Paylaş
Bunlardan ilki İran’ın ABD ile yaşadığı gerginliğin diğer Batı ülkelerine de yayılması ve İngiltere’nin Cebeli Tarık Boğazı’nda bir İran tankerine el koymasıydı. İngilizlere göre İran tankeri Suriye’ye petrol taşımakta idi. İngiltere’nin İran tankerine ABD’nin verdiği bilgiler ve Vaşington’un isteği üzerine el koyduğu bilgileri basında yer aldı.
İran petrol tankeri olayı 2 nedenle önemli. Birincisi tankere İngiltere’nin el koyması ve ABD-İran çatışmasına bir Avrupa ülkesinin de doğrudan karışması. Tankerine el konmasından sonra İran bu olayın uluslararası hukukun ihlali olduğunu belirterek, karşılık vereceğini açıkladı.
Nitekim İran Devrim Muhafızlarına ait botların Basra Körfezi’nin girişinde Hürmüz Boğazı’nda bir İngiliz gemisini ele geçirmeye çalıştıkları, ancak geminin yakınlarında bulunan bir İngiliz savaş gemisinin olaya karışması üzerine, başarısız oldukları bilgisine basında yer verildi.
Bu olay üzerine İngiltere Basra Körfezi’ne yeni bir savaş gemisi daha göndereceğini açıkladı ve Londra-Tahran ilişkileri hızlı bir şekilde kötüleşti. ABD’nin aksine İngiltere ve İran arasında diplomatik ilişkiler var ve İngiltere İran Nükleer Anlaşmasını imzalayan ülkeler arasında (5+1’in içinde) yer alıyor.
Londra ile Tahran arasında Cebeli Tarık Boğazı’nda el konulan İran tankeri olayını çözmek için diplomatik temasların devam ettiği, görüşmelere iki ülke Dışişleri Bakanlarının da “telefon diplomasisi” ile katıldıkları izleniyor. İngiliz Dışişleri Bakanı Hunt ile İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif arasında geçen hafta sonunda bir telefon görüşmesi yapıldığı ve bu telefon görüşmesinde Hunt’ın Zarif’e İngiltere’nin bir şartla İran tankerini serbest bırakabileceklerini bildirdiği anlaşılıyor.
İngilizlere göre İran tankerine el konulmasının sebebi tankerin İran’dan Suriye’ye petrol taşıması. Avrupa Birliği’nin Suriye’ye karşı koyduğu yaptırımlar bulunuyor ve bu çerçevede Brüksel’e göre Suriye’ye petrol satışı yasak. İngilizler İran tankerinin İran petrolünü Suriye’ye taşıdığını ve böylece AB yaptırımlarını ihlal ettiğini belirtiyorlar.
İngiliz Dışişleri Bakanı Hunt’ın da Zarif’e, Tahran’ın İran tankerinin petrolü Suriye’ye götürmeyeceği yönünde garanti vermesi halinde İngiltere’nin tankeri
serbest bırakmaya hazır olduğunu ilettiği; İran’ın konuyu değerlendirdiği, Tahran’da henüz bu konuda bir “karar” alınamadığı anlaşılıyor. Hunt’ın Zarif’e kendileri için önemli olanın petrolün menşei değil nereye gittiği olduğunu söylediği bildiriliyor.
İngiltere’de Theresa May Hükümeti değişme aşamasında. ABD Başkanı Trump’a yakın olduğu bilinen Boris Johnson’un İngiltere Başbakanı olması beklentisi var. İngiltere’de Başbakan değişiminden sonra Londra’nın İran’a karşı tutumunda da bir sertleşme bekleyenler çoğunlukta. Boris Johnson’un Başbakan olduktan sonra İran’a yönelik ABD siyasi ve ekonomik yaptırımlarını “uygulamaya” daha “istekli” olacağına inanılıyor.
İran petrol tankeri olayının ortaya çıkarttığı diğer önemli bir husus da Tahran’ın Şam’daki rejimi ayakta tutabilmek için ne kadar gayret gösterdiği ve Suriye Savaşına ne ölçülerde karıştığıdır. İran halkı ABD yaptırımları sebebiyle ağır ekonomik koşullardan geçerken Tahran Şam’daki rejimi desteklemekten vazgeçmiyor.
Kendi ekonomisi büyük bir baskı altında olan Tahran’ın şimdiye kadar Suriye’de Şam rejimini ayakta tutabilmek için yaptığı harcamaların 100 milyar doları geçtiğine, 2012 ve 2013 döneminde İran’ın Suriye için harcadığı paranın yıllık 14-15 milyar doları bulduğuna işaret ediliyor. Bu durum Suriye konusuyla ilgilenen bütün başkentlerde akla ortak bir sınırı bile paylaşmadığı bir ülkede İran’ın niye bu ölçülerde (bir rejimi ayakta tutabilmek için) para harcadığı sorusunu getiriyor.
İran ve (daha önemlisi) Rusya’nın Suriye’de barış ve istikrarın sağlanmasının yolunun Suriye’deki siyasi ve ekonomik reformlardan geçtiğini, Şam’da bütün Dünya’nın meşru olduğuna inandığı ve Suriye halkının büyük bir bölümünün desteğine sahip bir hükümet olmadan Suriye’nin “düze” çıkamayacağını görmeleri büyük bir önem taşıyor.
Esasında Astana Süreci içinde kurulmaya çalışılan Suriye Anayasa Komitesi’nin amacı da bu. Suriye’de siyasi ve ekonomik reformların yolu daha özgürlükçü, daha demokratik ve halkın yönetimi seçmesine ve yönetime katılmasının yolunu açacak bir Anayasa yapılmasından geçiyor. Suriye’de ancak bu yeni Anayasa çerçevesinde özgür (uluslararası standartlarda) bir seçim gerçekleştirilebilecek, bu seçim sonucunda ortaya çıkacak Suriye yönetimi meşruiyet kazanabilecek ve bütün Dünya tarafından tanınabilecektir.
Anayasa Komitesinin çok uzun bir zamandan beri kurulamadığı ve çalışmalarına başlayamadığı bilinmektedir. Rusya-Türkiye-İran arasındaki 3’lü Astana
Zirvesinin kısa süre içinde toplanacağı açıklanmıştır. Anayasa Komitesi kurulması konusundaki zorlukların bu Zirvede aşılabileceği ve Komite’nin çalışmalarına (nihayet) başlayabileceği ümidi artmıştır.
Bununla birlikte Şam’da geçmişte gerekli siyasi ve ekonomik reformları yapma konusunda başarısız olan ve bu başarısızlığı sebebiyle Suriye’yi 8 yıllık bir savaşa sürükleyen (üstelik savaşı kazanmaya daha yakın olduğuna inanan) bir rejim bulunmaktadır. Bu rejimin bu kez daha demokratik ve daha çoğulcu yeni bir Anayasayı, gerekli reformları, gerçek serbest bir seçimi kabul etmeye zorlanıp zorlanamayacağı haklı bir soru olarak ortaya çıkmaktadır.
İşte burada iş büyük ölçüde, Suriye’de gerekli reformların yapılmasının başarılamaması ve Suriye’de (Suriye halkının ve Dünya’nın kabul edeceği) meşru bir yönetim kurulamaması halinde Suriye sorununun giderek kendileri için bir “ayak bağı” durumuna geleceğine inandırılması gereken, Moskova ve Tahran’a düşmektedir. Anayasal reformlar için Rusya ve İran’ın Şam rejimi üzerinde yoğun bir baskı kurmaları gerekmektedir.
Geçen hafta Türkiye’den bakıldığında önemli bir gelişme de Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yatakları konusunda meydana geldi. Kıbrıs Türk tarafı önemli bir adımı resmiyete geçirdi ve Kıbrıs Rumlarına Ada etrafındaki petrol ve doğal gaz kaynaklarının kullanımı konusunda iki toplumun “Ortak Komite” oluşturması teklifini yaptı.
Türk tarafının “Ortak Komite” önerisi Komitenin iki toplumdan eşit sayıda üye ile kurulmasını ve Ada etrafındaki hidrokarbon zenginliğinin bu Komite’nin alacağı kararlarla yürütülmesini öngörüyor. Ortak Komite toplantılarına Birleşmiş Milletler de katılabilecek, istediği takdirde Avrupa Birliği de Komitede gözlemci statüsü ile temsil edilebilecek.
Türk tarafının bu önerisi Kıbrıs Rum Yönetimi Cumhurbaşkanı Anastasiades’e Birleşmiş Milletler aracılığıyla ulaştırıldı. Anastasiades öneriyi 16 Temmuz Salı günü Kıbrıs Rum tarafındaki diğer parti liderleriyle görüşeceğini açıkladı. Bu toplantı Kıbrıs Rum tarafında 16 Temmuz Salı günü yapıldı. Kıbrıs Rum parti liderlerinin toplantısından (beklendiği gibi) olumlu bir sonuç çıkmadı; Kıbrıs Rumları Kıbrıs Türklerinin sorununun halli yönünde attığı adımı değerlendirme yoluna gitmedi.
Diğer yandan Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları da 15 Temmuz günü yaptıkları toplantıda (daha önce AB Büyükelçileri tarafından üzerinde anlaşılan) yaptırımları onayladılar. Bu yaptırımlar içinde üyelik müzakereleri çerçevesinde
Türkiye’ye yapılan (145 milyon Euro civarında) yardımın kesilmesi, AB Yatırım Bankasının Türkiye’deki bazı projeleri desteklememesi tavsiyesi, Türkiye ile AB arasındaki yüksek seviyeli diyalog toplantılarının ve Türkiye ile yürütülen hava anlaşması müzakerelerinin askıya alınması bulunuyor.
AB Dışişleri Bakanlarının yaptıkları açıklamada Türkiye’ye Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları konusunda “doğrudan” Rum Yönetimiyle konuşmasını istemesi Ankara ile Brüksel’in Kıbrıs konusundaki tutumlarının ne ölçüde birbirinden ve AB’nin Ada’daki “gerçeklerden” ayrıldığını gösteriyor.
Ankara ise yaptığı bütün açıklamalarda hem Türkiye’nin hem de Kıbrıs Türk tarafının Doğu Akdeniz’deki haklarının korunması konusunda ve Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerini sürdürmekte kararlı olduğunu vurguluyor. Ne Ankara ne de Kıbrıs Türkleri için 1960 Kıbrıs Cumhuriyetini yıkan ve o günden buyana çözümü engelleyen Kıbrıs Rum tarafının yaptığı Kıbrıs Türklerinin haklarının çözümden sonra verileceği sözlemleri bir şey ifade etmiyor.
Yunan tarafının Türkiye ile olan denizlerden doğan sorunlar konusunu “uluslararasılaştırma” eğilim ve politikaları esasen yeni değil. Bugün Doğu Akdeniz’de yaşananlara benzer sorunlar Ege Denizi’nde patlak verdiğinde 1975 yılında Yunanistan’ın konuyu Türkiye ile “hakkaniyet” içinde görüşmek ve çözmek yerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne ve Uluslararası Adalet Divanı’na taşıdığı hatırlarda.
Bu döneme baktığımızda, aynen Yunanistan’ın desteğiyle Kıbrıs Rum Yönetimi’nin konuyu Avrupa Birliğine götürmesi gibi, 1975’te de Yunanistan’ın Türkiye’nin Ege Denizi’ne sismik araştırma gemisi yollama kararından sonra BM Güvenlik Konseyi’ne ve Uluslararası Adalet Divanı’na gittiği görülmektedir.
Yunanistan ancak Güvenlik Konseyi ve Uluslararası Adalet Divanı’ndan başvurularına istediği yanıtı alamamasından sonra Türkiye ile masaya oturmak zorunda kalmış ve 1976 yılında Ankara ile Atina, bugün de geçerli olan, Bern Mutabakatını imzalamışlardır. Bern Mutabakatı iki ülkenin de Ege Denizi’nde “tahrik edici” davranışlara girmemesini, Ege sorunlarının görüşmeler yoluyla çözümünü öngörmektedir.
Geçen hafta Türkiye’nin Rusya’dan satın aldığı S-400 Hava Savunma Sistemi’nin teslimine başlanması Türkiye açısından çok önemli bir gelişme olmuştur. Hava yoluyla başlayan teslim sürecinin önümüzdeki haftalarda da devam edeceği, sisteme ait füzelerin Türkiye’ye deniz yoluyla getirileceği açıklanmıştır. Hava
Savunma Sisteminin tümüyle operasyonel hale gelmesinin 2020 Nisan ayında olacağı anlaşılmaktadır.
S-400’lerin Türkiye’ye teslimine başlanması yerli ve yabancı basında yine birçok yorum ve görüşlerin yer almasına neden olmuştur. Halbuki Ankara açısından konu son derece açıktır. Türkiye’nin, bulunduğu bölge itibariyle füze savunma sistemine ihtiyacı vardır ve Türkiye bu ihtiyacını Batılı müttefiklerinden karşılayamayınca en iyi öneriyle gelen Rusya ile anlaşmak zorunda kalmıştır.
Ankara’ya göre, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füzeleri almasının ne NATO ittifakı üyeliği ne de Batı ile ilişkilerinde bir sapmayla ilişkisi var. Eğer ABD zamanında Türkiye’ye Patriot füzeleri satmayı kabul etse ve bu konuda bir anlaşma olabilseydi, zaten bugün bu konuyu konuşuyor bile olmayacaktık.
Mevcut durumu en iyi şekilde ABD Başkanı Trump açıklamış ve Türkiye’ye “haksızlık yapıldığını” belirtmiştir. Maalesef Batı’nın Türkiye’ye yaptığı “haksızlıklar” hava savunma sistemleri konusuyla da sınırlı değildir. ABD gibi Avrupa Birliği de Türkiye’ye “haksızlık yapmayı” adeta bir “adet” haline getirmiştir.
S-400’ler konusu kapandığına ve teslimat tamamlanmakta olduğuna göre, şimdi Vaşington’un önünde “haksızlıklara” devam edip etmeme tercihi bulunmaktadır. Bu konuda Başkan Trump ve çevresindeki bazı kişilerin “farklı düşündükleri” ortadadır. Vaşington tutumuna hala tam açıklık getirmiş değildir.
ABD’nin Türkiye’ye karşı “yaptırımlara” başvurması ve F-35 uçaklarını teslim etmemesi kaçınılmaz olarak Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni ve “kalıcı” sorunlar ortaya çıkartacaktır. Ankara’da, Vaşington’un Türkiye’yi şimdi de F-35’lere alternatifler aramaya itmeyeceği beklentisi yaygındır. Bir Rus Senatörün söylediği “Rusya’nın Türkiye’ye önerebileceği çok modern başka silahları bulunduğu” sözlerinin Vaşington’da etki yapması ve Vaşington’un “lobilerin” etkisinden kurtularak Türkiye’ye karşı “adil” olması gerekmektedir.
Paylaş