Oktay Ekşi

İftiralar yıldıramadı

6 Mayıs 2010
iSMET İnönü gibi “iktidar”ın en üst noktalarında uzun süre kalmış, sonra “Demokrasiyi bu ülkeye ben getireceğim” iddiasıyla yola çıkıp, samimiyetini “serbest seçimle iktidardan ayrılarak” ispat etmiş, ardından 23 yıl boyunca her türlü iftirayı çürütmüş bir “milli kahramanı” savunmaya ihtiyaç duyacağımızı düşünmüyorduk. Çünkü hem hukuk hem de tarih önünde vermediği hiçbir hesabı kalmadığını biliyorduk.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kendisini “Hitler mukallidi” (Hitler’e özenip onu taklit eden kişi) olarak nitelendirmesi sayesinde iki gerçeği gördük:
1) İnönü kendi gerçeklerini belli ki hala bazı kafalara sokamamış.
2) İnönü 37 yıldır aramızda olmadığı için yeni kuşaklar onu hiç öğrenmemiş.
O yüzden anlatalım dedik:
Şimdi Hitler’e benzetilen İnönü, 1950 seçimleri sonucu iktidardan düşüp muhalefet lideri olduğu zaman Winston Churchill kendisine “Asıl şimdi büyüdünüz” diye telgraf çekerek kutlamıştı.
Churchill’in telgrafı kamuoyunda henüz taze iken Demokrat Parti (DP) Bolu Milletvekili Zuhuri Danışman, okullar için yazdığı tarih kitabından İnönü savaşlarını çıkarmıştı.
Sonra “O savaşlarda zaten yenik düştük” dediler. Ardından “Anadolu’ya kendi isteğiyle gelmedi. Zorla kaçırıldı” iftirası attılar.
Yetmedi... İzmir’in DP’li Belediye Başkanı Rauf Onursal “İsmet İnönü’yü asıp derisini samanla doldurmayı” önerdi.
Başbakan Yardımcısı Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu “Savaşa girmeyerek milletimizin erkekliğini öldürdü” dedi.
Bunlarla tatmin olmadılar:
Sırf İsmet Paşa’ya hücum etsin diye “Örtülü Ödenek”ten para vererek “iftira gazeteleri” çıkarttırdılar. Necip Fazıl Kısakürek, Osman Hamit Tat, (tarihçi geçinen) Kandemir bu takımın başta gelen isimleriydi. “Yeni Cephe” isimli gazete ile “Sebil-ür-Reşat” isimli dergi iftiracıların yayın organıydı. Nitekim savaş yıllarında ordunun başka çare bulamadığı için askeri malzeme, askeri erzak (gıda maddesi) veya saman depolamaya mecbur olduğu birkaç cami bulup “Camilerimizi ahır yaptı” dediler.
O da yetmedi... İnönü’nün büyük oğlu Ömer’in Üniversite öğrencisi iken bir Rus kadınla ilişki kurmak için, o kadının arkadaşını otomobille ezdiği iftirasını attılar. Ömer İnönü yargılandı, beraat etti.
Bu da tatmin etmedi. “Mevhibe İnönü Bursa’daki Merinos kumaş fabrikasını gezerken kendisine bedava bir takım erkek elbisesi kumaşı verildi” dediler. Mevhibe İnönü’nün o kumaşın parasını ödediğini gösteren makbuz kısa bir süre sonra Ulus gazetesinde yayınlandı.
Bir suistimalini, yasaya aykırı bir tek eylemini bulmak için seferber oldular. Bir tane olsun örnek bulamadılar. Çok uğraştılar, yıldıramadılar.
Son çare olarak “Atatürk’ün resimlerini indirip resmi dairelere kendi resmini astırdı, kendi adına pul bastırdı” dediler.
Ona da, bizzat tanık olduğumuz bir açıklamasında özetle:
“Biz Cumhuriyetin 10’uncu yılını görebileceğimizden bile emin değildik. Özellikle Gazi’den sonra çökeceğimiz bekleniyordu. Aksini göstermenin yolu, devlet dairelerine, paraya pula yeni devlet başkanının resmini asmaktır diye düşündük. O yüzden benim resmimi kullandık” diye yanıt verdi ama anlatamadı.
Gerçi ondan bir şey eksilmiyor ama belli ki bazı kafalar da bazı şeyleri almıyor.
Yazının Devamını Oku

Gerçeğin yarısı

5 Mayıs 2010
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, “eski defterleri” karıştırmaya devam ediyor.<br><br>Zararı yok. Çünkü bundan 37 yıl önce hayata veda etmiş, aktif siyaset yaparken de -özellikle iktidardan düştükten sonraki 23 yıl boyunca- her türlü suçlamadan alın akıyla çıkmış birini suçlayarak nereye varabileceğini birlikte görürüz. Dün de öyle bir gündü. Erdoğan, lideri olduğu partinin Meclis Grup toplantısında, İnönü’yü suçlamak için 1951 yılında ortaya atılan bir iddiadan söz etti:
Eski Bakanlardan, Prof. Dr. Ahad Andican’ın “Hariçte Türkistan Mücadelesi” isimli kitabında bulmuşlar. Olay şu:
Demokrat Parti milletvekillerinden Şevket Mocan, verdiği bir sözlü soru önergesinde özetle, “Savaş yıllarında Türkiye’ye sığınan Türk mültecilerinin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler’e teslim edilip edilmediğini ve edildilerse nedenlerini” sormuş.
Önergeyi Adalet Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu yanıtlamış:
Anlattığına göre, savaş bitince Sovyetler Birliği, elimizdeki 237 Sovyet  askerinin kendisine teslim edilmesini istemiş. Türkiye de, “karşılıklılık ilkesine uyulması koşuluyla” razı olmuş. Nitekim bunlardan 195’i, 6 Ağustos 1945’te Kars’ın Tıhmıs kapısından, Sovyetler’e teslim edilmiş.
Ancak Sovyetler Birliği Türkiye’nin istediği bir subay ile iki eri, “Bulamıyoruz” diyerek vermemiş. Bunun üzerine Türkiye, elinde kalan mültecileri vermediği gibi hepsini serbest bırakmış.
Başbakan dün Şevket Mocan’ın Meclis’te söylediği şu sözleri de benimseyerek aktardı:
“Bu milletin tarihinde, bir tek mülteci İsveç Kralı Şarl için harbetmiş şerefli hadiseler çoktur. Fakat siyasi mültecileri bir mâbuda kurban sunar gibi sunmaya götüren yüz kızartıcı, gönül parçalayıcı, utandırıcı bir hadise daha yoktur. Milli Şef hükümeti tarafından Sovyetler’e teslim edilen Türk kökenli mültecilerin akıbetleri, Almanya’da müttefikler tarafından teslim edilenlerden farklı olmamıştır.”
Peki ama olayın tamamı o mu?
Değil... Ama Başbakan meşhur “İçkiliyken namaz kılmak günahtır” ayetinin yarısını söyleyip “Ayette namaz kılmak günahtır, deniyor” diyenler gibi konuşuyor. Yani “Türkiye Şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya savaş ilan edince Sovyetler’le müttefik oldu. Savaş hukuku, müttefiklerin ellerindeki askerleri kendi ülkesine teslim etmesini gerektirdiği için aynen İngilizler, Amerikalılar gibi Türkiye de elindeki Sovyet askerlerini teslim etti. Ama Sovyetler’in dürüst davranmadığı anlaşılınca kalanlar verilmedi” demiyor.
Nitekim Mocan’ın kendisini “CHP iktidarının avukatı gibi konuşmakla” suçlaması üzerine Adalet Bakanı Nasuhioğlu söz alıp:
“Eğer Sayın Mocan olayın suç teşkil eden bir tarafı olduğunu iddia ediyorsa, Meclis soruşturması açılmasını isteyebilir. Varsa suçlular cezalandırılır” diyor.
Mocan hiçbir zaman böyle bir istekte bulunmuyor. Dahası, İsmet Paşa bu lafları yanıtlamaya bile değer bulmuyor.
Yazının Devamını Oku

Sırasıyla

4 Mayıs 2010
Başbakan Tayyip Erdoğan, akıl hocalarından birinin sözlerine göre sırf “polemik yaratmak” amacıyla mı söyledi yoksa zihninin derinliklerinde saklı düşmanca duygulardan şimdilik sadece İsmet İnönü ile ilgili bölümü mü açıkladı, henüz bilemiyoruz. Ama İsmet İnönü’yü Hitler’e benzeterek çok büyük bir ayıp etti. Dediklerinin gerçekle bağlantısına değinmeden önce Demokratik Sol Parti Genel Başkanı Masum Türker’in (Bu sözleri) “Ulusal kahramanımıza bir saldırı olarak değerlendiriyor, Başbakan’ı İnönü ailesinden ve Türk halkından özür dilemeye davet ediyoruz” şeklindeki ifadesine katıldığımızı söylemek isteriz.
Tabii Erdoğan’dan böyle bir jest beklemenin anlamsız olduğunu bile bile...
Başbakan Erdoğan’ın siyasi rakibi Deniz Baykal’a yanıt verirken:
“Kendisini Çörçil’e (Churchill), bu ülkenin hükümetini de Hitler’e benzetiyor. Eğer illa Hitler’e benzetilecek bir figür arıyorlarsa, genel merkezlerindeki eski Genel Başkan fotoğraflarına baksınlar. Orada Führer’e özenip kendisine ‘Milli Şef’ dedirtmiş genel başkanlarının Hitlervari bıyıklarının altından kendisine gülümsediğini görecekler. Ona baksınlar” dediği dünkü gazetelerin hepsinde yer almıştı.
Önce belirtelim... İsmet Paşa’nın “Hitlervari” bıyığına biz hiç tanık olmadık. Ama dünkü VATAN Gazetesi’nde, Hitler’in iktidara gelmesinden 10 yıl önce çekilmiş bir “badem bıyık”lı bir İsmet Paşa fotoğrafı vardı.
Hitler’in iktidar döneminde bıyığı hiç de öyle değildi. Ama asıl mesele zaten başka:
Erdoğan’a birileri:
“Şimdi kendisini Hitler’e benzettiğiniz zat, sizin dünyaya geldiğiniz 26 Şubat 1954 tarihinde ne yapıyordu biliyor musunuz?” diye sormalı ve sonra anlatmalı:
“Dönemin Başbakanı Adnan Menderes, doğduğunuz tarihten tam 75 gün önce (13 Aralık 1953’te) 6195 sayılı bir yasa çıkarmış ve ana muhalefet partisi CHP’nin tüm mal varlığını elinden almıştı. Amacı muhalefetin sesini boğup ülkeye istediği gibi hükmetmekti. Nitekim Menderes’in saldığı korku yüzünden CHP’ye bir genel merkez binası bulmak dahi büyük güçlükle mümkün olmuş, buldukları bina, partililerin evlerinden getirdikleri eski koltuk, kanepe, masa, sandalye ile döşenmişti.
İnönü, o koşullarda da “Demokrasiyi yaşatacağız” diyordu.
Nitekim ülkeyi tek partili rejimden çok partili rejime İnönü geçirmişti. Hatta Meclis’te bir gün kendisine:
‘Sen dünün Milli Şefisin’ diyen siyasi rakibi Adnan Menderes’e:‘Ben ülkemi o günlerden demokrasiye getirdim. Şimdi siz, demokrasiden oraya götürüyorsunuz. Aramızdaki fark bu’ diye yanıt vermişti” demeli.
Çünkü yaşı yetmediği için belli ki o günleri bilmiyor.
Bilmediği için ya da itibarını çürütmeyi aklına koyduğu kişi ve kurumlarda sıranın Milli kahramanlara geldiğini düşündüğü için, İsmet Paşa’yı gündeme almış görünüyor.
Acele etmeyin. Bu gidişle yarın da Atatürk’ün “Ebedi Şef”liğine sıra gelecek demektir.
Öyle ya... Atatürk devrimlerini, “Biz Batı’nın ilmini, sanatını almadık. Maalesef ahlaksızlıklarını aldık” diyerek özetleyen de Tayyip Erdoğan değil miydi?
Yazının Devamını Oku

Bayram

2 Mayıs 2010
BİR küçük olay yani Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu’nun TEKEL işçileri tarafından protesto edilerek konuşmasının engellenmesi ve o sırada çıkan itiş-kakış (bazılarına göre arbede) hariç dün İstanbul, keyifli bir 1 Mayıs Bayramı yaşadı.<br><br>Resmi adının başka olması bir şey değiştirmez. Yaşanan bayramdı. Yıllardır özlenen bayram... Evine ekmek götürebilmek için bütün bir yılı sırtında taşıyan işçi-memur gibi çalışan sınıfın “Benim de bu toplumun yaşamında yerim var. Benim de haklarımı avazım çıktığı kadar haykırarak talep edebileceğim bir günüm var” dediği bayram.
Daha önce de yazdık... İlk defa kimsenin kimseye -özellikle de devletin çalışan kesime- zehir etmediği bir bayram...
“Taksim Meydanı’nı mı istiyordunuz? Buyurun... Yeter ki orayı tahrip etmek isteyenlere izin vermeyin. Yeter ki bayramı gerçekten bayram olarak kutlayın.”
Nitekim bu sağduyu, bu karşıdakine güvenme başarılı oldu. Yukarıda dediğimiz gibi Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu’nun konuşma yapmasına engel olan TEKEL işçileri yüzünden çıkan itiş-kakış dışında önemli bir olay yaşanmadı.
O olayın da aslında “demokratik bir tepki” gibi algılanması mümkün. Yaşananları anımsarsınız:
Özelleştirme kapsamı dışında kalan TEKEL işçilerinin hak kaybına uğrayacakları bir statüye aktarılmak istenmelerine karşı koydukları tepki ve direniş, Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu’nun yeterince destek vermemesi -veya olayın öyle algılanması- yüzünden çözüldü. İşveren (hükümet) yine de amacına ulaşamadı yani tüm TEKEL işçilerine 4-C denen statüyü kabul ettiremedi ama direnişin görüntüsü bitince işçilerin sesi duyulmaz oldu.
Dünkü gibi -polis tahminlerine göre 150-160 bin kişilik- büyük bir açık hava toplantısında bu kadarına kimse bir şey demez. Hele bundan bir önceki aynı çaplı mitingde (silahlı provokatörler yüzünden) 36 kişinin hayatını kaybetmiş olduğu dikkate alınırsa duruma sevinmek gerekir.
Tabii bunda, resmi makam sahiplerinin yetkilerini “ceberrut devlet” adına değil “demokrat devlet” adına kullanmaları kadar, çalışanları temsil eden -özellikle de toplantının organizasyonunu üstlenen- örgüt yöneticilerinin hakkını teslim etmek gerekir.
Demek ki bir açık hava toplantısına tornadan çıkmış sopalarla, kesici yahut delici aletle gelmeden de böyle bir olay yaşanabiliyormuş. Demek ki katılmak isteyen hangi örgütün, nereden, nasıl ve saat kaçta meydana geleceği planlanabiliyormuş. Demek ki meydanı kışkırtıcı kişi ve kuruluşların ele geçirmesine engel olunabiliyormuş. Demek ki hem “toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğünü” sonuna kadar kullanmak hem de bir karıncanın belini incitmemek mümkünmüş.
Bir demek ki daha var:
Demek ki “polis”in böyle bir olayda görev yapması onun “kaba ve gaddar” olması anlamına gelmiyormuş. Örneğin düşen bir kadının kafasına tekme atmak polisin görevleri arasında değilmiş.
Bunlar bizim “toplum” olarak olgunlaştığımızın göstergeleri. Asıl bayram bu noktaya gelebilmiş olmamızdır.
Yazının Devamını Oku

Öğretmenler ağlıyor

1 Mayıs 2010
EĞER e-mail’iniz yoksa yahut var da “öğretmen” sorunlarıyla ilgili olanları açmıyorsanız başınız rahat demektir.

Muhtemelen Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu dahil, Bakanlık yetkililerinin durumu budur. Ama eğer sadece “eğitim” konularına değil, insani sorunlara da duyarlılık gösteren biriyseniz, sorun büyüktür.Gerçekten sesini duyuramayan ve çalışacak işi de olmayan bir “öğretmenler” sorunu var.

Her gün ulaşabileceklerini sandıkları herkese yüzlerce e-mail gönderiyorlar. Kiminin derdini anlatacak kadar bile Türkçesi yok. Yani “öğretmen” tayin etseniz, ona teslim edeceğiniz çocuğa yazık.

Ama dili dönenlerin dedikleri doğruysa, vaziyetleri gerçekten vahim. Çünkü yıllardır çözülemeyen problemlerin altında eziliyorlar.

Ona gelmeden, aynı konuda Sedat Ergin’in 25 Kasım 2009 tarihli yazısında verdiği bilgilerden kısa bir bölümü aktaralım da resmi görün:

Ankete katılan ve bir okulda görev yapan öğretmenlerin, yüzde 70.5’i kredi kartı borcu altında ezildiğini; yüzde 21.6’sı maddi sıkıntılar nedeniyle eşiyle ayrılma noktasına geldiğini bildirmiş. Öğretmenlerin yüzde 37.2’si “İşimi sevmeden yapıyorum” demiş.

Çünkü “AB ülkelerinde bir öğretmen ilk işe girişte yılda 29.5 bin dolar ücret alırken Türkiye’de 14 bin dolarla” göreve başlıyor. Ders yükü de öteki ülkelerdekinden çok ağır.

Bunlar yine de işi olup çalışanlar. Yani bir bakıma “şanslı” olanlar. Oysa Türkiye’de 318 bin öğretmen açığı ve 310 bin de “işsiz öğretmen” var.

Öyle ise “işsiz” olanları “işe al” sorun bitsin, değil mi?

Yazının Devamını Oku

Bir başka 1 Mayıs

30 Nisan 2010
DEMEK ki dünyanın yüz yıldır kutladığı 1 Mayıs’a, şaşkın ördeğin tersten dalması gibi yanlış yerden yaklaşmayınca her şey farklı olabiliyormuş.

Bunu sadece resmi makamlar için söylemiyoruz. İşçi Sendikaları da 1 Mayıs’ın bir “kuvvet gösterisi” günü olmadığını anladılar da rahat bir ortama gelebildik.

Sözün başında hem İstanbul Valisi Muammer Güler’i ve Valiliğin önünü açan Başbakan Tayyip Erdoğan’la İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ı, hem de Valilikle işbirliği yaparak 1 Mayıs’ı tam bir “bayram” olarak değerlendirmeye karar veren Türk-İş’i, DİSK’i, Hak-İş’i, KESK’i, Kamu-Sen ve Memur-Sen gibi “çalışan kesim” temsilcisi örgütleri kutluyoruz.

Bu anlayış ve işbirliği sonucu ne devlet, “Taksim Meydanı’na giremezsiniz” demek gereğini duydu ne de çalışan kesim kuruluşları “Taksim’i zapt edeceğiz” türü bir iddia ortaya attı.

Nitekim, İstanbul Valisi Muammer Güler’in verdiği bilgiye göre Taksim Meydanı’ndaki miting (o Emek ve Dayanışma Günü’nü kutlama toplantısı diyor) nedeniyle toplanacak on binlerce insanın dış güvenliğini 22 bin polis, meydanın iç güvenliğini de yukarıda kısa isimlerini yazdığımız çalışan kesim örgütleri sağlayacak.

Anlaşılan provokatörlerin, yasadışı örgütlerin bu “bayram”ı herkese zehir etmesine izin vermeyecekler.

Bunlar eğer başarılı bir şekilde uygulanırsa hepimizi sevindirecek şeyler.

Toplumlar maalesef bu tür sevindirici olgunluk noktasına kolay gelmiyor. Oraya gelinceye kadar çoğu kez hatırlamak bile istemeyeceğiniz kadar kötü deneyimler yaşanıyor.

Yazının Devamını Oku

Barzani geliyormuş

29 Nisan 2010
SİZ ne kadar iyimser olmaya çalışırsanız çalışın, hafızanız bazen rahat durmuyor. Aklınıza yerli yersiz, “İyi ama şunlar şunlar olmamış mıydı?” türünden düşünceler geliyor.<br><br>Biz böyle bir durumu, Irak’ın kuzeyindeki Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’nin Türkiye’ye geleceğini öğrenince yaşadık.

Barzani biliyorsunuz Ekim 2008’den beri Türkiye hakkında olumsuz bir şey söylememeye dikkat eden biri.

Gazete haberlerinden anladığımıza göre o tarihteki değişimin nedeni Türkiye’nin Irak Özel Temsilcisi Murat Özçelik başkanlığındaki bir heyetin kendisiyle Bağdat’ta yaptığı görüşme idi.

O görüşmede neler konuşulduğunu bilmiyoruz. Ama ondan bir yıl önce “Eğer Türkiye Kerkük’e müdahale ederse biz de Türkiye’de yaşayan 30 milyon Kürt için harekete geçeriz” diyen, “Siz Kerkük’ten söz ederseniz biz de Diyarbakır’ı konuşuruz” anlamında laflar eden Mesud Barzani’nin o tarihte:

“Türk heyeti ile görüşmelerimiz yeni bir başlangıçtır. Türkiye ile aramızdaki duvarlar yıkılmıştır. Buzları eritiyoruz (...)” dediğini ve 180  derece aksi yönde bir politika izleyeceği izlenimi verdiğini biliyoruz.

Yazının Devamını Oku

Faşizan demokrasi

28 Nisan 2010
DİKKATİNİZİ çekmediyse bilin ki önemli bir haberi atlamışsınız. Ama üzülmeyin, çünkü hem onu özetlemeye hem de o vesileyle düşündüklerimizi sizinle paylaşmaya niyetliyiz: Dünkü Hürriyet’te vardı. Hollanda’da 9 Haziran günü yapılacak erken genel seçimde aday olmak isteyen Türk kökenli siyasilere birer mektup gönderilmiş.

Hollanda İşçi Partisi’ne (PvdA) üye olan ve bu partiden milletvekili seçilmek için kendisine düşen her şeyi yapan aday adaylarına özetle ne deniyormuş biliyor musunuz:

“Türkiye ile Avrupa Birliği arasında müzakere sürecinin başlamasına karar verildiği 2004 yılında partimiz, Ermeni soykırımının tanınması gerektiği konusunun da
bu süreç içinde gündeme getirilmesinden yana tavır koymuştu. O nedenle buna aykırı düşünceler şimdi aday olmanıza engel teşkil eder.”

Bu mektup aday olmak isteyen Türk kökenli 8 aday adayına gönderilmiş ama başka kökenden gelen aday adaylarının hiçbirine bu uyarıda bulunma gereği duyulmamış.

Yazının Devamını Oku