Paylaş
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Pekin’de yaptığı temaslar sırasında kullandığı “tek Çin politikası bizim için stratejik öneme sahiptir” cümlesi ilgi topladı. Okur ve öğrencilerimden bana “Tek Çin” politikasının ne olduğu konusunda sorular geldi.
Çin 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra komünist ve milliyetçi güçler arasında iç savaşın yaşandığı ülkelerden birisidir. İç Savaşı sonuçta komünist güçler kazanmış, kıta Çin topraklarının tamamını ele geçiren Komünist Partisi, Çin Halk Cumhuriyeti’ni kurmuştur.
Çin İç Savaşı’nı kaybeden milliyetçi güçler ise kıta Çin’inin hemen açıklarındaki (küçük)Tayvan Adası’na çekilmek zorunda kalmışlar; burada Çin Cumhuriyeti adıyla yeni bir devlet oluşturmuşlardır. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Soğuk Savaş döneminde Çin, Dünya’da bu iki devlet tarafından temsil edilmiş; Sovyetler Birliği ve Komünist ülkeler başkenti Pekin olan Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanırken, ABD ve Batı Dünyası başkenti Taipei olan Çin Cumhuriyeti’ni Çin halkının temsilcisi olarak kabul etmiş ve bu devletle ilişki kurmuştur.
Bu durum 1970’lere kadar devam etmiş, ABD Dışişleri Bakanı Kissinger Çin Halk Cumhuriyeti “gerçeğinin” daha fazla göz ardı edilemeyeceğini görerek “Tek Çin” politikasını benimsemiştir. Kissenger 1971 yılında Çin’e 2 gizli ziyaret gerçekleştirmiştir. ABD 70’li yılların ilk yarısında başlayan bu açılımını 1979 yılında tamamlamış ve bu yılın başında Vaşington ile Pekin arasında diplomatik ilişkiler resmen kurulmuştur.
ABD’nin Çin Halk Cumhuriyeti’ni tek Çin olarak tanıyarak, “Milliyetçi Çin” olarak da bilinen Çin Cumhuriyetiyle ilişkilerini kesmesinden sonra (NATO ülkeleri başta olmak üzere) birçok ülke ABD’yi izlemiştir. Türkiye de bu dönemde “Tek Çin” politikasını izleyerek Çin Halk Cumhuriyetini Çin’in tek temsilcisi olarak tanıyan ülkeler kervanına katılmıştır.
Richard Nixon 1972 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’ni ziyaret eden ilk ABD Başkanı olmuştur. Bugün hemen hemen tüm Dünya ülkeleri Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanımakta, Tayvan Adası’ndaki Çin Cumhuriyeti ile ise “diplomatik ilişki” kurmamaktadır.
Kissinger-Nixon ikilisinin ABD’yi Çin Halk Cumhuriyetini resmen tanımaya iten politikasının arkasında Çin’in giderek büyümeye başlayan ekonomik gücünün bulunduğu kesindir. Ancak Vaşington’un Pekin-Moskova ilişkilerinde o dönemde ortaya çıkan anlaşmazlıkları ve dönemin iki komünist gücü (Sovyetler Birliği ve Çin) arasındaki rekabeti kendi lehine değerlendirmek istediği de bilinmektedir.
Vaşington’u o dönemde Çin Halk Cumhuriyeti’ne iten diğer sebep de Pekin’in (komünist bir devlet olan) Vietnam’la ilişkilerinde patlak veren sorunlardır. Vaşington’un Vietnam Savaşı sonlarında patlak veren Pekin-Hanoi ilişkilerinin kötüleşmesinde memnuniyet duyduğu, Asya’daki 3 komünist devlet (Sovyetler Birliği-Çin-Vietnam) arasındaki çatışmanın bölgesel bir rekabete dönüşmesinin Vaşington için 1970’lerde (Moskova ve Hanoi’ya karşı) Pekin’e bir acılımı daha “cazip” hale getirdiği izlenmektedir.
1971 yılına kadar Birleşmiş Milletler’de Çin’i Tayvan’daki Çin Cumhuriyeti temsil ederken, ABD’nin Çin politikasını değiştirmesi ve Çin Halk Cumhuriyetini tanımasından sonra bu durum da değişmiştir. 1971 yılından sonra Birleşmiş Milletler’de Çin’i Çin Halk Cumhuriyeti temsil etmeye başlamış, BM Güvenlik Konseyi’ndeki daimi üyelik de Pekin tarafından doldurulmaya başlanmıştır.
Çin Halk Cumhuriyeti Tayvan Adası’nı “özerk bir bölgesi” olarak kabul etmekte, Tayvan’daki Çin Cumhuriyeti’ni (Milliyetçi Çin’i) bağımsız bir ülke olarak tanıyan ülkelerle ilişkisini keserek, (siyasi ve ekonomik) ambargo uygulamaktadır. Bununla birlikte bugün BM üyesi (çoğu Orta Amerika ve Okyanusya’daki küçük ülkeler olmak üzere) 18 ülke Çin Halk Cumhuriyetini (hala) tanımakta ve Tayvan’la diplomatik ilişki sürdürmektedir.
Çin Halk Cumhuriyeti ile Tayvan Adası’ndaki Çin Cumhuriyetini nüfus, yüz ölçümü ve ekonomik büyüklük olarak karşılaştırmak bile zordur. Çin Halk Cumhuriyeti 1,4 milyar nüfusu ve 9.600.000 km2 alanıyla Dünya’nın en büyük ülkeleri arasındadır. Çin Halk Cumhuriyeti bugün Dünya’nın en büyük 2. ekonomisine sahiptir.
Tayvan (Milliyetçi Çin) ise 35.808 km2 alana sahip küçük bir ülke olup, nüfusu sadece 23,5 milyon civarındadır. Tayvan da büyük sayılabilecek bir ekonomiye sahip olup, Dünya ticaretindeki rolü oldukça yüksektir. Siyasi ve ekonomik sebeplerle, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülke, resmen olmasa da Tayvan’la ilişkiyi sürdürmektedir.
Çin Halk Cumhuriyeti Komünist Parti yönetimine dayanan tek partili bir rejimken Tayvan çok partili demokratik bir yönetime sahiptir. Tayvan halkının ezici
çoğunluğu ülkenin Pekin’den bağımsız ayrı bir devlet olarak varlığını devam ettirmesinden yanadır.
Başkan Trump 2016 yılı Başkanlık seçim kampanyası sırasında ABD’nin 1970’lı yıllardan beri sürdürdüğü “Tek Çin” politikasını sorgulayan bazı ifadelerde bulunduysa da, sonuçta Çin Halk Cumhuriyeti’ni “tanıma” ve Tayvan’la sadece “gayri resmi” ilişki kurma politikasını devam ettirmek zorunda kalmıştır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin bugün Dünya’da kabul edilmesi gereken (siyasi ve ekonomik) bir “gerçek” olduğu açıktır.
Vaşington, Tayvan’la ilişkilerini ise ülkenin başkenti Taipei’deki “Amerikan Enstitüsü” vasıtasıyla sürdürmektedir. Bu Enstitü resmi olmasa da adeta bir Büyükelçilik görevini üstlenmekte; bununla birlikte ABD siyasi ve askeri destek sağladığı Tayvan’la ilişkilerini (Pekin’in tepkisini çekmeyecek bir şekilde) çok dikkatli olarak devam ettirebilmektedir.
Türkiye’nin de Tayvan (Çin Cumhuriyeti) ile ekonomik ilişkileri vardır. Ankara da Taipei’de bir “Türk Ticaret Ofisi” bulundurmakta; bu Ofis de ismi konulmadan bir “diplomatik temsilcilik” gibi faaliyet gösterebilmektedir. Geçmişte bu Ofisin başına emekli bir büyükelçi atandığı bile görülmüştür.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra Uzak Doğu’da iç savaş yaşayan diğer bir ülke de Kore’dir. Kore İç Savaşı 1950’lı yılların başında Birleşmiş Milletler ve diğer ülkelerin de katıldığı bir savaşa dönüşmüş; Kore (Batı ile Doğu arasındaki) Soğuk Savaşın sıcak bir savaşa dönüştüğü ender yerlerden biri durumuna gelmiştir.
Üç yıldan fazla süren Kore Savaşı sonucunda Kore yarımadası ikiye, iki devlete bölünmüştür. Yarım adanın kuzeyinde başkenti Pyongyang olan komünist Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, güneyinde ise başkenti Seul olan Kore Cumhuriyeti kurulmuştur.
İsmindeki “Demokratik” kelimesine rağmen Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti Dünya’daki en totaliter, tek parti ve tek adam rejimini oluşturmuş; Güney Kore ise başarılı, çok partili demokratik bir rejimle yönetilmiştir. Kuzey Kore totaliter rejim altında içine kapanırken, Güney Kore Dünya ekonomisiyle başarılı bir şekilde bütünleşebilmiştir.
Kuzey Kore 120.540 km2 alana sahip 25,4 milyon nüfuslu bir ülkedir. Güney Kore’nin yüz ölçümü 100.363 km2, nüfusu 51,4 milyondur. İki Kore ekonomileri ise birbirinden çok farklı bir gelişim göstermiştir. Kuzey Kore, “Milli Gelir ve Kişi Başına Milli Gelir” bakımından Dünya’nın en fakir ülkeleri arasında yer alırken, Güney Kore ekonomisi büyük bir atılım sağlamış ve Güney Kore Dünya’nın 14.
büyük ekonomisi haline gelmiştir. Güney Kore’de kişi başına milli gelir 44 bin dolara yaklaşmaktadır.
Dünya ekonomisi bakımından önemsiz, izole bir ülke olmasına rağmen Kuzey Kore’nin bugün uluslararası siyasette önemli bir rol oynamasının sebebi askeridir. Kuzey Kore 1990’lı yılların sonunda nükleer silah üretmiş ve Dünya’daki 9 nükleer güçten biri durumuna gelmiştir. Kuzey Kore’nin ciddi bir füze programı bulunmakta, nükleer silaha ve bu silahları gönderecek füze sistemlerine sahip olması bu ülkeyi ABD için bile potansiyel bir “tehdit” haline getirmektedir.
Başkanı Trump iktidara geldikten sonra Kuzey Kore “sorununu” ABD dış politikasında ön plana çıkartmış, Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ile 2 kere (biri Singapur’da diğeri Hanoi’de) buluşmuştur. Başkan Trump Osaka G-20 Zirvesinden hemen sonra Kore’ye geçerek, Güney’den Kuzey’de (iki Kore arasındaki silahsızlandırılmış bölgeden) yürüyerek geçmiş, böylece Kuzey Kore’ye ayak basan ilk ABD lideri olmuştur.
Çin’de “Tek Çin” politikası yerleşir ve Tayvan (Milliyetçi Çin) uluslararası alanda bir kenara itilirken, Kore’de “İki Kore” gerçeği Dünya tarafından kabul edilmekte ve Kuzey Kore meşruiyet kazanmakta, Dünya tarafından tanınmaktadır. Başkan Trump’ın (Dünya’daki en totaliter liderlerden biri olarak bilinen) Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ile olan “samimiyeti” Vaşington’da bazı çevrelerde tepki yaratırken, Trump’ın Kuzey Kore liderini Vaşington’a Beyaz Saray’a davet etmesi ABD-Kuzey Kore ilişkilerine olan ilgiyi daha da arttırmıştır.
Kore Yarımadası Dünya’da askeri faaliyetlerin en yoğun olduğu bir yerdir. ABD’nin Güney Kore’de askeri üsleri ve 25 bine yakın askeri bulunmaktadır. Japonya’daki ABD askerleri de sayıldığında, Vaşington bu bölgede 50 bin civarında asker konuşlandırmış olmaktadır. Kore savaşı sonucunda Ateşkes Anlaşması imzalanmakla beraber Barış Anlaşması imzalanmadığından teknik olarak Kuzey ve Güney Kore arasındaki “savaş durumu” devam etmektedir.
Başkan Trump Kuzey Kore lideri Kim Jon-un ile diyaloğunu bir keresinde “Aşk Hikayesi” olarak nitelemiştir. İki lider arasında iyi bir kimya, diyalog oluştuğu görülmektedir. Ancak bu aşk hikayesinin, iki ülke arasındaki görüşme sürecinin nasıl biteceği merak edilen bir konudur. ABD, Kuzey Kore’nin Nükleer ve Füze Programlarını ortadan kaldırmayı ve kontrol altına almayı amaçlamakta, Kuzey Kore ise kendisine karşı uygulanan ağır ekonomik yaptırımlardan kurtulmaya çalışmaktadır.
ABD ile Kuzey Kore arasındaki görüşme süreci Güney Kore tarafından desteklenmektedir. Cumhurbaşkanı Moon Jae-in iki Kore arasında barış sağlanması platformu üzerinden 2017 yılı Mayıs ayında Güney Kore’de seçimleri kazanmış ve Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Esasen ABD ile Kuzey Kore liderleri arasında başlayan görüşme sürecinin (başlangıçtaki) “mimarının” Güney Kore Cumhurbaşkanı olduğuna işaret edilmektedir.
Bir çok gözlemci Kuzey Kore’nin nükleer güç olmaktan vazgeçemeyeceğine, aksi taktirde bu ülkenin bütün pazarlık gücünü de kaybedeceğine inanmaktadır. Bu durumda ABD-Kuzey Kore görüşme sürecinde sonuçta Vaşington ve Dünya’nın Kuzey Kore’yi nükleer bir güç olarak tanıyabileceği, ancak Kuzey Kore’nin yeni nükleer silah ve yeni (uzun menzilli) füze üretmesinin engellenebileceği konuşulmaktadır.
Trump Yönetimi’nin Kuzey Kore’nin nükleer ve füze programlarının kontrol altına alınması ile yetinip yetinmeyeceği, Kuzey Kore’den tam bir nükleer silahsızlaşma istemeye devam edip etmeyeceği henüz açık değildir. Ortada olan husus Trump Yönetiminin mevcut politikaları ile Kuzey Kore ve Kim Jong-un’e meşruiyet ve prestij kazandırdığı, Kuzey Kore liderinin Vaşington ziyaretinin ABD’yi sonuçta “İki Kore” noktasına dönüşü olmayacak bir şekilde taşıyacağıdır.
Diğer yandan Nükleer bir Kuzey Kore’yi (ABD’nin bölgesel müttefikleri) Güney Kore ve Japonya’nın kabul edip etmeyecekleri de bir soru işaretidir. Uzun menzilli füze üretmediği takdirde (nükleer bir güç olarak) Kuzey Kore’nin ABD için yarattığı “tehdit” bölgesel kalacaktır. Ancak bölgede yer alan Güney Kore ve Japonya için durum (Kuzey Kore’nin yarattığı tehdit) doğal olarak çok daha farklıdır.
Geçen Pazar günü komşumuz Yunanistan önemli bir erken seçim geçirmiştir. 7 Temmuz Yunanistan Parlamento Seçiminin sonuçlarını ve iktidarın SYRIZA (Demokratik Sol Koalisyon) Partisi’nden Yeni Demokrasi Partisi’ne geçmesinin Yunanistan ve Türkiye-Yunanistan ilişkileri için ne anlama geldiğini önümüzdeki yazımda ele alacağım.
Paylaş