Daha MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “Meclis’teki herkese sesleniyorum. Nereden gelirse gelsin her türlü saldırıyı anında defedeceğiz. MHP’nin sıralarına 1 metre yaklaşan, bundan sonra ne olacağını görecek” cümlesinin dumanı tüterken Cumhurbaşkanı Abdullah Gül imdada yetişti.
Önce de yazdık... Bizim ülke yöneticilerinin çenesi, yurtdışı bir geziye gitmek için uçağa bindikten -ayakları yerden kesildikten- hemen sonra açılıverir.
Geriye doğru örneğin Turgut Özal’dan bu yana, hangi gezide hangi büyüğümüz gazetecilere neler söylemiş bir derleyen olsa, dünya mizah kitapları arasında satış rekoruna ulaşacak bir eser çıkar ortaya...
Bazen büyük acılar iyi fikirlere analık eder:
Nükhet İpekçi’nin adalet isteyen sözleri yine onun tarafından “katledilenlerden kalan eşyaların toplanacağı bir müze kurulması” fikrinin ortaya atılmasına yol açtı.
Ve o müzeye “Vicdan Müzesi” adını, yine bir alçakça cinayete kurban giden Hrant Dink’in kardeşi Orhan Dink koydu.
Dün “gazete” denecek nitelikteki bütün gazetelerin birinci sayfaları bu olayı duyuruyordu:
Taa 1948’de aynı şekilde alçakça bir cinayete kurban giden hikâyeci Sabahattin Ali’nin kızı Prof. Filiz Ali’den, Hrant Dink’in kızı Delal’e kadar, karanlık eller tarafından öldürtülmüş 20 aydının aileleri, hem kurulacak bir Vicdan Müzesi’ne verdikleri desteği göstermek hem de sadece kamuoyuna değil, bu cinayetlerin işlendiği dönemlerin yetkili ve sorumlularına hitap etmek için bir bildiri yayınladılar.
Anadolu’da, ağır sözler için kullanılan bir deyim vardır:
“Dirhemini yiyen köpek dağa kaçar” derler.
Bu bildiriye hedef olanların zerre kadar vicdanları varsa, o kadar etkilenmeleri gerekir.
Bakana göre, sadece PKK değil, “araya provokatörler” hatta “72 buçuk millet” de karışmış.
Kaldı ki “Tekel işçilerinin bugünlere gelmesinin sorumlusu sendika yöneticisi ve bazı siyasi aktörler” imiş. Özellikle muhalefetin bu konuyu “bulunmaz bir meta” gibi ele alıp “konuyu karıştırması”ndan ve “insanları huzursuz etmesinden” yakınmış.
Sık sık söylenir ama tekrar etmekte yarar var:
Tam, “Şu mektepler olmasa, Maarif Nazırlığı kolay olurdu” diyen Osmanlı Eğitim Bakanı’nın kafası!
Aynen haklarını kaybetmemek için çırpınan insanlardan söz ederken “Bu hükümetin bir suçu varsa o da özelleştirme sonucu açıkta kalanlara merhamet göstermesidir” diyen, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek gibi.
Çünkü ikisi de meşru bir hak için hukuk yolundan ayrılmadan mücadele etmeyi içlerine sindiremiyorlar. Bunun “demokratikleşme” yönünden taşıdığı önemi göremiyorlar.
Bunda şaşılacak bir taraf yok, çünkü “demokratik hak”lara laf demokratları değil ancak gerçek “demokratlar” saygı gösterirler.
Kaldı ki, bir an için Hayati Yazıcı’nın dediğini gerçek sayalım. Yani Tekel işçilerinin fevkalade masum “hak” kavgasına 72 buçuk millet veya PKK burnunu sokmuş, partiler de “konuyu karıştırmış” olsun.
Alçakça bir cinayete kurban giden meslektaşımız Hrant Dink’i biliyorsunuz. Müteveffanın eşi, Hrant’ın Trabzon Emniyet ve Jandarmasının, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı’nın ve bir de Hrant Dink’i “koruma” altına alması gerekirken hiçbir şey yapmayan İstanbul Emniyeti’nin çıplak gözle bile görülen “suç ortaklığı” düzeyindeki ihmalleri sonucu öldürüldüğünü ileri sürmüş ve idari soruşturma açılmasını istemişti.
Belli ki Başbakanlık, ileri sürülen iddiaları İçişleri Bakanlığı’na havale etmiş. Bakanlık da kendi içindeki Teftiş mekanizmasını işletmiş.
Buraya kadar her şey normal görünüyor.
Bakanlık Müfettişlerinin raporuna gelmeden, olayı kısaca anımsatalım:
Sonradan Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı olan Ramazan Akyürek isimli zat Trabzon Emniyet Müdürü iken, Erhan Tucel isimli muhbir, Agos Gazetesi yayıncısı ve başyazarı Hrant Dink’i öldürme amaçlı bir tertip olduğunu Emniyet’e bildirir. Bir defa ile kalmaz, gelişmeleri ve tertibi yapanları da söyler. Konu İl Jandarma Komutanlığı’na da intikal eder. Trabzon Emniyeti, durumu Ankara’ya (İstihbarat Daire Başkanlığı’na) bildirir. Oradan İstanbul’a bilgi gelir.
Ama ne Trabzon, ne Ankara ne de İstanbul uyarıya ilgi gösterir.
Tam tersine Hrant Dink korunacağına bir de İstanbul Valiliği’nde kendisine “Ayağını denk al” anlamında nasihat verilir.
Ve Hrant Dink, aylar süren bu suç ortaklığı düzeyindeki inanılmaz ihmal sonunda 19 Ocak 2007 günü alçakça katledilir.
Ama işimiz onları deşmek olmadığı için zorunlu hissetmedikçe bu örnekleri saymaya kalkmayız. Son “peygamber” tartışması bizi bir istisna yapmaya yönlendirdi.
Biliyorsunuz İsmail Hakkı Eser isimli zat, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Aydın İl Başkanı sıfatıyla 18 Kasım 2008 tarihinde yaptığı bir konuşmada, Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’a yaranmak için “Bizim için adeta ikinci Peygamberdir” dedi diye, kıyamet koptu.
Erdoğan ve partisinin öteki ileri gelenleri “Kimse böyle bir söz söyleyemez” dedilerse de, konuyu ortaya atan Milliyetçi Hareket Partisi milletvekilleri “ses kaydını” da ortaya çıkartınca, Eser’e yol göründü.
Bu duyarlık bilindiği gibi “Peygamber”le mukayese edilmenin Hazreti Muhammed’e karşı “saygısızlık” sayılmasından kaynaklanıyor.
Ama bunu öyle algılamayanlar da var. Örneğin geçen gün Murat Bardakçı, 29 Mayıs 1976’da yapılan bir törende Milli Selamet Partisi lideri Necmeddin Erbakan’dan “Peygamber” diye söz eden bir partiliye tepki göstermedi diye Necip Fazıl Kısakürek’in Erbakan’ı ağır şekilde eleştirdiğini anlatıyordu.
Tanınmış bilim adamı Prof. Dr. Celal Şengör dostumuz, bize gönderdiği bir makale taslağında, “İslam âleminin on dokuzuncu yüzyılda yetiştirdiği önemli düşünürlerden olan Cemaleddin Efgani (1838-1897) 1870 yılında Darülfünun-u Osmani’de (üniversitede) verdiği konferanslarda ‘Nübüvvet san’attır’ yani ‘Peygamberlik san’attır’ deyince, kendisi (üniversiteden) kovulmakla kalmıyor, üniversite tâ 1900’e kadar kapatılıyor” diyordu.
Gerçi Cemaleddin Efgani’nin sözü öyle değil ama bizde sırf “yalakalık” olsun diye böyle benzetmeler veya Başbakan Tayyip Erdoğan’ın üslubuyla “gaz verme” örnekleri az değildir.
Yalakalığa ve “gaz verme”ye örnek olarak, Kurtuluş Savaşı sırasında Türklere yaptıkları yardıma teşekkür amacıyla Hindistan’a giden hey’etin yurda dönüşünde yani Hilafet’in kaldırılmasını izleyen günlerde, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’e, “Oradaki Müslümanlar sizin Halife olmanızı istiyor” dediği ve Atatürk’ün bu teklifi çok saçma bularak reddettiği, pek çok kaynakta yazılıdır.
Hem de, eskiden sinema filmleri için kullanılan terimle: “32 kısım, tekmili birden!” denecek kadar yoğun şekilde. Uzatmadan sayalım.
Meclis’te Başkanlık Divanı basıldı. Bu birincisi.
Demokratik sistemin temel kurumlarından biri olan “çalışanların hak kavgası”, ikinci olay.
Ve bir yanda Sayın Emine Erdoğan’ın, öte tarafta Sayın Güldal Mumcu’nun mağdur olduğu iki olay.
Bu üç olaya:
Kendisi gibi düşünmeyen birinin aynı gazetede yazmasına bile tahammül edemeyip başka gazeteye geçen;
Babasıyla karıştırdığı başka bir yazara hakaret eden;
Kendisini Babıâli’nin “Guru”su (manevi önder) sanan;
Bu niteliğinin de sağladığı avantajı kullanarak - biraz da inat olsun diyeyaklaşık 5 yıl süreyle TBMM Başkanlığı yapmış, deneyimli bir politikacıdır. Kendi iddiasına göre hem üslubuna egemen biridir, hem de insan ilişkilerinde çok dikkatlidir.
Ama bu son değerlendirmede bir yanlışlık olduğu önceki gece yine ortaya çıktı:
Önce Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne karşı yapılabilecek en büyük saygısızlıklardan birinin faili oldu.
Dünkü gazetelerde ayrıntıları vardı:
Başbakan Yardımcısı Arınç
O tarihte Türk-İş’in yani Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun Genel Başkanı merhum Şevket Yılmaz idi. Yılmaz, merhum Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminde çok yoğun olarak yaşanan “düşük ücret” politikasının sürüp gitmesine duyulan tepkiyi organize etmişti.
Gerçi eylemin “yasalara aykırı” olup olmadığı tartışıldı, hatta Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcılığı bu yüzden Türk-İş yöneticileri hakkında soruşturma açtı ama “sosyal zaruret”, sonucu etkilemiş olmalı ki yapılan eylemde bir suç bulunmadı.
Şimdi yani o olaydan tam 20 sene sonra eğer demokrasimiz Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi “gelişmiş” ve “belli bir olgunluğa erişmiş” ise, mesele yok demektir:
Sadece Türk-İş değil, TEKEL işçilerine destek vermek için “Çalışmama hakkı”nı kullanacaklarını ilan eden HAK-İŞ, DİSK, MEMUR-SEN, KAMU-SEN, KESK yani ülkemizdeki tüm sendika üyesi çalışanlar bu perşembe günü işlerini bırakacaklar ve sadece özel sektörde değil, kamu kurumlarında da iş hayatı duracaktır.
Bunun kâğıt üstündeki adının şu veya bu olması, olayın niteliğini değiştirmez:
Bu fiilen bir “genel grev”dir.
Genel grev de sadece demokrasilerin kaldırabileceği bir haktır.
O nedenle Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dünkü TBMM grup toplantısında söyledikleri kendisi açısından ne kadar makul görünse de TEKEL işçilerinin -Başbakan’ın ifadesiyle- “İstemezük! Bunu da kabul etmiyoruz” demelerinde hayret edecek ve “yasalara aykırı” denecek hiçbir şey yoktur.