Oktay Ekşi

Hakçası

17 Nisan 2010
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın “Kutlu Doğum Haftası” dolayısıyla yaptığı konuşmaya yeri ve zamanı gelince değineceğimizi baştan belirtelim de “Neden ele almadın?” sorularını peşinen yanıtlamış olalım. Bugün de -kabak tadı verdiğini bile bile- “Anayasa değişikliği” konusunu irdelemeye kendimizi mecbur hissediyoruz.

Çünkü özellikle Deniz Baykal’ın bu süreci iyi yönetemediğinin bilinmesini istiyoruz.

Düşüncemizi baştan ve bu kadar net ifade etmeye de Deniz Baykal’ın dün yaptığı basın toplantısında herkesin gözünün içine baka baka, “Kimin neyi talep ettiği, kimin önerisinin ne olduğu, kimin neye destek verip karşı çıktığı yönünde kamuoyunda bir tereddüt, bir bulanıklık, bir kargaşa varmış gibi bir tablo ortaya çıktığından” şikâyet etmesi neden oldu.

Baykal’a sorarsanız “Aslında bir kargaşa var gibi görünüyor ama kargaşa hiç yok”muş. “Ortada, var olan değil yaratılmak istenen bir kargaşa” varmış. Özellikle “CHP’nin tutumuyla ilgili bir tereddüt, bulanıklık ve belirsizlik varmış gibi bir ortam yaratılmaya” çalışılıyormuş.

Baykal bu sözlerinin dayanağı olarak, “6 Nisan’da ne söylediysek, 16 Nisan’da da aynı noktadayız” diyor.

Yazının Devamını Oku

Haksızlar mı?

16 Nisan 2010
KIBRIS’a yaptığımız son gezide dostlara, “Emekli bir Yüksek Mahkeme Başkanının ismini bulmak istediğimizi” söyledik. Boyunu bosunu, tahminimize göre yaşının ne olabileceğini anlattık. Kendisine İstanbul-Londra uçak yolculuğunda rastladığımızı, ama adını sormayı ihmal ettiğimiz için sonradan pişmanlık duyduğumuzu ifade ettik. Merakımızın sebebini sordular.
“Bize uçakta anlattığı bir anekdot nedeniyle” dedik.
“Tarifinize göre o zat Ülfet Emin Bey’dir” dediler.
Tahminleri doğru mu değil mi bilmiyoruz. Ama uçakta kendisini tanıttıktan sonra:
“Türkiye’deki olayları, özellikle davaları izliyorum. Biliniz ki kahroluyorum” demiş, sonra devam etmişti:
“Ben hâkimlik mesleğine Kıbrıs’ta İngiliz idaresi varken başladım. Görevimin sanıyorum ilk günü Başhâkim beni çağırdı:
‘Burada işbaşı yapmadan önce git, hapishaneleri dolaş. Oradaki mahkumların, tutukluluların durumunu yerinde gör. Sonra gel’ dedi.
Doğrusu ‘hapishanelerdeki insanları görmeye değil adalet dağıtmaya geldiğimi’ düşünerek biraz içerledim. Ama verilen talimatı yerine getirip döndüğüm zaman aynı hâkim:
‘Bak evladım. Hâkimlik görevini yaparken zaman gelecek karşındaki zanlıyı tutuklamak gereğini duyacaksın. İşte o zaman hapishanede gördüğün insanların durumunu göz önünde tutasın diye seni gönderdim.
Unutma, senin vereceğin bir tutuklama kararı sadece o kişiyi değil ailesini, çevresini ve en önemlisi adaleti de rencide edebilir’ dedi.
Şimdi ben Türkiye’de insanların tutuklanmasını bu kadar kolay isteyen savcılarınızı, onları yargılamadan bir sene, iki sene hapishanede tutan hakimlerinizi gördükçe, bunların hiç mi vicdanı yok diye kahroluyorum” dedi.
Dinler dinlemez kafamıza çakılan bu sözler, dün hem arkadaşımız ve dostumuz Mustafa Balbay ile Tuncay Özkan’ı görmek hem de Ergenekon davasının belki de 150’nci duruşmasını izlemek için Silivri’ye gidince tüm tazeliği ile zihnimizde diriliverdi.
Dün Ergenekon’un “10’uncu Dalga” sanıklarından, Deniz Önyüzbaşı rütbesindeyken ordudan ayrılıp kendi bilgisayar şirketini kuran, bu sırada “Ergenekon isimli gizli örgüt üyesi” olduğu iddiasıyla 15 ay önce tutuklanan Ataman Yıldırım’ın ifadesi alınıyordu.
Yıldırım bilgisayar teknolojisini iyi bildiği için suç kanıtı diye dosyaya konan hangi CD’nin, hangi DVD’nin sahte olduğunun nasıl anlaşıldığını gerekçeleriyle tek tek anlattı. Tanıştığımız kızı da “15 aydır tutuklu olan babam yargıç önünde ilk defa ifade veriyor. Ama tutuklanmasının gerçek nedenini o da, biz de hâlâ bilmiyoruz” dedi.
Tıpkı gazeteci Mustafa Balbay ve gazeteci Tuncay Özkan gibi... Nitekim ikisi de dün duruşma arasında bizimle uzaktan konuşurken:
“Kitap yazmak için topladığımız ve bir kısmını yayınladığımız kitaplarda kullandığımız belge ve bilgiler burada karşımıza suç kanıtı diye çıkartılıyor. Bir suç örgütü ile bağlantımız varsa o ispat edilir, biz de cezamıza katlanırız. Ama sırf işimizi iyi yapmaya çalışmak yüzünden dört duvar arasında tutulmak adalet olabilir mi? Buna hukuk denebilir mi?” diye isyan ediyorlardı.
Vicdanınız “Haksızlar” diyor mu?
Yazının Devamını Oku

Kritik nokta

15 Nisan 2010
TÜRKİYE’de siyasi gündem yoğun olunca Kıbrıs’takilerin sesi duyulmaz oluyor.

Nitekim 18 Nisan Pazar günü yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi Türkiye’deki kamuoyunu pek ilgilendirmedi. Ama adaylardan şimdiki Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın aynı yere tekrar seçilmesi veya Başbakan Dr. Derviş Eroğlu’nun Cumhurbaşkanı seçilmesi bazı farklılıklar yaratabilir.

Ama oraya gelmeden belirtelim:Kıbrıs Türkleri’nin en duyarlı olduğu şeylerden biri, oradaki önemli konulara Ankara’nın ne tepki gösterdiğidir.Nitekim seçimler bir o partiyi, bir ötekini iktidara getirir ama gerçek iktidar her yıl buraya yüzlerce milyon dolar veren -kimine göre 1 milyar dolardan az değil- Türkiye’nin elindedir.Neyse ki bu defa kimse, “Seçimlere Ankara burnunu soktu” demiyor. Hatta bir başka nedenle Kuzey Kıbrıs’a gelen Adalet ve Kalkınma Partili iki milletvekili, -galiba dedikodu çıkmasın diye- hemen Türkiye’ye dönmüşler. CHP ve MHP’den de gelenler olmuş ama kampanyaya karışmamışlar.Gerçi Avrupa Birliği’nin Güney’deki büyükelçiliklerinden bazı diplomatların Mehmet Ali Talat lehine propaganda sayılabilecek türden faaliyetleri, Derviş Eroğlu’nu destekleyen çevrelerde ileri sürülüyor ama, somut örnek veren çıkmıyor. Yalnız ABD Büyükelçiliği’nin pek hareketli olduğu ifade ediliyor.Özetle söylemek gerekirse seçimin “temiz” sayılacak bir düzeyde yapılıp sonuçlanacağını tahmin etmek sanırız gerçekçi olur.Ancak yukarıda dediğimiz gibi sandıktan Eroğlu’nun çıkmasıyla, Talat’ın çıkması bir takım temel sorunları gündeme getirecek. Bize kalırsa bunların başında, Kıbrıs Türkleri ile Rumlar arasındaki görüşmelerde “Egemenlik tek mi çift mi olmalı?” sorusu geliyor. Talat, görüşmelerin başarıya ulaşması için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin koyduğu parametrelere bağlı kalınmasını yani Kıbrıs’ta, “iki toplumlu, iki kesimli, tek egemenlik esasına göre yapılanmış olmakla beraber kurucu sıfatı taşıyan -kendi polisine, kendi yargısına sahip- iki devleti bünyesinde barındıran bir Cumhuriyet” modelinin kabul edilmesini istiyor. Bu parametrelerin dışına çıkılınca masayı önce Birleşmiş Milletler Temsilcisi’nin terk edeceğini savunuyor.Oysa Derviş Eroğlu bu yaklaşımın Kıbrıs Türkleri’ni bir süre sonra, adada yaşayan az sayıdaki Ermeniler yahut Maronitler gibi azınlık durumuna düşüreceğini ileri sürüyor ve “Ben masadan kalkmam” dedikten sonra, Kıbrıs Türkleri’nin ayrı egemenlik hakkından ve iki devletin kendi arzularıyla merkeze devrettikleri yetkilerle kurulmuş bir devlet modelinden vaz geçmeyeceğini” vurguluyor.Bu iki model arasındaki temel fark şu:Talat’ın modelinde örneğin Türkler, “Denedik ama olmadı. Biz bu işten vazgeçiyor, kendi devletimizle yönetilmek istiyoruz” demeye kalkarlarsa bunu yapamazlar ama Eroğlu’nun modeli bu kapıyı açık tutar.

Zaten zurnanın “zırt” dediği yer de orası. 

Yazının Devamını Oku

İki aday arasında

14 Nisan 2010
KIBRIS’ta 18 Nisan Pazar günü seçim var. Ama gürültülü patırtılı, hele bizdeki gibi şarkılı, şamatalı bir seçimdeğil. Gelişmiş demokrasilerde görüp de imrendiğimiz gibi sessiz ve -Dr. Derviş taraftarlarına sorarsanız- ayrıca seviyeli: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki 160 bin seçmen yeni cumhurbaşkanını seçecek.

Görünen o ki, tercih iki aday arasında olacak.

Yeni deyince “Bugünkü Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat gidecek” demek istemiyoruz.

Gerçi toplam 7 aday var ama, sandıktan ya o yahut da rakibi Ulusal Birlik Partisi (UBP) Genel Başkanı ve Başbakan Dr. Derviş Eroğlu çıkacak.

Bu iki isme bir de eski Dışişleri Bakanı Tahsin Ertuğruloğlu’nu ekleyebilirsiniz.

Yazının Devamını Oku

Keşkelerimiz

13 Nisan 2010
BARDAĞIN dolu tarafından mı bakmak gerekir, boş tarafından mı diye insan tereddüt ediyor. <br><br>Eğer “dolu” tarafından bakacaksanız, elde hiç de yabana atılmayacak gerekçe var: Başbakan Tayyip Erdoğan, ABD yolculuğu arifesinde Anayasa değişikliği paketiyle ilgili CHP önerisine yeşil ışık yaktı.

Ve Baykal karşılık verdi.

Demek ki Ocak 2010’dan beri siyasi iktidar ile ana muhalefet, bizlere yaşattıkları gerginliğe yol açmadan pekâlâ diyalog kurabilirlermiş.

En azından bu dakikadaki görüntü, bunu söyletiyor. Çünkü Başbakan Erdoğan Atatürk Havalimanı’nda, CHP lideri Deniz Baykal’ın, “Anayasa paketinin sadece yüksek yargı ve parti kapatmayla ilgili üç maddesini referanduma götürme” yönündeki önerisini değerlendirirken, “Yasal zemini varsa biz varız. Millete götürülecekse biz çekinmeyiz” dedi.

Sonra da uçakta gazetecilere, konunun usul yönünden mümkün olması halinde Adalet ve Kalkınma Partisi yönünden çekinilecek bir tarafı olmadığını yineledi. Ancak bu aşamada, Anayasa paketinin Meclis Genel Kurulu’ndan en az 330 kabul oyu alması (böylece referanduma gitme yolunun açılması) için CHP’den destek istediği mesajını verdi.

Yazının Devamını Oku

Örnekler söylüyor

11 Nisan 2010
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün gerek tek başına gerek “kararname” yoluyla yaptığı atamalar nedeniyle dile getirdiğimiz eleştirilerin “haksız” olduğunu, “asılsız iddialara” dayandığını, “rektör atamalarında bir imza kampanyasına katılan profesörlerin seçilmesineözen gösterildiği” yolundaki görüşlerin gerçekle bağdaşmasığını söyleyen açıklamayı dün bu sütunda okudunuz. Biz sadece objektif bilgileri sunmayı ve hükmü size bırakmayı tercih edeceğiz.
Diğerlerine gerekirse değiniriz. Şimdilik “rektörler”le yetinelim:
Sayın Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı olalıberi 94 devlet üniversitesinden 56’sına rektör atadı.
Bunlardan 23’ü yeni kurulmuş üniversitelerin rektörleriydi. O rektörlerin adaylarını YÖK belirledi. Bunları -gerekirse ele almak üzere- ayırıyoruz.
Kalan 33 rektör için üniversite öğretim üyeleri oy kullandı. Bunun sonunda ilk 6 adaydan 3’ünü YÖK yeni bir sıralamaya tabi tuttu ve nihai kararı vermesi için Çankaya’ya gönderdi. Sayın Gül de üniversitelerimizi kimlerin elinde görmek istediğini, yaptığı tercihle ortaya koydu.
Sayın Gül, 33 üniversiteden 15’inin rektörlüğüne, öğretim üyelerinin en çok oy “vermediği” adayı getirdi.
Buna Gül’ün yetkisi var. Ama o yetkiyi kullanırken, bilim adamı kimliği yanında “Atatürkçü”lüğü de ön plana çıkan örneğin Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Akdeniz Üniversitesi, Ondokuzmayıs Üniversitesi, Uludağ Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, Anadolu Üniversitesi, Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Kırıkkale Üniversitesi rektör adayları yerine “ikinci” hatta “üçüncü” sıradaki isimleri getirdi.
Bu tür tayinleri, dediğimiz gibi 15’i yani yüzde 46’yı buldu. 
Köşk’ü kızdıran yazımızda “Laik Cumhuriyet’le ve Atatürk devrimleri ile sorunu olan öğretim üyeleri arasından” seçildiğini ifade ettiğimiz rektörlere Niğde, Konya Selçuk, Karabük, Atatürk, Ege, Erciyes, Fırat, Gaziantep, İnönü, Karadeniz Teknik üniversitelerini örnek gösterirsek eminiz o üniversitelerin öğretim üyeleriyle öğrencileri tanıklık eder.
Denebilir ki “Ahmet Necdet Sezer de aynı şeyi yaptı”.
Doğrudur. Ama Sezer’in 7 yılda tayin ettiği 123 rektörden ilk sırada olmayanların sayısı 28’den ibaret idi. Bunların oranı da yüzde 23 idi.
Kaldı ki bizim eleştirimiz Cumhurbaşka-nı’nın birinci veya ikinci sıradaki adayı tayin etmesiyle değil, rektörün kimliği ile ilgiliydi.
Nitekim dün bu sütunda okuduğunuz açıklamada:
“Rektör atamalarında ‘Türbana özgürlük’ sloganıyla başlatılan imza kampanyasına katılan profesörlerin seçilmesine özen gösterildiği” yolundaki görüşlerin gerçekle bağdaşmadığı ifade edilmişti.
Oysa, bunların çoğunun “Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekili adayı veya aday adayı olmak; iktidar partisine yakınlığı ile tanınmak, ilahiyatçı kökenli olmak, eşi türbanlı olmak” gibi belirgin özelliklere sahip kişiler arasından seçildiği (gerekirse isim veririz) bilinmektedir.
Uzatmaya gerek yok. Sayın Cumhurbaşkanı’nın sadece rektör ve YÖK üyeliği tayinlerinde değil, YÖK kontenjanından Anayasa Mahkemesi’ne üye seçerken de “Türbana özgürlük” bildirisi altında imzası olan kişiyi tercih ettiğini, son tayini göstermektedir.
Yazının Devamını Oku

Köşk fena kızmış

10 Nisan 2010
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün yaptığı atamalarda “Anayasa’daki yeminine sadık kalmadığını” savunan 4 Nisan 2010 tarihli yazımız nedeniyle, yazışma kural ve terbiyesinden habersiz biri tarafından kaleme alınmış, “Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcısı Emin Kuz” imzalı bir mektup ve ekinde bir açıklama aldık.

Emin Kuz’a hak ettiği cevabı anında gönderdik ama Cumhurbaşkanlığı makamına ve “cevap hakkı” kavramına saygımız nedeniyle, söz konusu açıklamayı size AYNEN aktarmaya karar verdik. Şöyle deniyor:

“Yazınızda Sayın Cumhurbaşkanımızın Atatürk inkılaplarına ve laiklik ilkesine bağlılığı ve tarafsızlığı konusunda ithamda bulunularak ‘devletin resmi istihbarat örgütlerinden’ gelen bilgiler üzerine (Ahmet Necdet Sezer tarafından O.E.) geri gönderilen tayin kararnamelerinin (Gül tarafından O.E.) hızla onaylandığı; YÖK üyeliklerine ve rektörlüklere yapılan tayinlerde de ‘laik Cumhuriyet ve Atatürk devrimleri ile sorunu olan öğretim üyelerinin’ seçildiği iddia edilmektedir. Bu haksız iddiaların hiçbir dayanağı bulunmamaktadır.

Daha önce de defalarca açıklandığı üzere, Devletin resmi istihbarat örgütleri tarafından laik Cumhuriyete karşı eylemleri tespit edilen veya Atatürk ilkeleri ile sorunu olduğu belirtilen tek bir kişinin bile müşterek kararname ile veya doğrudan Cumhurbaşkanınca atanması yapılmamıştır. Aksi yöndeki bütün iddialar asılsızdır.

Önceki yıllarda Cumhurbaşkanlığınca geri gönderilen kararnamelerin iade gerekçeleri arasında, çoğu isimsiz ve imzasız ihbar dilekçeleri ile dönemin Cumhurbaşkanına sunulan subjektif değerlendirmeler yer almaktadır. Ancak bu gerekçelerle kararnamelerin geri gönderilmesi hukuki dayanaktan yoksun olduğundan, iade gerekçesi olarak genellikle ilgilinin atanmasının uygun bulunmadığının belirtilmesiyle yetinilmiştir. O dönemin uygulamalarında Dışişleri Bakanlığımızın bütün müsteşar yardımcılarının atama kararnamelerinin hiçbir gerekçe gösterilmeden geri gönderilmesi örneği de hâlâ hafızalardadır. Yazıda özel olarak bahsedilen DDK (Devlet Denetleme Kurulu, O.E.) Başkanı ile Valinin kararnamelerinin iadesi de aynı şekilde gerçekleşmiştir.

Yazının Devamını Oku

Ölçüt

9 Nisan 2010
SATRANÇTA bilirsiniz son hamle “Şah!” denerek yapılır. Karşı taraf eğer bir hamle yapıp da “şah”ı esir düşmekten kurtaramazsa, oyun “mat”la biter. Anayasa’yı değiştirmek amacıyla iktidarın getirdiği paketi uzun süre “görüşmeye” bile yanaşmayan Deniz Baykal’ın birdenbire yaptığı hamle, bize satranç kurallarını anımsattı.

Önce başa dönelim:

Adalet ve Kalkınma Partisi, kendi iddiasına göre Anayasa’da “demokratikleşme” amaçlı değişiklikler yapma projesini ortaya ocak ayının ortalarında attı. Önce siyasi iktidarın dümen suyundaki uzmanlara, “Anayasa Mahkemesi ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısı değiştirilmeli; Askeri ve sivil yargı arasındaki görev ayrımı netleştirilmeli; Askeri Şûra ve HSYK kararları yargı denetimine açılmalı; parti kapatma zorlaştırılmalı” gibi önerileri söylettiler. 

Sonra Anayasa’nın birkaç hükmüyle ilgili “iyileştirme” önerilerini ona eklediler.

Tartışma böylece başladı.

Yazının Devamını Oku