BİR küçük olay yani Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu’nun TEKEL işçileri tarafından protesto edilerek konuşmasının engellenmesi ve o sırada çıkan itiş-kakış (bazılarına göre arbede) hariç dün İstanbul, keyifli bir 1 Mayıs Bayramı yaşadı.
Resmi adının başka olması bir şey değiştirmez. Yaşanan bayramdı.
Yıllardır özlenen bayram... Evine ekmek götürebilmek için bütün bir yılı sırtında taşıyan işçi-memur gibi çalışan sınıfın “Benim de bu toplumun yaşamında yerim var. Benim de haklarımı avazım çıktığı kadar haykırarak talep edebileceğim bir günüm var” dediği bayram. Daha önce de yazdık... İlk defa kimsenin kimseye -özellikle de devletin çalışan kesime- zehir etmediği bir bayram... “Taksim Meydanı’nı mı istiyordunuz? Buyurun... Yeter ki orayı tahrip etmek isteyenlere izin vermeyin. Yeter ki bayramı gerçekten bayram olarak kutlayın.” Nitekim bu sağduyu, bu karşıdakine güvenme başarılı oldu. Yukarıda dediğimiz gibi Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu’nun konuşma yapmasına engel olan TEKEL işçileri yüzünden çıkan itiş-kakış dışında önemli bir olay yaşanmadı. O olayın da aslında “demokratik bir tepki” gibi algılanması mümkün. Yaşananları anımsarsınız: Özelleştirme kapsamı dışında kalan TEKEL işçilerinin hak kaybına uğrayacakları bir statüye aktarılmak istenmelerine karşı koydukları tepki ve direniş, Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu’nun yeterince destek vermemesi -veya olayın öyle algılanması- yüzünden çözüldü. İşveren (hükümet) yine de amacına ulaşamadı yani tüm TEKEL işçilerine 4-C denen statüyü kabul ettiremedi ama direnişin görüntüsü bitince işçilerin sesi duyulmaz oldu. Dünkü gibi -polis tahminlerine göre 150-160 bin kişilik- büyük bir açık hava toplantısında bu kadarına kimse bir şey demez. Hele bundan bir önceki aynı çaplı mitingde (silahlı provokatörler yüzünden) 36 kişinin hayatını kaybetmiş olduğu dikkate alınırsa duruma sevinmek gerekir. Tabii bunda, resmi makam sahiplerinin yetkilerini “ceberrut devlet” adına değil “demokrat devlet” adına kullanmaları kadar, çalışanları temsil eden -özellikle de toplantının organizasyonunu üstlenen- örgüt yöneticilerinin hakkını teslim etmek gerekir. Demek ki bir açık hava toplantısına tornadan çıkmış sopalarla, kesici yahut delici aletle gelmeden de böyle bir olay yaşanabiliyormuş. Demek ki katılmak isteyen hangi örgütün, nereden, nasıl ve saat kaçta meydana geleceği planlanabiliyormuş. Demek ki meydanı kışkırtıcı kişi ve kuruluşların ele geçirmesine engel olunabiliyormuş. Demek ki hem “toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğünü” sonuna kadar kullanmak hem de bir karıncanın belini incitmemek mümkünmüş. Bir demek ki daha var: Demek ki “polis”in böyle bir olayda görev yapması onun “kaba ve gaddar” olması anlamına gelmiyormuş. Örneğin düşen bir kadının kafasına tekme atmak polisin görevleri arasında değilmiş. Bunlar bizim “toplum” olarak olgunlaştığımızın göstergeleri. Asıl bayram bu noktaya gelebilmiş olmamızdır.