Oktay Ekşi

Sonu belli

2 Mart 2010
HER kafadan bir ses çıkınca “Yargı Reformu” konusu da çorbaya döndü. Son öneri Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından formüle edildi. <br><br>Başbakan Erdoğan, sürüp giden anlaşmazlığı çözebilmek için olsa gerek, “İleri demokrasilerdeki modellerin ortalamasını alalım, onu uygulayalım” gibi bir öneri ortaya attı. Hani “Her Çinli günde bir adet Türk fındığı yese, fındık ihracatı gelirimiz iki misline çıkar” türü kestirme çözümler vardır ya... Lafta güzel ama uygulamada sıfırdır, bize  Başbakan’ın önerisi öyle göründü.
Öyle ya İngiltere’de yargıçları Adalet Bakanı tayin eder ama hiç sorun çıkmaz. Çünkü İngiltere’de bir politikacının veya Adalet Bakanı’nın yargıya müdahale etmesi, örneğin savcıya elindeki soruşturma dosyasının durumunu sorması yahut yargıcın sağlığının iyi olup olmadığı bahanesiyle bir davadan söz etmesi aklın, havsalanın alabileceği bir şey değildir.
Hele bir Başbakan’ın, yürütülmekte olan bir soruşturmanın “sonuna kadar arkasında olduğunu” söylemesi, onunla kalmayıp, “Ben o davanın savcısıyım” demesi, Parlamento’da bir “gensoru” konusu olur. Çoğu kez de mesele “güvenoylamasına” kadar gider. Çünkü bunların hepsi apaçık “yargıya müdahale” sayılır.
Şimdi ne yapalım? Orada yargıçları Adalet Bakanı tayin edebiliyorsa, “İngiliz demokrasisi ileridir” gerekçesiyle bizde de o yetkiyi Adalet Bakanı’na mı bırakalım?
Almanya’da da öyle... Daha doğrusu Eyalet Yargıçlarının yüzde 75’i o eyaletin Başbakanı ve Adalet Bakanı tarafından tayin ediliyor.
Ne dersiniz, bizdekinden “iyi” ve “ileri” olduğunda kuşku bulunmayan Alman demokrasisindeki modeli Türkiye’ye mi alalım?
O kadar da değil... Belçika, Norveç, İrlanda, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Lüksemburg ve Macaristan’da da yargıçlar Adalet Bakanlığı veya Bakanlığın önerisi üzerine Devlet Başkanı tarafından atanıyor.
İtalya, İspanya, Polonya’da, içinde “yasama” ve “yürütme” temsilcilerinin yer aldığı birer “Konsey” tarafından yapılan öneri üzerine Devlet Başkanı tarafından; Fransa’da ise Cumhurbaşkanı’nın başkanlığındaki “Yüksek Yargı Konseyi” tarafından yargıç tayini yapılıyor. Fransa’daki Konseyin Başkan Yardımcısı sıfatıyla Adalet Bakanı da görev yapıyor. Konsey’de 6 yargıç, 6 savcı ve biri Senato’dan, öteki Millet Meclisi’nden gelen iki de parlamenter bulunuyor.
Oradaki Cumhurbaşkanı ne kadar “tarafsız”dır, onu Fransızlar bilir, ama bizdekinin “tarafsız” olduğunu veya olacağını söylemek için bin tanığa ihtiyaç vardır.
Şimdi durum bu iken, “hangi ortalamayı” esas alacağız?
Eğer bugünkü iktidarın, ipin ucunu Meclis’e teslim etmeyi amaçlayan yaklaşımları sürecekse yani Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun üye sayısını (yedeklerle birlikte) “11’den 21’e çıkaralım, bunun üçte birini yargıç ve savcılar, üçte birini Yargıtay ve Danıştay, üçte birini de  Cumhurbaşkanı ve Meclis seçsin” türü bir formülde ısrar edilecekse, sonunda nereye varırız biliyor musunuz?
Üye belirleme hakkını Meclis’e teslim ettiğimiz Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) ile nereye vardıksa oraya!
Yazının Devamını Oku

Reform o mudur?

28 Şubat 2010
FELEK fırsat verirse şu Yargı Reformu meselesine değinelim diyoruz. Ama siz yine de bu satırları okuduğunuz dakikaya kadar emin olmayın çünkü dahayazıyı yarılamadan yeni bir olayın bizi yeni bir konu yazmaya mecbur etmesi mümkündür.<br><br>Hele de bizim ülkede... Neyse ki Başbakan Tayyip Erdoğan da dün Yargı Reformu’na değinmiş. Değinirken ilginç görüşler de ortaya atmış.
Önce oradan başlayalım:
Başbakan Erdoğan’a göre, ülkemizdeki parlamenter demokrasinin temel koşulu olan “kuvvetler ayrılığı” sistemi iyi işlemiyormuş. Bunun kanıtı da, “yargının”, “yürütme” yani hükümet tarafından verilen bir kararı yahut “yasama” yani Meclis tarafından çıkarılan bir yasayı bir kalemde “silip atıyor” olmasıymış.
Başbakan’ın şikâyeti, Türkiye’nin “hukuk devleti” değil, “kanun devleti” olduğu dönem yani 1938-1960 arası için doğrudur, yerindedir. Çünkü o dönemde tüm devlet mekanizmasını “hukuka göre” kurmak ve işletmek gibi bir meselemiz -ve ilkemiz- yoktu.
Ama onun ilkelliği ve iktidarları giderek “faşizme” kaydırdığı görüldüğü için 1961 Anayasası, devletimizin temel niteliklerinden birinin “hukuk devleti” olduğu hükmünü koydu. Anayasa Mahkemesi bu yüzden yani “hukuka aykırı” yasaları önlemek için kuruldu. “İdarenin her türlü eylem ve işlemleri” o yüzden yani hükümetin keyfiliğini önlemek amacıyla “yargı denetimine açık” hale getirildi.
Şimdi Başbakan bunlardan şikâyet ediyor. Dahası “siyasi partileri kapatma” konusunda halen Anayasa Mahkemesi’ne ait olan yetkiyi ondan alıp “Meclis’e devredelim” diyor. Yani “kuvvetler ayrılığına” taban tabana zıt bir şey istiyor.
Eğer bu noktaya gelirsek acaba biri çıkar da, “Sayın Başbakan önerdiğiniz model tek parti devrinin 1924 Anayasası’na bile değil taa 1921 Anayasası dönemine uyuyor. Sadece o zaman tüm kuvvetler Meclis’te toplanmıştı. Şimdi sizin ‘İLERİ DEMOKERASİ’ dediğiniz model o mu?” diye sorarsa merak ediyoruz yanıtı ne olur?
İşin kötüsü ortada sadece öneri değil, bir de “dil” farkı var. O yüzden Başbakan Erdoğan’la ve onun etkisi altında konuşan iktidar politikacılarıyla anlaşamıyoruz.
Sadece biz değil, belli ki Yüksek Yargı kurumlarının Başkanları da aynı sıkıntıyı yaşıyor. Nitekim hükümet adına öneri üreten Adalet Bakanı, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na Meclis’in de üye seçmesinde ısrar ediyor. Adalet Bakanı ile Bakanlık Müsteşarı’nın bu kurulda üyeliğinin devam etmesini istiyor.
Aslında hükümet yargıya müdahale etmeme terbiyesini içselleştirse insan, “Kurulda onlar da bulunsun” diyebilir.
Ama kızdıkları savcı ve yargıçları cezalandırmak için hemen müfettiş gönderen, yetmezse ihbar mektupları üretip hakkında soruşturma açtıran, o da yetmeyince tutuklatan bir zihniyetin egemen olduğu ortamda buna “Evet” denebilir mi?
Yazının Devamını Oku

Demokratlarımız

27 Şubat 2010
KAÇ gündür yargı reformu ile ilgili düşüncelerimizi sizinle paylaşmak istiyoruz ama önümüze ya “paşaların gözaltına alınması” olayı, ya Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’yla görüşmesi çıkıyor. Bugün de Başbakan’ın -mutat üzeremedya patronlarına, “Atın o sütun yazarlarını işten!” mesajı içeren konuşması çıktı.

Biliyorsunuz bazı meslektaşlarımıza ve üniversitede hocalık yapan bazı aydınlarımıza göre demokrasimiz müthiş bir gelişme içindedir.
Doğrusu demokrasinin gelişmesi bizim de özlemimiz ama galiba demokrasi deyince bu arkadaşlar ve Başbakan başka şeyden, biz başka şeyden söz ediyoruz. Hani derler ya, “Maksud (maksat) bir ama rivayet muhtelif” diye... Bunun tam tersi söz konusu, çünkü burada, “Rivayet bir ama maksud muhtelif!.”
Sebep basit:
Biz, her insanın kendi düşüncesini özgürce ifade ettiği, bu yüzden ekmeğiyle oynanmadığı, baskı altına alınmadığı, hapsedilmediği bir rejimin adının “demokrasi” olabileceğini söylüyoruz.
Bizim bildiğimiz demokrasilerde de başbakanlar medyaya sık sık kızar. Yeri gelir eleştirir de... Ama medya patronlarına, “Sen nasıl patronsun? Adamlarına söz geçiremiyor musun?” demezler. Çünkü bunun denebildiği yerde “demokrasi”den söz edilemeyeceğini herkes bilir.
Başbakan Erdoğan bir süre önce “Yalan yazıyorlar” yahut “Gerçekleri çarpıtıyorlar” diyordu. Böylece olayları kamuoyuna kendisinin istediği gibi sunmayanlara kızdığını anlıyorduk.
Belki bazı örneklerde de haklı idi.

Yazının Devamını Oku

Çankaya’daki zirve

26 Şubat 2010
TAHMİN edeceğiniz gibi bugünün en önemli konusu, Cumhurbaşkanı Gül’ün çağrısı üzerine Çankaya’da Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nın katılımıyla düzenlenen üçlü zirve toplantısı... Konuda bir ihtilaf yok. Ama toplantının içeriği bilinmediği gibi, Çankaya Köşkü’nden yapılan üç cümlelik açıklama da bir şey söylemiyor.

İsterseniz açıklamanın işlevsel iki cümlesini birlikte okuyalım:

“Görüşmede son günlerde kamuoyunda tartışılan konular ayrıntılı bir biçimde ele alınmıştır. Bu bağlamda gündemdeki meselelerin anayasal düzen ve kanunlarımız çerçevesinde çözüme kavuşturulacağından, vatandaşlarımızın emin olmaları ve bu süreçte kurumlarımızın yıpranmaması için herkesin sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gerektiği hususları vurgulanmıştır.”

Siz bu iki cümleye bakarak:

“Ülke yönetimindeki en etkin üç kişi bize, içinde bulunduğumuz çok ciddi kriz döneminden çıkabilmemiz için şu somut hedefi gösterdiler. Biz de o somut hedefe ulaşmalıyız” diyebiliyor musunuz?

Yazının Devamını Oku

Ne dendi, ne oldu?

25 Şubat 2010
İSTERSENİZ sabredin de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Yargıtay Birinci Başkanı Hasan Gerçeker ile Danıştay Birinci Başkanı Mustafa Birden’le ve dün de Adalet Bakanı Sadullah Ergin’le yaptığı, “Yargıda yapılacak reform” konulu görüşmelerin vereceği sonucu bekleyin. Umarız “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan” olmayız.

Biliyorsunuz Abdullah Gül, 58’inci hükümetin Başbakanı sıfatıyla TBMM’de 23 Kasım 2002 tarihinde okuduğu “Hükümet Programı”nda aynen:

“Yargı gücünü kullananların görevlerini yasaların emrettiği doğrultuda, tarafsız olarak kullanmaları, kişi hak ve özgürlüklerinin en önemli teminatıdır. Hükümetimiz, yargı yetkisini kullanan kişi ve kurumların bağımsız ve tarafsız karar vermelerini sağlayacak bir yargı reformu gerçekleştirmek için;

* Anayasa ve yasalardaki yargı bağımsızlığı ve hakimlik taminatı ile bağdaşmayan hükümler değiştirilecek, hakimlerin tarafsızlığını ve hukukun siyasallaşmasını engelleyen önlemler alınacaktır.

* Yargı hatalarından dolayı mağdur olanların zararlarının tazmini için bütçeden kaynak ayrılacaktır.

Yazının Devamını Oku

Fişçiler

24 Şubat 2010
KAHRAMANMARAŞ Milletvekili Avni Doğan’ın bir gerçeği ortaya koyan “40 yıl bizi onlar fişlediler, şimdi de biz onları fişliyoruz” sözü kendisi tarafından “maksadını aşmış” sayılsa da bunu üyesi olduğu parti yöneticileri dahi yeterli saymamış ki, gelen haberlere göre, “Disiplin Kurulu”na verilecekmiş.

Aynen, “Bu iktidara karşı çıkanların kanını tahlile yollamak gerekir. Bu kanı bozuklar, gizli sözleşmeler yaparak ihanet etmişlerdir” diyen Ahmet Aydoğmuş isimli Çorum Milletvekili gibi.

Disiplin Kurulu, bu sözlerin parti politikasına aykırı olup olmadığını değil, o sözlerin bu konjonktürde söylenmesinin partiye zarar verip vermeyeceğini tartıp da karar verecek. Yanlış anlamayın.

Zaten söylenenler bugün iktidarda olan partinin ve yandaşlarının yeni bir gerçeğini ortaya koyuyor değil, uygulamalar ve yapılan yayınlar, eskiden beri kimleri hedef aldılarsa, o insanların hepsi hakkında dosya tuttuklarını, esas olarak da “özel yaşam” bilgileri topladıklarını ispat ediyor.

İlk örneği kendimiz, bundan 14 sene önce bir televizyon programında  Abdurrahman Dilipak’ın “Siz Kurucu Meclis üyesi iken ezanın Türkçe okunması için bir öneride bulunmadınız mı?” demesiyle yaşadık.

Yazının Devamını Oku

Görünen köy

23 Şubat 2010
KAÇ emekli orgeneral gözaltına alınmış, kaç amiral sorguya çekilmiş, kaç albay tutuklanmış izleyemez olduk. O nedenle dün gözaltına alındığı bilinen eski Hava Kuvvetleri Komutanı E. Org. İbrahim Fırtına sabah kendisini “tutuklu” bulursa şaşırmayın. Fırtına’ya kaç general, kaç amiral eklendiğini de birlikte öğreniriz.

Soruşturma gizli olduğuna ve biz savcılara yol gösteren, hangi tutuklama dalgasında kimin içeri alınacağını veya alınması gerektiğini söyleyen Ergenekon Andıççılarından olmadığımıza göre, sebebi elbet bilmiyoruz.

Dahası... Yasaları çiğneyip kalem eşkıyalığı yapmaya kalksak, bizi kurtarmak üzere yasa tasarısı hazırlanmasını emredecek bir Başbakanımız da yok.
Ama resme dışarıdan bakınca bu işin şirazesinden çıktığını görüyor ve söylüyoruz.

Örneğin, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in Adalet Bakanı iken Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner’e -kendisi de itiraf etti-  telefon edip “İsmailağa cemaati” hakkındaki soruşturmanın gidişatını sorduğu ortaya çıkıyor. Sadece o değil bir de Ceza İşleri Genel Müdürvekili telefon ediyor.

Yazının Devamını Oku

Tekenin sütü

21 Şubat 2010
BAZI meslektaşlarımız tüm iyi niyetleriyle geçen günlerde yani hükümetin askerle, hükümetin yargı ile, hükümetin Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) dışındaki tüm partilerle -artık medya ile olandan söz etmiyoruz- kavgası yüzünden yaşanan gerginliğe çare olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün devreye girmesini istediler.

İsterler de...

Bu acaba gerçekçi bir istek miydi yoksa “tekeden süt sağmak” gibi bir şey mi idi?

Gerçi geçen zaman zarfında bizzat Cumhurbaşkanı da böyle bir teşebbüsün bir sonuç doğurmayacağını görmüş olmalı ki, ne o kimseyi çağırdı ne de ilgililerden böyle bir talep geldi.

Ve biz de, geride kalan 87 senelik Cumhuriyet döneminde -öyle sanıyoruz ki- hiç yaşanmamış denecek kadar ağır gerilim -hatta kriz- döneminde neden Cumhurbaşkanı, Anayasa’dan doğan hak ve yetkilerini kullanmadı diye merak ettik.

Öyle ya Anayasamız bu konuda kendisinden üstelik “devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetmesini” istiyor.

Sonunda sorumuzun yanıtını hafızamızda bulduk.

Gerçekten bugün Türkiye’de “(...) Anayasa’ya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılaplarına ve laik Cumhuriyet’e bağlı kalacağıma (...) namusum ve şerefim üzerine ant içerim” diyen ve sorulunca “yeminine bağlı olduğunu” söyleyen bir Cumhurbaşkanı var.

Cumhurbaşkanı Gül’

Yazının Devamını Oku