Geçen sene G-7 Zirvesi Kanada’da yapılmış, Kanada Zirvesi ABD ile diğer üye ülkeler arasındaki görüş ayrılıklarını açıkça ortaya çıkartmıştı. ABD Başkanı Trump Zirveden erken ayrılmış, ABD Zirve sonucu yayınlanması geleneksel olan sonuç bildirisini bile imzalamamıştı. Bu seneki Zirve’nin daha “olaysız” geçtiğini; Başkan Trump’ın daha “diplomatça” davrandığını söylemek mümkün.
G-7, Dünya’nın gelişmiş 7 ülkesini (ABD, Kanada, Japonya, Fransa, Almanya, İtalya ve İngiltere) bir araya getiren bir kuruluş. G-7 Zirveleri her yıl dönem başkanlığını yürüten ülkede toplanıyor. Bu yıl G-7 dönem başkanı Fransa ve G-7 başkanlığını da Fransa Cumhurbaşkanı Macron yürütüyor.
G-7 ülkeleri arasındaki görüş ayrılıklarının Trump ABD’de iktidara geldiğinden beri çok daha fazla açığa çıktığı izleniyor. Hemen hemen her konuda ABD ile G-7’nin diğer üyeleri arasında görüş ayrılıkları var. Ama G-7 içindeki çatlamalar sadece ABD ile diğer ülkeler arasında değil. İngiltere ve İtalya gibi ülkelerin de diğer G-7 üyesi ülkelerle sorunları büyüyor.
G-7, 1975 yılından beri toplanıyor. G-7 ülkeleri Dünya ekonomisinin % 58’ını oluşturuyor. Avrupa Birliği de G-7’nin üyesi ve G-7 toplantılarına katılıyor; G-7 toplantıları G-7+1 (üye ülkeler ve AB) formatında yapılıyor. Rusya da 1997-2014 yılları arasında G-7 toplantılarına devamlı davet edilmiş. Rusya’nın katılımıyla yapılan toplantılara G-8 adı verilmişti.
Rusya 2014 yılından beri G-7 toplantılarına davet edilmiyor; G-8 toplantıları yapılmıyor. Bunun sebebi Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve Ukrayna politikası. Almanya ve Fransa, Ukrayna politikası değişmeden, Rusya’nın G-7 toplantılarına tekrar davet edilmesine karşı çıkıyor.
Başkan Trump ise, Rusya’nın G-7 toplantılarına yeniden davet edilmesini, G-8 toplantılarının yeniden başlamasını istiyor; bu konu da ısrarcı oluyor. Rusya’nın daveti konusu Vaşington ile diğer G-7 liderleri arasında büyüyerek süren bir sorun haline dönmüş vaziyette.
Ama ABD ile diğer G-7 üyeleri arasındaki tek sorunlu konu Rusya (G-8) değil. Başkan Trump’ın İran politikası G-7 üyesi diğer ülkelerin başkentlerinde onaylanmıyor; Vaşington ile Berlin ve Paris’in İran konusundaki yaklaşımları birbirinden çok farklı.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un İran Dışişleri Bakanı Zarif’i G-7 Zirvesi sırasında “sürpriz bir şekilde” Biarritz kentine davet etmesi Dünya’da ilgi ile karşılandı. Macron’un Başkan Trump ile İran Cumhurbaşkanı Ruhani’yi bir araya getirecek bir zemini hazırlamaya çalıştığı ortaya çıkıyor. Eğer gerçekleşirse Trump-Ruhani görüşmesi için iyi bir fırsatın BM Genel Kurulunun Eylül-Ekim aylarında yapacağı yıllık geleneksel toplantı sırasında ortaya çıkabileceğine işaret ediliyor.
Türkiye için Suriye konusunun ortaya çıkarttığı en acil sorun güvenlik konusunda; 911 km kadar uzunluğundaki Türkiye-Suriye sınırının 4 parçaya bölünmüş Suriye tarafı farklı güçler tarafından kontrol ediliyor.
Türkiye-Suriye sınırının Akdeniz’den Idlib’e kadar uzanan kısa bir bölümü Şam rejimi kontrolünde. Burada Yayladağ sınır kapısı da bulunuyor; sınırın bu kısa bölümü Türkiye’nin Şam rejimi ile doğrudan temasta olduğu tek bölge.
Sınırın Hatay ilimize komşu olan diğer bölümünde (Astana Süreci içinde oluşturulan) İdlib çatışmasızlık bölgesi var. Burada kontrol çeşitli örgütlerin elinde; bunlar arasında (El Kaide tabanlı) Heyeti Tahriri Şam ve Türkiye’nin desteklediği Özgür Suriye Ordusu ön plana çıkıyor.
Türkiye’nin İdlib çatışmasızlık bölgesinde kurduğu 12 gözlem noktası ve askerleri bulunuyor. Bu gözlem noktalarının kurulma amacı İdlib’te ateşkesi izlemek ve ateşkesin devamını sağlamak. Ama İdlib’te ateşkes bir türlü kalıcı hale getirilemiyor. İlan edilen ateşkeslere rağmen bu bölgede savaş devam ediyor, Şam rejimi ve Rusya’nın havadan bombardımanları sivil halkı ciddi şekilde etkiliyor, kayıplara neden oluyor; sivil halkı göçe zorluyor.
Sınırın İdlip’ten Fırat Nehrine kadar olan uzun bir bölümü Türkiye desteğiyle Özgür Suriye Ordusu tarafından kontrol ediliyor. Bu bölge Türkiye’nin iki askeri operasyonla DEAŞ ve PYD/YPG’den temizlediği bölgeler. Azez-Cerablus-El Bab üçgeni ile Afrin’i içine alan bu bölgenin büyüklüğü 4 bin km2 kadar.
Türkiye-Suriye sınırının Suriye tarafında kalan diğer kısmını (Türkiye’nin PKK’nın Suriye uzantısı olarak gördüğü) PYD/YPG kontrol ediyor. Sınırın Fırat Nehrinden Irak’a kadar olan 550 km kadar uzunluktaki bir bölümünün (ve Suriye’nin % 30 kadarının) PYD/YPG tarafından kontrol edilmesi Ankara açısından kabul edilemez bir durum ve Türkiye için ciddi güvenlik riskleri oluşturuyor.
Ankara için hem İdlib’de bir türlü devam ettirilemeyen ateşkes ve kötüleşen durum hem de sınırının büyük bir bölümünde Türkiye’ye meydan okumaya çalışan PYD/YPG büyük bir sorun teşkil ediyor. Geçen hafta bu iki güvenlik sorunu da Ankara’yı uğraştırmaya devam etti. Türkiye-Suriye sınırının tamamının PYD/YPG kontrolünden çıkartılması (Güvenli Bölge kurulması) yönünde meydana
gelen gelişmeler Türkiye için olumlu; İdlib’te ortaya çıkan durum ise olumsuz bir şekilde gelişti.
Başkan Trump Kuzey Amerika kıtasının hemen yanındaki Dünya’nın en büyük adası olan “Greenland’ı” satın almak istediğini açıkladığında Dünya’da oluşan tepki de çok farklı değildi. Ama bu sefer konunun Başkan Trump’ı destekleyen tarihi bir geçmiş var.
Greenland Adası Danimarka’ya ait, kendi kendini yöneten, özel bir statüye sahip bir ülke sayılıyor. Adanın adı Danca (Danimarkaca) “Grönland”, İngilizce ise “Greenland”. Ada’nın adı Türkçe “Yeşiltopraklar” anlamına geliyor. Ama adına rağmen Ada büyük kısmıyla buzla ve buzullarla kaplı; Ada’nın hakim görüntüsü “yeşil” değil “beyaz”.
Greenland Dünya’nın en büyük adası ve 2.166.086 km2 alana sahip. Ama buzlarla kaplı Ada’da sadece 55.877 kişiden oluşan çok küçük bir nüfus yaşıyor. Ada nüfusunun %90’ına yakınını yerliler, % 10’dan biraz fazlasını Danimarkalılar ve diğer Avrupalılar oluşturuyor. Ada Dünya’da km2 başına düşen nüfusun en az olduğu bölgeler arasında yer alıyor.
Greenland İskandinav kaşifler tarafından 10. yüzyılda keşfedilmiş; 18. yüzyıldan beri Danimarka toprağı sayılıyor. 1953 yılında resmen Danimarka’ya katılmış; ancak 1979 yılında otonomi kazanarak, kendi kendini yönetmeye başlamış. Ada’da otonomi 2008 yılında daha da genişletilmiş.
Ada otonomi kazandıktan sonra düzenlediği bir referandumla 1985 yılında Avrupa Birliği’nden ayrılmış. Yani Greenland AB’den ayrılan ilk ülke sıfatını taşıyor. Ama Greenland’ın AB ile ilişkileri hala çok yakın ve Greenland ile AB arasında ilişkileri düzenleyen birçok anlaşma var.
ABD’nın Greenland’e ilgisi ise çok önceleri başlamış. İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1940 yılında Nazi Almanyası Danimarka’yı istila ettiğinde Greenland ABD’nin “koruması” ve yönetimi altına dönmüş. ABD, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Greenland’ı Danimarka’ya iade etmiş.
Ama ABD’nin Ada’ya olan “ilgisi” bundan sonra da sürmüş. ABD, 1953 yılında Ada’da bir askeri üs kurmuş. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde o dönemin ABD Başkanı Henry Truman da Ada’yı Danimarka’dan satın almayı düşünmüş, ama Danimarka bu teklifi kabul etmemiş. Başkan Truman 1946 yılında Danimarka’ya Ada için 100 milyon ABD doları önermiş.
Başkan Trump’ın da Greenland Adası’nı satın alması çok uzak bir ihtimal olarak görünüyor. Her şeyden önce Ada halkının böyle bir “satışa” karşı çıktığı, Greenland’daki genel havanın ABD ile “ticarete açığız, ama satılık değiliz” olduğu basında bildiriliyor.
Hong Kong 1997 yılından beri Çin Halk Cumhuriyeti’nin bir parçası. Şehrin yönetimi, 1997 yılında, 156 yıl süren İngiltere koloni idaresinden sonra Çin Halk Cumhuriyeti’ne devredilmiş; Çin, İngiltere ile vardığı uzlaşı sonucu şehre özel bir statü tanımıştı.
Bu statüye göre, bugün Hong Kong resmen Çin Halk Cumhuriyetinin bir parçası olsa da, kendi yönetimi ve kanunları var. Hong Kong ekonomisi de farklı bir şekilde yönetiliyor, para birimi bile ayrı. Hong Kong’un bu özel statüsü “bir ülke, iki ayrı sistem” olarak isimlendiriliyor. Hong Kong’un resmi adı “ Çin Halk Cumhuriyeti Hong Kong Özel Yönetim Bölgesi”.
Çin, tek parti (Komünist Partisi) tarafından yönetiliyor. Ekonomik açıdan serbest piyasa koşullarını uygulasa da Çin’de totaliter bir rejim var. Hong Kong’da siyasi sistem ise Çin’den çok farklı bir görünümde; Demokratik bir yönetim uygulanıyor, çoğulcu ve hür bir sistemi bulunuyor.
Hong Kong esasında bir şehir yönetimidir. Alanı çok küçük, sadece 1.104 km2’dir. Ama bu küçük alanda 7,5 milyona yakın nüfus yaşamaktadır. Hong Kong Dünya’nın km2 başına en fazla insan düşen alanlarından biridir. Başarılı bir ekonomisi olan Hong Kong’un kişi başına düşen milli geliri yüksek ve 50 bin ABD doları civarındadır.
Hong Kong birçok yönden çok farklı olsa da, otonom bir bölge olarak farklı bir yönetimi bulunsa da sonuçta Çin’in bir parçasıdır. Çin, Hong Kong’un yönetimine uzun bir zamandan beri karışmakta, Hong Kong’daki siyasi gelişmeleri etkilemeye gayret göstermektedir. Çin’in Hong Kong iç yönetimine etkisinin 2014 yılından bu yana arttığı ifade edilmektedir.
Çin-Hong Kong ilişkilerinde dönüm noktası ise 2017 yılı Temmuz ayında Carrie Lam’ın Hong Kong Baş Yöneticisi seçilmesidir. Bayan Carrie Lam, Pekin’e yakınlığıyla tanınan biri olarak tanınmaktadır. Carrie Lam’ın Hong Kong’u yönetmeye başlamasından sonra Çin’in Hong Kong üzerindeki etkisinin arttığı izlenmektedir.
Hong Kong’la ilgili yaşanan son krizin sebebi ise Baş Yönetici Carrie Lam’ın bu yılın başında “Suçluların Çin’e İadesi” için yeni kanun değişikliği yapmak istemesi. Hong Kong’da yakalanan suçluların Çin’e iadesinin yolunu açan bu yasaya karşı geniş bir muhalefetin ortaya çıktığı izleniyor. Muhaliflerin bu yasa sayesinde siyasi suçlamalara hedef olanların da Çin’e iadesinin yolunun açılacağından endişe ettikleri, bu şekilde Hong Kong’daki siyasi hürriyetlerin, basın-yayın serbestisinin çok olumsuz şekilde etkileneceğini düşündükleri ortaya çıkıyor.
“Suçluların Çin’e İadesi” kanun tasarısına karşı Mart ayında başlayan geniş çaplı direniş, sokak gösterilerine de dönüşerek devam ediyor. Hong Kong’da 15 ve 16 Haziranda gerçekleştirilen sokak gösterilerine 2 milyon kişinin katıldığı bildiriliyor.
Türkiye, Bayram’a ABD ile Türkiye-Suriye sınırının Suriye tarafında bir “Güvenli Bölge” kurulması konusunda varılan anlaşma ile girdi. Bu anlaşma hem Ankara hem de Vaşington’da memnuniyetle karşılandı. Türkiye, Suriye sınırında güvenlik ihtiyaçlarının karşılanması için bir “Güvenli Bölge” kurulması konusunu ABD ile bir süredir görüşüyordu.
Ankara, müttefiki ABD’nin Suriye’de PKK’nın Suriye uzantısı PYD/YPG ile 2015 ortalarından beri girdiği “yakın” işbirliğinden son derece “rahatsız”. ABD bu işbirliğini 2018 ortalarına kadar Suriye’de ortaya çıkan terör örgütü DEAŞ’la mücadele “gerekçesiyle” açıklıyor, ABD’nin PYD/YPG’ye sağladığı “desteğin” geçici olduğunu ileri sürüyordu.
Vaşington bu dönemde Türkiye’yi “oyalamak” için birçok sözler verdi. Bunlar arasında PYD/YPG’ye sağlanan “ağır silahların” DEAŞ’la mücadelenin bitmesinden sonra toplanacağı, PYD/YPG’nin kontrolünün Fırat Nehri’nin batısına geçmeyeceği de vardı. Ancak Ankara’nın “kırmızı çizgi” olarak ortaya koymasına rağmen PYD/YPG Fırat’ın batısına geçti ve Münbiç’i ele geçirdi.
Bu dönemde Türkiye, NATO “müttefiki” ABD’nin desteğiyle PYD/YPG’nin Suriye’de oldu-bittilere girişmemesi; PYD/YPG’nin Suriye’deki kontrolünü Fırat Nehri’nin batısına yayarak, Hatay’dan Irak sınırına kadar, Türkiye-Suriye sınırının tamamını ele geçirmesini önlemek için harekete geçti.
Türkiye ilk askeri operasyonunu Fırat Nehrinin hemen batısında Azez-Cerablus-El Bab üçgeninde DEAŞ’a karşı gerçekleştirdi ve 2 bin km2 genişliğindeki bu bölge DEAŞ’tan temizlenerek, Özgür Suriye Ordusunun kontrolüne bırakıldı. Böylece PYD/YPG’nin harekete geçerek bölgeyi ele geçirmesi ve “sözde” Kobani ile Afrin kantonlarını birleştirmesi, Hatay’a kadar Türkiye-Suriye sınırının Suriye tarafında kontrolü tamamen ele geçirmesi engellenmiş oldu.
Türkiye’nin daha sonraki operasyonu yine 2 bin km2 büyüklüğündeki Afrin bölgesine yapıldı. Bu kez Afrin PYD/YPG kontrolünden alınarak, Özgür Suriye Ordusu kontrolüne bırakıldı. Böylece Türkiye (Münbiç ve Tel Rıfat dışında) PYD/YPG’yi Fırat’ın doğusuna çekilmeye zorlamış oldu. DEAŞ’a karşı yapılan ilk ve PYD/YPG’ye karşı yapılan ikinci askeri operasyonların Vaşington’da ciddi bir “tedirginlik” yaratması Ankara’da ABD’nin Doğu Suriye’de ne yapmak istediği, “amacının” ne olduğu konusundaki “şüpheleri” ciddi bir şekilde arttırdı.
Bugün ortaya çıkan tablo ABD’nin başından beri Suriye’de Türkiye’yi oyalama taktiği uyguladığı yönündedir. Türkiye ile ABD’nin Münbiç konusunda uzun görüşmelerden sonra ortaya çıkardıkları Münbiç Mutabakatı aradan geçen bir seneden fazla süreye rağmen uygulamaya konulmamış, PYD/YPG Fırat Nehrinin doğusuna çekilmemiş, Münbiç asıl sahiplerine bırakılmamıştır.
Türkiye-Suriye sınırının Suriye bölümünün Fırat Nehrinden Suriye-Irak sınırına kadar olan bölümünün PYD/YPG kontrolü altında bulunması Ankara’yı rahatsız etmeye devam etmiş, geçtiğimiz yıl içinde Türkiye’nin bu kez bu bölgede (en azından bu bölgenin bir bölümünde) askeri bir operasyona hazırlanmaya başlaması Vaşington’a işin “ciddiyetini” göstermiştir.
Dışişleri Bakanlığı’nda aktif görev gördüğüm dönemlerde Büyükelçiler Toplantılarına ben de katılmıştım. Toplantılarda yurt dışında görevli, Türkiye’yi temsil eden Büyükelçiler, Dışişleri Bakanlığı’ndaki birimlerin üst düzey yetkilileriyle bir araya geliyor ve her toplantı sonucunda da bir sonuç bildirisi yayınlanıyor.
Dışişleri Bakanlığı’nın yurt dışı teşkilatı, Türkiye’nin gelişmesi ve uluslararası sistemde oynamak istediği rolün artması doğrultusunda, büyümüş durumda. Bugün Türkiye’nin yurt dışında 242 misyonu var. Türkiye, yurt dışında temsilcilik sayısı bakımından Dünya’daki ilk 5 ülke arasına girmiş durumda. Bu durum bölgesinde bir güç olan Türkiye’nin küresel planda da rol oynama isteğini yansıtıyor.
Türkiye’nin halihazırda 142 ülkede Büyükelçiliği bulunuyor. Buna 13 önemli uluslararası kuruluştaki temsilciliklerimizi de katarsak Dışişleri Bakanlığı’nın yurt dışında 155 Büyükelçisi bulunuyor. Diğer misyonlarımız Başkonsolosluklar. Türkiye’nin yurt dışındaki Başkonsolosluk sayısı 87’i bulmuş durumda.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun verdiği bilgiler çok sayıda Büyükelçiliğimizin çatışma içindeki, istikrarsız ülkelerde görevlerini sürdürdüğünü gösteriyor. Bazı temsilciliklerimiz açlık, kuraklık ve salgın hastalıkların bulunduğu ülkelerde görev görüyorlar. Bakan Çavuşoğlu’nun konuşmasında işaret ettiği bu husus bana 1982-1983 yıllarında Lübnan’da iç savaş içinde Beyrut Büyükelçiliğimizdeki görev süremi hatırlatıyor.
Büyükelçiler Toplantısının Dışişleri Bakanlığı’nın merkez ve yurtdışı birimlerini bir araya getiren ve yüz yüze değerlendirmeye imkan tanıyan yanı önemli. Büyükelçiler Toplantıları aynı zamanda yurt dışında görev gören Büyükelçilerin bu toplantılar sırasında dış politikanın oluşmasında rol oynayan devlet yetkilileriyle de bir araya gelmesine, genel konularda doğrudan talimatlandırılmalarına da imkan tanıyor.
Toplantılar nedeniyle Ankara’da bir araya gelen Büyükelçilerin programın Ankara bölümü tamamlandıktan sonra her sene Türkiye’nin bir şehrine
gitmeleri de artık gelenekselleşmiş bir durumda. Benim katıldığım bir toplantı sonrasında Erzurum’a gitmiş, Sarıkamış şehitlerimizin anılması için yapılan törene de katılmıştık.
Bu sene gerçekleşen Büyükelçiler Toplantısı’nda da gelenek devam etti ve Ankara’da toplanan Büyükelçiler Cumhurbaşkanı ve Meclis Başkanı tarafından kabul edildiler. Kamuoyunun Büyükelçiler Toplantısına ilgisi de esasen (geçen yıllarda olduğu gibi) Cumhurbaşkanı, Dışişleri ve Savunma Bakanlarının Büyükelçiler Toplantısına katılması ve burada yaptıkları konuşmalar sebebiyle oldu.
İlk gelişme ABD’nin Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler (INF) Anlaşmasından çekilmesiydi. Her ne kadar INF 1980’li yılların sonunda ABD ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan ikili bir Anlaşma olsa da sona ermesi şimdi bütün Dünya’yı ve özellikle Avrupa’yı etkileyebilecek sonuçlar yaratacaktır.
Dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan ile Sovyetler Birliği lideri Michail Gorbachev tarafından imzalanan ve 1988 yılında yürürlüğe giren INF Anlaşması, nükleer silahsızlanma alanında bir dönüm noktası olmuştur. ABD ve Sovyetler Birliği bu Anlaşma çerçevesinde 1988-1991 yılları arasında 2.692 orta menzilli nükleer başlığı imha etmiştir.
Sovyetler Birliğinin 1991 yılında çökmesinden sonra INF Anlaşması ABD ile Rusya arasındaki nükleer dengenin devam ettirilmesinde rol oynamaya devam etmiş; bu iki ülkenin elindeki 500 ila 5.500 km menzilli füzelerin kontrolünde etkili olmuştur. INF Anlaşmasına ilk eleştiriler Putin’in Devlet Başkanı olmasından sonra Rusya’dan gelmeye başlamıştır.
Trump’ın ABD Başkanı olmasından sonra ABD’nin de INF Anlaşmasına bakışı değişmeye başlamış; Trump, Rusya’yı INF Anlaşmasını ihlal etmekle suçlayarak, sonunda Anlaşmadan resmen çekilmiştir. Şimdi korkulan INF Anlaşmasından sonra ABD ile Rusya arasında yeni bir nükleer silahlanma yarışının başlamasıdır.
Konunun uzmanları ABD ile Rusya arasında yeniden başlayacak bir silahlanma yarışının orta menzilli füzelerle sınırlı kalmayacağını; sıranın iki ülke arasında nükleer silahsızlanma alanında büyük önemi bulunan Stratejik Silahları Azaltma Anlaşması’na (START) gelebileceğine işaret etmektedir. START Anlaşmasının süresi zaten 2021’de dolmaktadır. START Anlaşmasının süresinin uzatılmaması hem nükleer başlık hem de kıtalar arası (uzun menzilli) balistik füze (ICBM) üretiminde yeni bir yarışın başlaması anlamına gelecektir.
INF Anlaşmasının sınırlamalarından kurtulan ABD ve Rusya’nın kısa bir süre içinde yeni orta menzilli füze üretimine başlayabileceği anlaşılmakta, ABD’nin bu füzeleri Avrupa’da Polonya ve Romanya’ya konuşlandırabileceği konuşulmaktadır. Merak edilen husus Moskova’nın, Polonya ve Romanya’dan Rusya’nın Avrupa kıtasındaki her yerine kolaylıkla ulaşabilecek bu füzelerin konuşlandırılmasına göstereceği tepkidir.
Eski Varşova Paktı üyeleri Polonya 1999, Romanya ise 2004 yılında NATO üyesi olmuşlardır. Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında çöküşü ve Varşova Paktı’nın aynı yıl dağılması Dünya siyasi tarihindeki en önemli olaylardan birisidir. Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra tekrar bağımsızlığına kavuşan 6 Doğu Avrupa ülkesi (Polonya, Çekya, Slovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan) ilk önce NATO’ya daha sonra Avrupa Birliği’ne alınarak Batı’nın “sınırı” eski Sovyetler Birliği’ne kadar dayandırılmıştır.
Bugün Moskova, “Soğuk Savaşı” kazanarak sınırlarını Doğu Avrupa’da eski Sovyetler Birliği’ne kadar genişleten Batı’nın Gürcistan ve Ukrayna’yı da üye olarak kabul etmesine karşı çıkmakta; Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO ve AB üyeliğini engellemek için elinden geleni yapmaktadır.
Yunanistan ve Türkiye’de göreve gelen üst düzey yöneticilerin ülke dışına yaptıkları ilk resmi ziyaretleri Kıbrıs Adası’na gerçekleştirmeleri artık bir “gelenek” haline gelmiş bulunuyor. Ülke dışına yaptıkları ilk resmi ziyaretlerde Yunan üst düzey yöneticiler Kıbrıs Rum Kesimi’ni, Türk üst düzey yöneticiler ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ziyaret ediyorlar.
Kriakos Mitsotakis’in Kıbrıs Rum Kesimi’ni ziyaretini ilginç kılan husus, Yunanistan Başbakanı olarak Yunanistan dışına ilk resmi ziyaretini Kıbrıs’a yapması değil. Başbakan Mitsotakis’in Kıbrıs ziyareti sırasında yaptığı açıklamalar, en azından Kıbrıs sorununun (masa başında görüşmeler yoluyla) çözümü ve Doğu Akdeniz’deki gerginliğin azaltılması konusunda fazla “iyimser” olma imkanı bırakmıyor.
Başbakan Mitsotakis’in Kıbrıs’ta yaptığı açıklamalar Kıbrıs sorununu bir “işgal” sorunu olarak gördüğünü, Doğu Akdeniz’de ise uluslararası hukukun kendilerinden yana olduğunu “düşündüğünü”, Türkiye’nin Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarının “haklarına” göz koyduğunu “savunduğunu” gösteriyor.
Esasında bunlar Yunanistan’ın Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’deki “resmi” tutumunun tekrarından başka bir şey ifade etmiyor. Kaygı verici husus Başbakan Mitsotakis’in bu resmi tutumu aynen kabul edip, tekrarlaması ve Yunanistan’ın ne Kıbrıs ne de Doğu Akdeniz’deki tutumunda önümüzdeki dönemde “olumlu yönde” bir değişikliğin olmayacağının işaretlerini vermesi.
Halbuki Başbakan Mitsotakis’in yeni Yunanistan Hükümetinin programının oylanması sırasında Yunanistan Parlamentosu’nda yaptığı konuşmanın Türkiye ile ilişkiler bölümünde, “cesur adımlardan” bahsettiği biliniyor. Başbakan Mitsotakis’in “cesur adımlar” atmasını beklediği tarafın Türkiye olduğu açık.
Yeni başlayan Kyriakos Mitsotakis döneminde, en azından Yunanistan’ın da hem Kıbrıs’ta, hem de Ege ve Doğu Akdeniz’de “cesur adımlar” atmaya hazır olacağı “ümit edilmişti”. Başbakan Mitsotakis’in Kıbrıs ziyaretinin ortaya çıkarttığı olumsuz “gerçek”, Mitsotakis’in de Kıbrıs, Ege ve Doğu Akdeniz sorunları konusunda mevcut Yunan politikalarını benimseyeceği ve çözüm getirebilecek yönde bir politika değişikliğine hazır olmadığını ortaya koymaktadır.
Türkiye’den bakıldığında hem Kıbrıs hem de Ege/Doğu Akdeniz sorunlarının bugünkü duruma gelmesinin sebebi Atina’nın “yanlış” politikalarıdır. Yunanistan Kıbrıs’ta Türk ve Rum toplumlarının eşitliği üzerine kurulan 1960 Cumhuriyetinin yıkılmasında büyük bir rol oynamış olup, Ege Denizi’nden sonra şimdi de Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi kendi karasularına hapsetme politikasının mimarlığını yapmakta, Kıbrıs Rumlarını da şimdi Kıbrıs Türklerinin haklarını gasp etme yönünde teşvik etmektedir.
Başbakan Mitsotakis’in Kıbrıs ziyaretinin ortaya koyduğu tablo mevcut Yunan politikalarında bir değişiklik beklenmemesi gerektiğine işaret etmektedir. Halbuki Kıbrıs sorununun, Ege ve Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının sınırlandırılması sorunlarının (görüşmelerle) çözümü için hem Yunanistan hem de Türkiye’nin, hem de Ada’daki iki toplumun karşılıklı “cesur adımlar” atması zorunluluğu bulunmaktadır.