Oktay Ekşi

Tutarsızlık

27 Nisan 2010
ABD Başkanı Obama, bu yıl Türkiye’yi “soykırım yapmakla” suçlayacak mı, suçlamayacak mı şeklindeki falın sonucu bu defa da içinde “soykırım” (genocide) kelimesi geçmeyen bir metinle açıklandı. Ama metni ciddiyetle okuyan herkes kabul eder ki, açıklama “soykırım” kelimesi kullanılsa bu kadar ağır olamazdı.

Aslında Obama geçen yıl da “ağır” konuşmuştu. Belli ki metinde “genocide” kelimesini kullanmayarak Türkleri memnun edeceğini hesaplamış, öte yandan bu vesileyle “kavgada söylenmeyecek” kadar ağır kelimeler kullanarak ve “genocide” yerine Ermenicede kullanılan “Meds yeghern” (Büyük felaket) deyimini koyarak Ermenilerin gönlünü almayı ummuştu.

İyi anımsarız... Bu taktik geçen yıl ne Ermenileri ne de Türkleri memnun etmişti. Örneğin Ermeniler, başkan seçilmeden önce “Beyaz Saray’da şimdi huzurunuzda söylediklerini aynen tekrarlayacak bir Başkan istiyorsanız bana oy verin” dediğini anımsatarak, “Hani Ermenilere karşı soykırım yapıldığını ilan edecektin?” diyerek kızdılar.

Türkiye’nin tepkisini dile getiren Başbakan Tayyip Erdoğan da, Obama’nın Türkiye hakkında bazı olumlu sözler de kullanmasına atıfta bulunarak:

“Türkiye bir yandan övülüp öte yandan aldatılacak bir ülke değildir” demiş “Biz bu açıklamanın tarihi gerçekleri doğru şekilde yorumlamadığını görüyoruz. O nedenle söylenenlerin kabul edilmesi olanağı yoktur” demişti.

Yazının Devamını Oku

Tüccarlar isteyince

25 Nisan 2010
MARİFETLİ olanlar İçişleri Bakanlığı’nın bir başka biriminde mi görev yapıyorlar yoksa Emniyet Genel Müdürlüğü’nün mensubu denen kesimden mi, bilemiyoruz. Ama bir süredir TBMM İçişleri Alt Komisyonu’nda görüşülen “Silah Kanun Tasarısı”nın başından geçenlere bakınca, birilerinin birtakım tuhaf çabalar içinde olduklarını görüyoruz. Söz konusu Alt Komisyon’da görüşülen tasarının gerekçesinde yasalarımızı “AB müktesebatına uyum programı çerçevesinde” bu düzenlemeye gereksinim duyulduğu bildiriliyor. İnandırıcı olsun diye bir de “91/477/AET” sayılı bir “Direktif”e (Talimat) atıfta bulunuluyor.
İnceleyince görüyorsunuz ki sözü edilen “direktif”in içeriği ile getirilen tasarının hükümlerinin hemen hemen hiç ilişiği yok. Örneğin tasarı o bahaneyle tutuyor, bugüne kadar Genelkurmay Başkanlığı’nın uygun görüşü koşuluyla Milli Savunma Bakanlığı’nın iznine tabi olan “askeri silah ithal etme” yetkisini Emniyet Genel Müdürlüğü’ne ve Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı’na da tanıyor. Tanımakla kalmıyor, bu kurumların isterlerse kendi ihtiyaç duyacakları tank, top gibi askeri silahı uygun görecekleri şirket yahut kişi eliyle satın almalarına izin veriyor.
Genelkurmay ile Milli Savunma’nın itirazı üzerine bu hükmü tasarıdan çıkaran Alt Komisyon sonra -işe birtakım Rufailer karışmış olmalı ki- o hükmü tekrar tasarıya koydu.
Askeri silah ithalinde aracı olmak demek, deveyi havuduyla (semeriyle) yutmak demektir.
Bunu bilince arkadaşımız Yalçın Doğan’ın önceki gün CHP Adana Milletvekili Hulusi Güvel’e atfen yazdıkları daha iyi anlaşılıyor:
Silah tasarısını görüşen Alt Komisyon Başkanı Sivas Milletvekili Selami Uzun (elbet iktidar partisinden) Komisyon çalışmalarının bitmiş olmasına rağmen tutmuş üyeleri alelacele bir toplantıya çağırmış. Gerekçe olarak da “Silah tüccarlarının taleplerinde teknik bazı eksikler var, onları tamamlamak gerek” demiş.
Gazetelere yansıyan haberlere göre Başkan hayli ilginç bir kişi olmalı. Çünkü “Neden buna ihtiyaç duydunuz?” gibi sorulara, “Öyle uygun gördük” gibi, çok veciz(!?) ve anlamlı(!?) yanıtlar verdiği bildiriliyor.
Nitekim “Silah tüccarlarının gördüğü teknik eksikler”(!) meğer “silah satışının önündeki engelleri kaldırmayı” amaçlıyormuş.
Hele şu “Anayasa” işi bitsin, Meclis’in yaz tatilinden önce çıkarmaya azmetmiş gibi göründüğü tasarı yasalaşırsa işimiz iş demektir. Hem de “AB ile uyumlu olmak” gerekçesiyle artık, aklınıza gelebilen her iğrenç suçtan hüküm giyene “ateşli silah taşıma” yolu açılmaktadır. Yeter ki ilgili gidip bir mahkemeden “memnu hakkın iadesi” kararı alıversin.
Sonra “ateşli silah” taşımak isteyenin akıl hastası olup olmaması da önem taşımayacaktır. Dahası “pompalı tüfek” almak ve taşımak isteyen birine yaşının 18’i geçmesi halinde bu devlet adam öldürme kapısını açmakta sakınca görmemektedir.
Bu ülkede can zaten ucuzdur. Bu iktidar onu da yeterli bulmayıp belli ki hepimize “Kafası kızan çekip karşısındakini vursun” demektedir.
Eee... Silah tüccarları öylesini uygun görüyorsa, bu iktidar ne yapsın?
Yazının Devamını Oku

Hukuk ve soykırım

24 Nisan 2010
PAPATYA falının son yaprağı da bugün kopacak ve Başkan Barack Obama’nın “Türkler 1915-1923 arasında (bu 1923’ün nereden çıktığını biz bugüne kadar hiç anlayamadık) Ermenilere karşı soykırım yapmıştır” deyip demediğini hep birlikte göreceğiz. Unutmayalım, Obama, seçilmeden önce Ermeni seçmenlerine bunu vaat etmişti. ABD Başkanı olan kişileri yıllardır “Türkler soykırım yapmıştır” demekten alıkoyan etkenleri sayısız defa yazdık. Nitekim Ronald Reagan’dan beri Beyaz Saray’a gelenlerin hepsi, “Ermenilere soykırım yapıldığını resmen açıklama” vaadiyle oy istemiş ama sıra bunu resmen ifade etmeye gelince söyleyememiş veya söylememeyi tercih etmişti.
Geçen yılın 24 Nisan’ı bu açıdan Ermenilerin en şanslı olduğu döneme rastladığı halde Obama da resmen “genocide” (soykırım) dememek için bunun Ermenice karşılığı olan “metz yeghern” kavramını kullanmıştı.
Demek ki Beyaz Saray’daki Tarzan’ın işi zor. Ama sadece yıllardır bilinen nedenlerle değil, bu defa karşısına CHP İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ’ın çıkardığı -daha önce hiç bu kadar ciddi şekilde ele alıp da önüne koymadığımız- hukuk mantığına dayalı çok güçlü argümanlar nedeniyle de zor.
Elekdağ, Başkan Obama’ya 16 Nisan 2010 tarihli bir mektup gönderdi. Metni kamuoyuna tam yansımayan bu mektupta Obama’nın özellikle “iyi bir hukukçu” kimliğine hitap ederek, “Türkler soykırım suçu işlemiştir” derse:
*  Evrensel hukuk ilkelerine,
*  Amerikan Anayasası hükümlerine aykırı davranmış olacağını söyledi. Özetle:
“Soykırım” bir “hukuk” kavramıdır. Neye “soykırım” deneceği ABD’nin de onaylayarak kendi hukukunun bir parçası saydığı 1948 tarihli Uluslararası Sözleşme’de belirlenmiştir. Buna göre bir kişinin (tabii devletin de) soykırımla suçlanabilmesi için, hem “yetkili mahkeme tarafından suçun kanıtlanması” hem de “buna ilişkin özel kastın saptanması” gerekir. Bunlar yapılmadıkça birilerinin başkasını soykırımla suçlaması, hiçbir hukuki değeri olmayan bir iftiradan ibaret kalır.
Nitekim bugüne kadar ancak Nurenberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi’nin, Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin, Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin ve son olarak Irak’ta kurulan Özel Mahkeme’nin kararlarıyla “soykırım” iddiaları hükme bağlanmıştır.
Oysa Türkiye için böyle bir karar yoktur.
Böyle bir karar yokken Türkiye’yi “soykırım”la suçlamak,
*  Hukukun temel ilkesi olan “masumiyet karinesine”,
*  “İşlendiği zamanın hukukuna göre suç teşkil etmeyen bir eylem, sonradan suç oluşturmaz” diye özetlenebilecek “suçun kanuniliği” ilkesine ve
*  ABD Anayasası’nın, “Geçmişe dönük cezai yaptırım konulamayacağını” söyleyen 1. maddesinin 9’uncu bölümünün ruhuna da aykırı olur” diyor.
Bakalım sesini işittirebilecek mi?
Yazının Devamını Oku

İşimize gelince

23 Nisan 2010
POPÜLİZM acaba siyasette mi çoktur, gazetecilikte mi diye sorarsanız, “Politikada çoktur” diyemeyiz.

O nedenle popüler sayılmayan bir görüşü savunmaya kalkmak, özellikle bir sütun yazarı için pek de akıllıca bir şey sayılmaz. Ama hiç aklımızda yokken Başbakan Tayyip Erdoğan bizi buna zorladı.

Oysa biliyorsunuz kendisi “popülizme” fena halde karşı bir siyasetçi olarak geçinir.

Bu defaki örneğimiz, “bedelli askerlik.”

Gazete haberine bakarsanız -inanmak sizin keyfinize kalmış- “Türkiye’de 250 bin kişi bedelli askerlik bekliyor”muş.

Oysa o rakamı 500 bin olarak ifade etseler de kimse karşı çıkamazdı.

Keza “Hiç askere gitmek istemeyenlerin sayısı 4 milyonu bulur” diyen birine de biz “hayır” diyemez hatta “Madem popülizmin sakıncası yok, biraz daha ileri gidip askerliği kaldırın” türü bir tavsiyede bulunabilirdik.

Aslında önemli olan “sayı” değil.

Yapılmak istenen şey:

Yazının Devamını Oku

Küçük Amerika

22 Nisan 2010
BİR zamanlar –yani 1950-54 arasında- Cumhurbaşkanı Celal Bayar ülkemizin bir gün “Küçük Amerika” olacağını söylemiş, Başbakan Adnan Menderes de, “Küçük Amerika” olabilmemizin temel koşulunu ilan etmişti.

Ona göre ilk hedef “her mahallede bir milyoner” yaratmaktı. Aradan nerdeyse 60 sene geçti.


Şimdi Menderes’in -o günkü ölçülerle- söylediği kadar olmasa da hamdolsun çok sayıda “milyarderimiz” var.

Geriye ne kaldı?


İşte onu da Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son olarak ortaya attığı “başkanlık sistemi”ni getirince tamamlayacağız.


Yazının Devamını Oku

Sistemin fazileti

21 Nisan 2010
BİZİM medyada bir âdet vardır. O konuyu yazan muhabir eğer aynı tür bir olayı daha önce duymamış, okumamışsa yazdığı konunun “ilk defa meydana geldiği” yolunda bir ibare ekler. Oysa biraz incelese belki on, belki yirmi örneğin daha önce yaşanmış olduğunu görür. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Başkanlık rejimi” önerisi ona benziyor.

Erdoğan eğer Türkiye’yi Başkanlık sistemine götürebilirse çok yararlar sağlayacağımızdan dem vuruyor. Sözlerinden de sistemin artısını eksisini değil, kendi siyasi özlemleri yönünden doğru olup olmadığını ön plana aldığı anlaşılıyor.

Oysa Başkanlık rejimi, şöyle bir göz atmak amacıyla ele alacağınız hemen her Anayasa kitabında uzun uzun anlatılan bir konudur.

Sadece Anayasa kitaplarında değil, yakın siyasi tarihimizi konu edinen hemen her kitapta da “Türkiye’de Başkanlık rejimi yararlı mı, zararlı mı olur?” tartışmasının yapıldığına ilişkin örnekler bulursunuz.

Dahası... Hem 1961 Anayasası ile ilgili tartışmalar yapılırken, hem de, biz dahil hemen herkesin eleştirdiği 1982 Anayasası’nın gündemde olduğu dönemlerde bu konu bol bol gündeme geldi.

Yazının Devamını Oku

Ne dediniz?

20 Nisan 2010
HAKKINI yemeyelim. Çok eleştirsek de kabul etmeye mecburuz ki Tayyip Erdoğan’ın Başbakan olduğu bir ülkede gazetecilik yapan bizler, hiç değilse bir noktada dünyanın gelişmiş demokrasilerindeki meslektaşlarımıza göre çok ama çok şanslıyız. Çünkü onlar yazacak bir konu bulmak için saçlarını başlarını yolarlar.

Oysa Türkiye’de gazetecilik yapan bizler, Erdoğan sayesinde her gün en az üç konudan hangisini ele alsak diye bocalarız.

Çünkü Erdoğan -merhum Turgut Özal da öyleydi- müthiş bir “kamuoyu manipülatörü”dür. Bir tartışmanın yarattığı bunalımdan kurtulmak istediği
anda, dağarcığından yeni bir konu çıkarıp ortaya atıverir.

Ve siyasetçiler, gazeteciler bir hafta, iki hafta o meseleyle meşgul iken o, bunaldığı konu üzerindeki kamuoyu baskısının kalkmasından yararlanıp aklındakini gerçekleştirir.

Yazının Devamını Oku

Köroğlu gibi...

18 Nisan 2010
SONUNDA Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay da başına buyruk Bolu Valisi Halil İbrahim Akpınar’ın, Abant Gölü ve çevresini “düzenleme” gerekçesiyle mahvetmesi karşısında sessiz kalamadı ve “Çalışmaları Valilik yürütüyor. Bu konu ile Bakanlığımızın ilgisi de, bilgisi de, izni de yok” dedi. Konuyu 12 Nisan tarihli Hürriyet’ten özetleyelim. “Tek dal kırmanın bile yasak olduğu Abant Tabiat Parkı şu günlerde dev bir şantiye halinde... Kamyonlar göl kıyısına toprak döküyor, dozerler yolları genişletiyor. Yeni yol için ağaçlar kesiliyor. Gölün seviyesi 2 metre yükseltilince piknik alanları su altında kaldı. Küçük bir göl daha oluşturuldu. Nesli tükenen susamurlarının, yeryüzünde sadece bu bölgede yetişen Abant Çiğdemi, Mavi Çiğdem ve Kar Çiçeği’nin bulunduğu alanlar hafriyat altında kaldı.”
Tüm bunlar oldu çünkü, -iddiaya göre- bir süre önce bu yöreden geçen Başbakan Tayyip Erdoğan, bir yeri göstererek Vali Bey’e, “Şurada bir otel güzel olur” gibisinden bir laf etmiş.
Dostumuz Mehmet Y. Yılmaz’ın bu gazetedeki sütununda 22 Temmuz 2009 günü anlattığı bir anekdota bakarsanız, “Bu iddia yalandır” demeye diliniz varmaz.
Aslında Yılmaz’ın anlattığı anekdotun kaynağı iktidarın gözdesi gazetelerden Zaman Gazetesi:
Köksal Toptan TBMM Başkanı iken, Bolu Valisi Halil İbrahim Arıkan’ın da bulunduğu bir ortamda bir kız çocuğu, “Ben ileride Başbakan olmak istiyorum” gibi bir cümle sarf edince Toptan, Tansu Çiller’in Başbakanlığı dönemine göndermede bulunarak olumsuz şeyler söylemiş. Ama Vali Bey, fırsatı kaçırmamış. Çocuğun omzuna el koyup:
“Sen Tayyibe bir Başbakan olacaksın” demiş.
Malum... “Tayyip” erkekler, “Tayyibe” kadınlar için kullanılır.
Vali Bey’in hikâyesi bundan ibaret değil.
Biliyorsunuz kendisi geçen yıl temmuz ayında Fethullah Gülen Cemaati tarafından düzenlenen Abant Platformu isimli toplantıda Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın da gözü önünde siyasi bir konuşma yapan, sonra o nedenle İçişleri Bakanlığı’ndan “uyarı” cezası alan -Sayın Bakan Atalay’a bu nedenle bir teşekkür borcumuz vardı, onu da ödemiş olalım- bir kişidir.
Kısaca kendine özgü tiplerden biri olduğu anlaşılmaktadır.
Ama bizim için o tarafı değil, elindeki yetkileri nasıl kullandığı önemli. Nitekim Abant Tabiat Parkı’nda yaptıklarının “yanlış” olduğunu Orman Mühendisleri Odası eski Genel Başkanı söylüyor, Makina Mühendisleri Odası Bolu İl Temsilcisi söylüyor, Abant’taki su seviyesinin yükselmesine yol açan müdahaleler üzerine bizzat Vali Bey’in, kendi yaptırdığı beton bendi üç kere kesip delmek zorunda kalması söylüyor. Yükselen Abant sularının, mevcut kır gazinosuyla, iskeleleri su altında bırakması söylüyor. Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları Birliği’ne bağlı Odaların Bolu’daki İl Temsilcileri söylüyor. Bolu’daki Batı Karadeniz Ormancılık Araştırma Müdürlüğü ile Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü resmi raporları da söylüyor. “Çevre” âşığı herkes söylüyor.
Ama Vali Bey, “Ferman padişahın, dağlar bizimdir!” diyen Köroğlu gibi bildiğini okuyor.
Yazının Devamını Oku