oysa Kıbrıs’ın Güneyinde yaşarken 1974 sonrasında Kuzeye göçen Türklerin de Güneyde kalan malları vardı. Onunla ilgili hakların iadesine Rum yönetimi yanaşmıyordu.
Uzatmayalım... AİHM bir noktada anladı ki, Kıbrıs sorunu barışçı şekilde çözülmedikçe Rumlar “Gelirimizden mahrum kalıyoruz” diyerek Türkiye’den “sonsuza kadar” para isteyecek. O nedenle sorunu çözmemek Rumların daha çok işine geliyor.
Hem bu gerçek hem de Annan Planı’na Rumların “Hayır” demesi, AİHM’nin aklını başına getirdi. Nitekim Annan Planı’na Türkler “Evet” deyince bir gelişme oldu:
KKTC’nin resmen tanınmamasına rağmen Rumların taleplerini inceleyerek adil bir sonuca bağlayacak (2’si yabancı 5’i Kıbrıslı Türk olmak üzere) 7 kişilik bir “Taşınmaz Mallar Komisyonu” kurulmasını uygun gördü. Nitekim bu son kararıyla da, kurulan bu Komisyonun verdiği kararları meşru bir “ilk yargılama mercii” olarak kabul ettiğini hükme bağlamış oldu.
Peki ama diyeceksiniz, “Öte yanda terk edilmiş bir Rum malını sonraki sahibi Türk’ten alan David Charles Orams ailesini dava eden Rum Meletis Apostolides’in Lüksemburg’daki Avrupa Birliği Adalet Divanı’nda haklılığını kabul ettirdiğini unutalım mı?”
Hayır... O da önemli ama ayrıntıyı başka yazıda ele alabiliriz. Bunun önemi, KKTC’deki bir otoritenin meşruluğunun kabulüdür.
Yazının Devamını Oku

Davos’un faturası

6 Mart 2010
TAMAM, “Türkler 1915-23 arasında Ermenilere soykırım yaptı” diyen 252 sayılı karar tasarısının ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde reddedilmesi için resmi, gayriresmi bütün ilgililerimizin büyük gayret gösterdiği, 22’ye karşı 23’lük sonuçla yani tek oy farkıyla da görüldü.<br><br>Ama karşıdakiler kazandı. Daha açık konuşalım:
Dış İlişkiler Komitesi’nin Yahudi kökenli Başkanı Howard Berman’ın gayretlerine, aslında Türkiye hakkında olumlu değerlendirmeleriyle bilinen Komite Raportörü Yahudi kökenli Alan Makovsky’nin tutumuna, Komitedeki Yahudi kökenli 7 üyenin hepsinin de “Evet, Türkler soykırım yapmıştır” yönünde oy kullanmalarına... Ve ABD’deki güçlü Yahudi örgütlerinin bu defa “Ne haliniz varsa görün” dercesine Türk tezini sahipsiz bırakmasına bakınca gerçek ortaya çıkıyor:
Geçen yılki meşhur “Davos” zaferimiz(!) vardı ya... Hani Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İsrail Cumhurbaşkanı’na yedi cihanın gözü önünde, “Siz insan öldürmeyi iyi bilirsiniz!” diyerek terk ettiği Dünya Ekonomik Forumu toplantısı...
İşte o skandalın bedelini ödedik.
(Başbakan’ın tezi yanlıştı demiyoruz, üslubu ve tarzı yanlıştı.)
Yoksa bizimkilerin tek başına 22’ye çıkardıkları oyun sayısı, Musevi Lobisi’nin de desteğini alsak öneriyi reddetmeye rahatça yeterdi.
Ve sadece Temsilciler Meclisi’ndeki 252 sayılı önerinin belini kırmış olmakla kalmaz, Senato’ya da aynı metinle sunulan 316 sayılı önerinin kaderini de kendi lehimize etkilerdik.
Şimdi bir yandan konu Temsilciler Meclisi Genel Kurulu’na gelecek mi, gelmeyecek mi baskısıyla 24 Nisan’ı yani Başkan Obama’nın yayınlayacağı “anma” mesajını bekleyeceğiz, öte yandan Senato’daki gelişmeleri izleyeceğiz.
Bu gerçekler ortada duradursun, mutat üzere yiğitliği de elden bırakmayacağız.
Örneğin iktidar partisinde Genel Başkan Yardımcısı sıfatı taşıyan birinin “Biz de onların Kızılderililere soykırım yaptığını Meclis’te karara bağlayalım” dediği bildiriliyor.
Sallamaya başlayınca onunla kalmamış, Avustralyalıların Aborijin diye bilinen yerlileri, Fransızların Cezayirlileri, Yeni Zelandalıların Maorileri soykırıma tabi tuttuğundan söz etmiş.
Keşke Rusların Tatarlara, Belçikalıların Kongolulara yaptıklarını saysaydı.
Bütün bunlar doğrudur -veya doğru olabilir- ama Türkiye Büyük Millet Meclisi oturup “Bunlar doğrudur” diye karar alsa, hiçbir şey olmaz.
Çünkü uluslararası ilişkilerde “karar”ların işe yaraması yani sonuç vermesi için karşı tarafın bileğini bükecek güce/koza sahip olmanız gerekir.
Tamam, bu karar üzerine Washington’daki Büyükelçimiz Namık Tan’ı “istişarede bulunmak (danışmak) amacıyla” Ankara’ya çağırmışız.
İyi etmişiz de... Fransız Milli Meclisi’nden “Türkler soykırım yapmıştır” kararı çıkınca Paris Büyükelçimiz Köksal Sönmez’i Ankara’ya çağırıp 4 ay göndermeyerek nereye vardık ki şimdi bu yolla sonuç alalım?
Yazının Devamını Oku

Bunun sonu yok

5 Mart 2010
ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin, periyodik sancımız olan “Ermeni soykırımını tanıyalım” konulu karar önerisini kabul edip etmediğini birlikte öğreneceğiz.

Çünkü bizim bu satırları yazdığımız dakikalarda henüz o Komite’deki görüşmeler başlamış değildi. Oysa siz bu satırları okurken

her şeyin bitmiş olması gerekiyordu.

Geçen yıl anımsarsınız, ABD’nin yeni Başkanı Barack Obama’nın İslam dünyasına çiçek atmak için ayağının tozuyla Türkiye’ye gelmesi, “Bu yıl soykırımı kabul ederler, çünkü Obama seçim kampanyasında Ermeni kökenli Amerikan seçmenlerine bu konuda çok açık söz verdi” diyenlerin aldanmasına sebep olmuştu.


Kaldı ki o tarihte zihinlerde Başbakan Erdoğan’ın İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’e Davos’ta -üstelik herkesin gözü önünde- ağır şekilde hakaret etmesinin zihinlerdeki anısı da çok taze idi. O nedenle ABD’deki Yahudi Lobisi’nin ve uzun süre Türkiye’nin yanında yer almış politikacıların “soykırımı tanıma” önerisine yeşil ışık yakmaları bekleniyordu.


Yazının Devamını Oku

Vicdanı olana mektup

4 Mart 2010
BUNA bir “makale” demeniz gerekmiyor. Çünkü bugün bir makale değil bir “mektup” yazmak amacıyla tuşlara basıyoruz.

Elbet şahsi bir mektup değil. Belki de herkesi ilgilendiren türden. Çünkü bazı hâkim ve savcılara yazıyoruz. Ama belli birine değil. Belki hepsine, belki de birine...
O “biri” kimdir, bilmiyoruz ama elindeki dosyada “asli fail” görünen insanı, “kaçma ve delil karartma şüphesi bulunmadığı için” serbest bırakırken, gazetecilik faaliyetinin gereği olarak belge toplayan insanın tutuklu kalmasından vicdan azabı duymayan hangi savcı veya hâkim varsa ona yazıyoruz.

Eylemciyi gazeteci, gazeteciyi eylemci sanan kim ise ona yazıyoruz.

Hukukun temel ilkelerinden biri olan “masumiyet karinesi”ni yok sayan, o yüzden önüne gelen zanlıyı hapse atan hangi savcı ve hâkim ise ona yazıyoruz.
İfade özgürlüğünden korkan, gerçekleri yazmayı kâbus haline getiren savcı kim ise ona yazıyoruz.

Yazının Devamını Oku

Efkâr etmek

3 Mart 2010
KARADENİZ hikâyeleri meşhurdur, ama herkes iyi anlatamaz. Biz de kendimizi “iyi anlatamayanlardan” sayarız ama bu Anayasa’da değişiklik yapma tartışmalarının zorlamasıyla denemeye niyetliyiz:<br><br>Karadenizli balıkçılar aynı tekneyle açıldıktan bir iki gün sonra, aralarından biri geri dönmüş.

Dönmüş ama perişan halde...

Demişler ki, “Siz 4 kişi gittiniz. Şimdi tek sen döndün. Ötekiler nerede? Sana böyle ne oldu?”

“Bir define yüzünden birbirimize girdik” demiş. “Sen mi çoğunu alacaksın, ben mi derken, o onu öldürdü, öteki bunu vurdu. Bir tek ben hayatta kaldım. Ben de işte bu halde geri gelebildim.”“İyi de... Define nerede?”“Defineyi” demiş, “efkâr ettiydik (aklımızdan geçirmiştik).”

Şimdi ortada Anayasa değişikliği ile ilgili öneri möneri yokken yapılan kavgalar fıkradakinden çok mu farklı sizce?

Yazının Devamını Oku