Daha fazlası da var ama bunlar meslektaşımız. Dilimiz dönmüyor.
Öte yanda yargı birbirine girmiş durumda. Ama sorumlusu “yargı”nın kendisi değil. “Reform” yapma bahanesiyle yargıyı birbirine düşüren ve taciz eden siyasi iktidar sorumlu.
Nitekim 59 yargıç ve savcıyı imzasız ihbar mektuplarına dayanarak ve “yasaya aykırı” usullerle bu Adalet Bakanlığı dinletti.
Hatta İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nı bile aylar boyu gizlice dinlediler.
Muhteremler -herhalde iktidarda bulunmanın verdiği özgüvenle- “Her şeyi biz biliriz” demekten vazgeçemiyorlar.
Bilseler zaten mesele kalmayacak.
Oysa sözünü ettiğimiz Anayasa değişikliği sırasında tuttular “Onbirinci Cumhurbaşkanı’nın halkoyu ile seçileceğini” yasaya yazdılar. Ama yaptıkları değişiklik Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından “referanduma” götürülünce hesap karıştı.
O sırada “Cumhurbaşkanı’nı uzlaşma ile seçmeye” razı oldular. Lakin seçimden Cumhurbaşkanı’nı tek başına seçebilecek sayıda milletvekiliyle çıkınca “uzlaşı” fikrinden cayarak TBMM’de Abdullah Gül’ü seçtiler. Çünkü yaptıkları Anayasa değişikliği henüz yürürlüğe girmiş değildi.
Lafa önce Cumhurbaşkanı’nın göreve gelirken namusu üzerine içtiği andı anımsatarak başlamaya mecburuz. Çünkü o, Cumhurbaşkanı’nın sadece millete değil tarihe karşı da taahhütnamesidir.
Nitekim Gül de milletimize:
“Cumhurbaşkanı sıfatıyla (...) Anayasa’ya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılaplarına ve laik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma (...) ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma, Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine yemin ederim” demişti.
Görüldüğü gibi bu yeminin yukarıya aktardığımız bölümü kendisini:
? Anayasa’ya,
? Hukukun üstünlüğüne,
? Demokrasiye,
?
Tam da “Hangi yazılı güvenceyi aldınız da Başbakan Erdoğan Amerika’ya gidiyor?” diyecektik.
Yanlış anımsamışız. Kılıcından kan damlayan, yazdığı her harfin birebir gerçeği yansıttığını ileri süren bir gazetede çıkan habere, safdillik edip inanmışız.
Tamam, Davutoğlu sert sayılacak sözler söylemiş. Örneğin 6 Mart 2010 tarihli Radikal’de çıkan habere göre gazetecilere “Türkiye bu kararı Türk-Amerikan ilişkileri perspektifinden değerlendirecek ve atılacak her adımı gözden geçirecektir. Bu yüzden Büyükelçimiz Namık Tan’ı Ankara’ya çağırdık. Bakanlar Kurulu’nda değerlendirmeler olacak. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le ve gerekirse muhalefetle konuşulacak. Bu milli onur meselesi” demiş.
Gerçi bu “milli onur” meselesi çok çok üç haftada eriyiverdi ama... Olsun, yine de Davutoğlu hiç değilse daha önce aynı konuda alınmış birçok karar karşısında yaptığımız gibi “Sineye çekelim” yahut “Şimdi bir tatsızlık çıkartmayalım” demedi.
Cevdet Sunay, görev süresinin iki yıl uzatılması için bir yasa çıkarılmasını istiyordu. Buna ilişkin öneri Millet Meclisi’nden sonra Cumhuriyet Senatosu’nda -o dönemde parlamentomuz iki kanatlı idi- görüşülürken kürsüye gelen İsmet İnönü, Sunay’ın 7 yıl boyunca hiç de parlak bir performans ortaya koymadığına işaret ettikten sonra, (kendi kelimelerimizle aktarıyoruz) “Süreyi elbet uzatabilirsiniz ama biliniz ki 7 yıl boyunca ne yaptıysa, iki yıl boyunca da onu yapar” demişti.
Anayasa’da değişiklik yapılması, böylece yargının tam olarak siyasi iktidarın etki alanına sokulması amacıyla getirilen önerinin en çok tartışılan hükümleri bildiğiniz gibi, bugünkü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Anayasa Mahkemesi ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini tayin yetkisini nasıl kullanacağı ile ilgili.
Cumhurbaşkanı Gül’ün dün, Anayasa değişikliği ile ilgili olarak, “Türkiye’de beğeniriz, beğenmeyiz hukuki bir çerçeve var, itiraz mekanizmaları, nihai karar mekanizmaları var. Bunlar neticeye ulaşacaktır” dediği bildiriyor.
İyi de... Pek çok insanın endişe ettiği, bizim de değinmek istediğimiz konu açık:
O görevlere Cumhuriyetin temel değerlerine düşman isimleri getirdiği zaman onun ne itiraz mercii var, ne de varılan neticeyi düzeltmek mümkün.
Önce ona değinelim:
Getirilen “Anayasa değişikliği teklifi”nin “parti kapatmayı zorlaştırmayı” amaçladığı biliniyor. Bunun “demokrasiye duyulan aşk”la ilgisi olmadığı; siyasi iktidarın, anayasal sisteme uydurup kapatılmaktan kurtulma yerine Anayasa’yı kendisine uydurup kurtulmayı istediği de belli ama, anlaşılan farkına varılmayan başka bir husus varmış.
Nitekim getirilen öneri, siyasi partilere “Bundan böyle programınız, eylemleriniz devletin bağımsızlığına aykırı olabilir. İsterseniz ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü bozabilirsiniz. İnsan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı davranabilirsiniz. Sınıf veya zümre diktatörlüğünü isteyebilir, herhangi bir tür diktatörlüğü savunabilir ve yerleştirmeyi amaçlayabilirsiniz. Hatta suç işlenmesini teşvik edebilirsiniz” diyor.
Çünkü bunları parti programına veya tüzüğüne koyan, bu politikaları izleyen bir siyasi partinin “temelli kapatılacağını” emreden hükmün yürürlükten kaldırılmasını istiyor.
Peki resmen önerilmiş olan metin ile birkaç haftadır tartışılan metin arasında önemli bir fark oldu mu? Baştan belirtelim ki bu sorunun yanıtı tek kelimeyle “Hayır”dır.
Bir başka ifadeyle siyasi iktidar, göstermelik birkaç “iyileştirici” öneri arkasına fevkalade kötü niyetli hükümler saklayarak, uzun vadeli planını uygulamaktan vazgeçmediğini net bir şekilde ortaya koymuş oldu.
Önce o “birkaç adet” olduğunu söylediğimiz maddelere değinelim:
Öneri devletin “çocuklar, yaşlılar ve engellileri korumak” amacıyla alacağı önlemlerin “eşitlik ilkesine aykırı” olduğunun ileri sürülemeyeceğini ifade ediyor.
Böyle bir hükme karşı çıkmak mümkün mü?
Tam tersine Anayasasında “sosyal” olduğunu söyleyen bir devletin bugüne kadar böyle bir düzenlemeyi yapmamış olması ayıbımızdır.
Keza, insanların “yurtdışına çıkma” özgürlüğünü, “vatandaşlık ödevini yerine getirmemek” gibi ne idüğü belirsiz bir nedenle engelleyen hüküm değiştiriliyor. Böyle bir yasağın uygulanabilmesi, o kişi hakkında “suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle hâkim kararı verilmiş olması” koşuluna bağlanıyor.
Çalışanların sadece bir tek sendikaya üye olmasını emreden hükmün kaldırılması, kamu sektöründeki toplu iş sözleşmesinin getirdiği gelir artışlarının emeklilere de yansıtılacağının hükme bağlanması da elbet olumlu nitelikteki öneriler.