ülkeler arası rekabet

20 Temmuz Ay’a ilk insan ayak basışının 50. yıldönümü idi. İlk mürettebatlı uzay aracı Ay’a 20 Temmuz 1969 yılında indi ve aya ayak basan ilk insan Neil Armstrong oldu.

Haberin Devamı

 

Ülkeler arasında “uzay yarışı” neredeyse 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana devam ediyor. Soğuk Savaş döneminde ABD ile Sovyetler Birliği arasında meydana gelen bu “yarışa” şimdi diğer ülkeler de katılmış durumda. Avrupa Birliği ile Çin de uzay yarışında isimlerini duyurmaya çalışıyor.

Uzay ilk çağlardan beri insanın ilgisini çekiyor. Eski Mısırlıların, Mayaların uzayla ilgili keşifleri bugün bile bizde hayranlık uyandırıyor, bu medeniyetlerin “Dünya dışı” güçlerle temasta oldukları senaryolarına dayanan çok sayıda kurgubilim roman yazılıyor ve filmler yapılıyor.

Neil Armstrong’un Ay yüzeyinde attığı ilk adımları siyah-beyaz televizyondan, bütün Dünya gibi, heyecanla izlediğimi gayet iyi hatırlıyorum. “Uzay Yolu” gibi televizyon filmlerinin Dünya’nın ne kadar ilgisini çektiği, Dünya’nın ilgisini uzaya çevirdiği hala hatırlarda. İnsanlık hala uzay konusuyla çok ilgili, bu konuda yazılan kitaplar, çevrilen filmler bize sürekli olarak Evren’de yalnız olmadığımızı, insanlığın geleceğinin uzayda olduğunu söylüyor.

Haberin Devamı

Esasında Ay’a başarıyla uzay aracı indiren ilk ülke Sovyetler Birliği oluyor. Luna 2 isimli uzay aracı Ay’a ilk yumuşak inişi 1959 yılı Eylül ayında yapıyor. ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki uzay yarışı 60’lı yıllarda hızla büyüyor ve Ay’a ilk yumuşak inişten 10 yıl sonra ABD başarılı bir şekilde Ay’da ilk insanı yürütebiliyor.

Uzay çalışmalarının bütün insanlığın ilgisini çeken, havacılıkta varılan noktayı gösteren bir yanı olduğu kesin. ABD’nin şimdi uzay çalışmalarına yeniden hız vermeyi planladığı anlaşılıyor. ABD’nin şimdiki amacının ayda sürekli bir üs oluşturmak, Mars gezegenine mürettebatlı bir uzay aracı indirmek olduğu belirtiliyor.

Uzay çalışmalarına, bu çalışmalar için harcanan büyük kaynaklara eleştirisel olarak yaklaşanlar da var. Dünya’da henüz (aralarında okyanus ve deniz tabanlarının da bulunduğu)  keşfedilmemiş birçok yer varken, uzay çalışmalarına büyük mali kaynakların ayrılmasını eleştirenler de bulunuyor.

Haberin Devamı

Bu eleştirilere yanıtlar uzay çalışmalarının yaratacağı potansiyel ekonomik çıkarlarla veriliyor. Dünya çevresindeki gezegenlerin kolonileştirilmesinin, madencilik başta olmak üzere doğuracağı büyük fırsatların gelecek nesiller için önemi vurgulanıyor. Ülkelerin uzay çalışmalarında öne geçmenin, uzay teknolojisinin gelişmesinin yarattığı ekonomik çıkarları bugünden almaya başladıkları belirtiliyor.      

Konunun bir de ülkeler arasında rekabete işaret eden, ülkelerin “prestij” arayışını ortaya koyan bir yönü var. Ülkelerin “prestij” arayışı esasen yeni değil. Spor müsabakalarını, olimpiyatları düzenleme isteği, olimpiyatlarda madalya peşinde koşulması bu arayışın bir sonucu değil mi? Prestij arayışı ile ekonomik çıkarları bir arada yürütebilen ülkeler başarı konusunda daha önde yer alıyor.

Haberin Devamı

Uzay çalışmalarının geçmişte de bugün de ülkelerin “güç gösterisinde” kullanıldığını söylemek mümkün. Bir ülkenin uzay teknolojisinde ne kadar ileri olduğu o ülkenin ekonomik ve askeri gücünün de bir yansıması olarak görülebiliyor.

Uluslararası alanda rekabet önemli ve ülkelerin her alanda bu rekabet içindeki yerleri biliniyor. Her konuda ülkeler arası bir sıralama var. Hangi ülkenin ekonomisinin ve kişi başına milli gelirinin daha büyük olduğu, askeri gücünün sayısal dökümleri (kaç askere, uçağa, savaş gemisine sahip olduğu) bu çerçevede önemli.

Bugün Dünya’da Birleşmiş Milletler üyesi 193 ülke var. Gözlemci statüsündeki 2 ülkeyi de katarsak bu sayı 195. BM üyesi olmayan (sınırlı şekilde tanınan) ülkelerle Dünya’daki ülke sayısı 200’ün üzerine çıkıyor. Dünya’da bu ülkeler arasında siyasi olduğu kadar, ekonomik ve kültürel alanda da ciddi bir rekabet yaşanıyor.

Haberin Devamı

Uzay çalışmalarıyla ülkelerin elde etmeye gayret gösterdikleri füze teknolojisi arasında doğrudan bir bağ var. Füze teknolojisinin hızlı bir şekilde yayılması Dünya’daki askeri dengeleri de değiştiriyor. İran ve Kuzey Kore gibi ülkelerin füze programları bölgesel olduğu kadar küresel dengeler açısından da sonuçlar doğuruyor. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkeler özellikle füzelere karşı hava savunma sistemlerini güçlendirme gereksinimi duyuyorlar, bu yönde hareket ediyorlar.

Geçtiğimiz hafta içinde Orta Doğu’da gerginliğin giderek arttığı görülmüştür. Daha önceki bir yazımda tahmin ettiğim gibi İran ile Batı arasındaki gerginlik, İran’ın Hürmüz Boğazı’nda bir İngiliz tankerine el koymasından sonra daha da büyüme eğilimine girmiştir.

Haberin Devamı

İran geçen hafta içinde misillemede bulunarak Hürmüz Boğazı’nın girişinde bir İngiliz tankerine el koymuş, boş olan tanker Basra Körfezi’ndeki bir İran limanına çekilmiştir. İran’ın bu girişimi İngiltere’nin Cebelitarık limanında bir İran tankerine el koymasına doğrudan misilleme anlamına gelmektedir. Böylece şu anda bir İran tankeri Cebelitarık’ta İngiltere, bir İngiliz tankeri ise Basra Körfezi’nde Bandar Abbas’ta İran tarafından tutulmaktadır.

İngiltere, İran tankerini Akdeniz’in girişinde Cebelitarık Boğazı’nda tutmasının sebebini, Avrupa Birliği yaptırımlarına “aykırı olarak” Suriye’ye petrol taşıması olarak göstermiştir. İran, İngiltere tankere el koyduğunda bunun uluslararası hukuka aykırı olduğunu vurgulayarak, misillemede bulunacağını zaten açıklamıştır.

İran ise İngiliz tankerinin Hürmüz Boğazı’nın girişinde seyrüsefer kurallarına aykırı davrandığını, küçük bir İran teknesi ile çarpıştığını ve bu sebeple tankere el konularak İran limanına çekildiğini ileri sürmektedir. İngiltere, tankerine Umman karasularında el konulduğunu, İran’ın İngiliz bayrağı taşıyan bir gemiye el koymasının uluslararası hukukun ihlali olduğunu, İran’ın “devlet korsanlığı” yaptığını belirtmektedir.

Şu ana kadar Londra’dan konuyla ilgili gelen açıklamalar İngiltere’nin gemisinin serbest bırakması yönünde İran’a karşı askeri bir müdahale düşünmediğine, konuyu “görüşmeler” yoluyla çözmeye çalışacağına işaret etmektedir. Londra’dan gelen açıklamalar İngiltere’nin İran’a karşı siyasi ve ekonomik “yaptırımlar” düşündüğünü göstermektedir.

İran’ın İngiliz bayrağı taşıyan bir tankere el koyması olayı İngiltere’de önemli siyasi değişikliklerin meydana geldiği bir sıraya rastlamıştır. 23 Temmuz günü, beklendiği gibi, Boris Johnson İngiltere’de iktidarda olan Muhafazakar Parti’nin Başkanlığına seçilmiş, 24 Temmuz tarihinde ise Kraliçe tarafından yeni hükümeti kurmakla görevlendirilmiştir.

Yeni Başbakan Boris Johnson’un önünde İran ile büyüyen “tanker” krizi çözüm bekleyen en “acil” dış politika sorunu olarak bulunmaktadır. Yeni Başbakan Johnson’un ABD Başkanı Trump’a “yakın” olduğu bilinmekte, Johnson yönetimi altında İngiltere’nin İran’a karşı politikasında da bir “sertleşme” beklentisi bulunmaktadır.

Son hafta içinde ABD ile İran arasında da gerginliğin arttığı görülmektedir. ABD bir İran insansız hava aracını (İHA) düşürdüğünü açıklamış, bu haber İran tarafından kabul edilmemiştir. Vaşington’dan gelen haberler ABD’nin Suudi Arabistan’a 500 asker gönderdiğini, ABD’nin İran’a yönelik yaptırımları (daha da) arttırma yönünde harekete geçtiğini göstermektedir.

Boris Johnson’un yeni İngiliz Başbakanı olmasıyla Başkan Trump için nihayet Londra’da birlikte çalışabileceği bir iktidarın ortaya çıktığı yorumlarına sıklıkla rastlanmaktadır. Bu çerçevede ABD-İngiltere “yeni” işbirliğinin ilk olarak İran’a yönelik olarak kurulabileceği, Londra’nın adım adım ABD’nin İran’a uyguladığı siyasi ve ekonomik yaptırımları uygulamaya başlayabileceği beklentileri artmıştır.

Boris Johnson’un Muhafazakar Parti Başkanlığına rahat bir şekilde seçilmesine rağmen kendisine yönelik parti içi muhalefetin giderek büyüyeceğine inananlar çoğunluktadır. İran konusu İngiltere için “acil” bir sorun olmakla beraber İngiltere’nin önündeki en büyük sorunun “Brexit” olduğuna şüphe bulunmamakta, “Brexit” konusu İngiltere’yi her bakımdan olumsuz şekilde etkilemeye devam etmektedir.

Boris Johnson’un gerektiğinde “sert” Brexit taraftarı olduğu ve İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden şartlar gerektirirse “anlaşmasız” ayrılmasını savunduğu bilinmektedir. Yeni Başbakan Johnson’un 31 Ekim tarihinden sonra “uzatma” istemeyeceği ve “anlaşmasız” Brexit’in gerçekleşeceği tahminleri ortadadır. Herkesin üzerinde mutabık olduğu husus ise yeni İngiliz Hükümeti’nin işinin kolay olmadığı, “Brexit” konusunun İngiltere kadar Avrupa’yı da etkilemeye devam edeceğidir.

Türkiye’ye uzanan aile bağları nedeniyle Boris Johnson Türkiye’de bilinen bir siyaset adamıdır. Boris Johnson’un New York doğumlu olduğu ve 2017 yılına (kendisi vazgeçene) kadar ABD vatandaşı olduğu da bilinmektedir. Türk kamuoyu Johnson’u Londra Belediye Başkanlığı ve İngiliz Dışişleri Bakanlığı görevlerinden de tanımaktadır.

Bilinen bir husus da eski Başbakan Theresa May’ın aksine, Boris Johnson’un Başkan Trump’la iyi anlaşabildiği, Başkan Trump’ın açık bir şekilde Johnson’un İngiltere Başbakanı olmasını desteklediğidir.

Boris Johnson döneminde İngiltere-ABD ilişkilerinin hızlı bir şekilde eski yakın işbirliği dönemine geri döneceği, Brexit’in gerçekleşmesinden sonra ABD-İngiliz ekonomik ilişkilerinin hızlı bir şekilde büyümesi için gerekli adımların atılacağı beklentisi bulunmaktadır. Tahminler Brexit tamamlandıktan sonra İngiltere-ABD Serbest Ticaret Anlaşması müzakerelerinin başlayacağı yönündedir.

Brexit’in ve yeni bir Amerikan-İngiliz blokunun Kuzey Atlantik Bölgesi’nde ve Avrupa’da bütün dengeleri değiştirebileceği tahminleri bulunmaktadır. Avrupa Birliği içinde de sorunlara “yaklaşımlar” konusunda bölünmeler daha görünür hale gelmiştir. Paris ile Roma arasında son dönemde yaşanan “çekişmeler”, karşılıklı “suçlamalar” (18. ve 19. yüzyıl tarihini anımsatan)  dikkat çekici bir yön almıştır.

Fransa ile İtalya arasındaki son sürtüşmenin arkasında iki ülkenin Avrupa Birliğine bakısındaki farklılaşma yatmaktadır. Fransa, AB’yi daha fazla işbirliği, siyasi ve askeri bir blok yönünde itmeye çalışmakta; İtalya’daki popülist hükümet ise Brüksel’in yetkilerini azaltmaya, yetkileri (tekrar) Brüksel’den üye ülkelerin başkentlerine geri çekmeye gayret göstermektedir.

İtalya’nın Fransa’yı Afrika’da yeni “kolonyalizm” ile ve “sömürgecilikle” suçlamasının arka planında Roma’nın AB içindeki Berlin-Paris eksenine (bu iki ülkenin Avrupa projesine) karşı çıkmasının yattığını görenler vardır. Roma ve Paris, AB’nin alacağı yön yanında, Libya gibi Avrupa için önemli dış politika konularında bile ters düşmekte, Libya’da rakip hükümetleri desteklemektedir.  

Polonya, Macaristan gibi AB üyesi ülkelerin birçok konuda (Almanya Başbakanı) Merkel ve (Fransa Cumhurbaşkanı) Macron’dan çok popülist ABD Başkanı Trump’a yakın oldukları da izlenen bir husustur. Fransa’da bile 2017 seçimlerini rahat kazanan Macron’un (siyasi) durumunun çok da sağlam olmadığı, ülkede AB karşıtı popülist akımların büyüdüğü görülmektedir.

Fransa’da Cumhurbaşkanlığı seçimleri 2022 yılında yapılacaktır. Üç sene siyasette çok uzun bir süre olmasına rağmen gelecek seçimlerde popülist lider Marine Le Pen’in şansının arttığı yönünde işaretler ortaya çıkmaktadır. Le Pen, Fransa’nın Euro para birimi bölgesinden çekilmesini savunmakta, Fransa’nın AB üyeliğini bile referanduma koymaktan bahsetmektedir.

Bütün bu gelişmeler Berlin-Paris kontrolündeki AB Brüksel bürokrasisine karşı “ayaklanma” şeklinde yorumlansa bile, son olarak (yeni) AB Parlamentosu’nda yapılan seçimlerde Berlin ve Paris istedikleri adayları en önemli AB makamlarına getirmede başarılı olmuşlardır.  AB Komisyon ve Konsey Başkanlıklarına seçilen (Almanya Savunma Bakanı) Ursula Von Der Leyen ve (Belçika Başbakanı) Charles Michel Almanya ve Fransa’nın desteklediği adaylardır.

(Gerçekleşirse) Brexit’ten sonra Avrupa’nın alacağı şekil bütün önemli başkentlerde dikkatle izlenmekte olup, AB içindeki gelişmeler önümüzdeki dönemde uluslararası ilişkilerin şekillenmesinde en fazla etkili olacak konuların başında gelmektedir.       

 

Yazarın Tüm Yazıları