Paylaş
Hong Kong 1997 yılından beri Çin Halk Cumhuriyeti’nin bir parçası. Şehrin yönetimi, 1997 yılında, 156 yıl süren İngiltere koloni idaresinden sonra Çin Halk Cumhuriyeti’ne devredilmiş; Çin, İngiltere ile vardığı uzlaşı sonucu şehre özel bir statü tanımıştı.
Bu statüye göre, bugün Hong Kong resmen Çin Halk Cumhuriyetinin bir parçası olsa da, kendi yönetimi ve kanunları var. Hong Kong ekonomisi de farklı bir şekilde yönetiliyor, para birimi bile ayrı. Hong Kong’un bu özel statüsü “bir ülke, iki ayrı sistem” olarak isimlendiriliyor. Hong Kong’un resmi adı “ Çin Halk Cumhuriyeti Hong Kong Özel Yönetim Bölgesi”.
Çin, tek parti (Komünist Partisi) tarafından yönetiliyor. Ekonomik açıdan serbest piyasa koşullarını uygulasa da Çin’de totaliter bir rejim var. Hong Kong’da siyasi sistem ise Çin’den çok farklı bir görünümde; Demokratik bir yönetim uygulanıyor, çoğulcu ve hür bir sistemi bulunuyor.
Hong Kong esasında bir şehir yönetimidir. Alanı çok küçük, sadece 1.104 km2’dir. Ama bu küçük alanda 7,5 milyona yakın nüfus yaşamaktadır. Hong Kong Dünya’nın km2 başına en fazla insan düşen alanlarından biridir. Başarılı bir ekonomisi olan Hong Kong’un kişi başına düşen milli geliri yüksek ve 50 bin ABD doları civarındadır.
Hong Kong birçok yönden çok farklı olsa da, otonom bir bölge olarak farklı bir yönetimi bulunsa da sonuçta Çin’in bir parçasıdır. Çin, Hong Kong’un yönetimine uzun bir zamandan beri karışmakta, Hong Kong’daki siyasi gelişmeleri etkilemeye gayret göstermektedir. Çin’in Hong Kong iç yönetimine etkisinin 2014 yılından bu yana arttığı ifade edilmektedir.
Çin-Hong Kong ilişkilerinde dönüm noktası ise 2017 yılı Temmuz ayında Carrie Lam’ın Hong Kong Baş Yöneticisi seçilmesidir. Bayan Carrie Lam, Pekin’e yakınlığıyla tanınan biri olarak tanınmaktadır. Carrie Lam’ın Hong Kong’u yönetmeye başlamasından sonra Çin’in Hong Kong üzerindeki etkisinin arttığı izlenmektedir.
Hong Kong’la ilgili yaşanan son krizin sebebi ise Baş Yönetici Carrie Lam’ın bu yılın başında “Suçluların Çin’e İadesi” için yeni kanun değişikliği yapmak istemesi. Hong Kong’da yakalanan suçluların Çin’e iadesinin yolunu açan bu yasaya karşı geniş bir muhalefetin ortaya çıktığı izleniyor. Muhaliflerin bu yasa sayesinde siyasi suçlamalara hedef olanların da Çin’e iadesinin yolunun açılacağından endişe ettikleri, bu şekilde Hong Kong’daki siyasi hürriyetlerin, basın-yayın serbestisinin çok olumsuz şekilde etkileneceğini düşündükleri ortaya çıkıyor.
“Suçluların Çin’e İadesi” kanun tasarısına karşı Mart ayında başlayan geniş çaplı direniş, sokak gösterilerine de dönüşerek devam ediyor. Hong Kong’da 15 ve 16 Haziranda gerçekleştirilen sokak gösterilerine 2 milyon kişinin katıldığı bildiriliyor.
Başlangıçta kanun tasarısına karşı başlayan direnişin artık Çin yanlısı olarak nitelendirilen Carrie Lam yönetimine karşı bir “isyan” havası aldığı görülüyor. Hong Kong sokaklarında göstericilerle polisin çatışması Dünya kamuoyunun daha fazla ilgisini çekiyor, Hong Kong uluslararası haberlerde ilk sıraya çıkıyor.
Sokak gösterilerinin, “Suçluların Çin’e İadesi” kanun tasarısının geri çekilmesine rağmen durmamasının Pekin’i “rahatsız” ettiği ortada. Göstericiler kanun tasarısının geri çekilmesini yeterli bulmuyor, bir daha getirilmeyeceği konusunda garanti istiyorlar. Göstericilerin Carrie Lam’ın istifa etmesini istemesi ise Hong Kong’da Çin’e karşı tepkinin arttığına işaret ediyor.
Basında yer alan haberlerde, Hong Kong’da 5 aydan beri devam eden sokak gösterileri sırasında 700’den fazla kişinin gözaltına alındığı, bunlar arasında tutuklananlar bulunduğu bildiriliyor. Göstericiler tutuklananların serbest bırakılmasını da istiyor. Hong Kong’daki gelişmeler giderek demokrasi yanlısı ve Çin’e yakın olan güçler arasında bir mücadele görüntüsü kazanıyor.
Geçen hafta içinde göstericilerin Hong Kong Havaalanına girmeleri ve uçuşların bir süre yapılamaması ve havaalanının kapanması gösterilerin vardığı boyutu ortaya koyuyor. Ancak, daha ciddi olan gelişme Çin’in hemen Hong Kong’un yakınlarındaki Şınçın şehrine çok sayıda askeri zırhlı araç yığması ve Hong Kong’a yarı askeri bir müdahaleye hazırlandığı görüntüsünü vermesi.
Çin’in başlangıçta Hong Kong’daki olayları “radikal” unsurların çıkarttığı kargaşa olarak nitelerken geçen hafta “terör benzeri eylemler” ifadesini kullanmasını Pekin’in Hong Kong’a “doğrudan” müdahaleye hazırlandığı şeklinde yorumlayanlar bulunmaktadır. Böyle bir müdahale için her şeyden önce Hong Kong yönetiminin Pekin’den yardım istemesi gerekecektir.
Pekin’in, Hong Kong’a askeri bir müdahalesinin Uzak Doğu’yu daha da karıştıracağını, Çin’in başta ABD ile olmak üzere Batı’yla ilişkilerini daha da gereceğini tahmin etmek zor değildir. Pekin’in Hong Kong’daki “isyanın” arkasında zaten “Batı’yı” gördüğü anlaşılmaktadır. Başkan Trump’ın Hong Kong sorununun çözümü için Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile görüşebileceğini açıklamasının Pekin’de çok da iyi karşılanmadığı açıktır.
Çin’in elde ettiği ekonomik başarının, uluslararası sistemde geldiği yeni konumun dikkat çekici olduğu açıktır. Ancak Çin’in bu başarısını çoğulcu, daha demokratik ve katılımcı bir sisteme geçerek sağlamlaştıramadığı da görülmektedir. Siyasi totaliter sistemi Çin’in Dünya için bir cazibe merkezi olmasını engellemekte, Çin’i Batı karşısında bir nevi “korumasız” ve “savunmasız” bırakmaktadır.
Çin’in Tibet ve Doğu Türkistan sorunlarındaki tutumu, Uygurlara karşı izlediği kabul edilemez politikalar da Çin’in görüntüsünü “zayıflatmakta”, elde ettiği ekonomik başarıya rağmen, Dünya’da izlenmesi arzu edilen bir model olma konumuna gelmesini engellemektedir.
Kültürel yakınlığına rağmen Tayvan (Milliyetçi Çin) ve Hong Kong’da Pekin’e karşı olan tepki yanında, Çin’in Uzak Doğu bölgesindeki hemen tüm (komşusu olan) ülkelerle de sorunları bulunmaktadır. Çin’in deniz komşuları Güney Kore ve Japonya, kendi aralarındaki bütün sorunlara rağmen, Çin karşısında birleşebilmekte, Çin-ABD çatışmasında ABD’nin yanında yer almaktadır.
Çin-Japonya ilişkileri tarih boyunca hep sorunlu olmuştur. Bugün hem Çin hem de Japonya birer ekonomik güç merkezi durumundadır. Ama Japonya ekonomik gücünü demokratik bir sistem içinde geliştirir ve Dünya’daki ekonomik yerini çoğulcu, demokratik, hür bir siyasi sistem içinde kazanırken; Çin de ekonomik bir güç merkezi haline gelmiş, ancak totaliter baskıcı bir siyasi rejim olarak kalmıştır.
Bugün Güney Kore de gösterdiği ekonomik “başarıyla” dikkatleri üzerine çekmekte, bunu (Japonya gibi) demokratik, çoğulcu ve çok partili bir siyasi rejim içinde gerçekleştirmektedir. Kore yarımadası bugün (Kuzey Kore sorunu sebebiyle) uluslararası sistemdeki en sorunlu bölgelerden biridir. Başkan Trump’ın “farklı” Kuzey Kore politikasına rağmen Çin-Kuzey Kore ittifakı karşısında Güney Kore ve Japonya ABD ile ittifak halindedir.
Çin’in Uzak Doğu’nun güney bölgesindeki ülkelerle olan ilişkileri de denizden kaynaklanan sorunlar sebebiyle (Güney Çin Deniz Sorunu) zaman zaman gerginleşmektedir. Çin-Vietnam ilişkileri bu bakımdan çok ilgi çekicidir. Vietnam da ekonomik kalkınmasını tek partili (Komünist Parti) bir sistemde içinde gerçekleştirmeye çalışmakta, Çin’le olan bütün benzerliklerine rağmen, Hanoi-Pekin ilişkileri gergin ve sorunlu olmaya devam etmektedir.
Çin-Vietnam ilişkilerindeki ciddi sorunların farkında olan ABD, (Vietnam savaşının getirdiği psikolojik yüke rağmen) Hanoi ile ilişkileri hızla ilerletmiş; Vietnam ABD’nin bölgede en fazla ilgilendiği ülkeler arasına girmiştir. Başkan Trump’ın Kuzey Kore’ye Vietnam örneğini izlemesi “önerisinde” bulunması bu bakımdan ilgi çekici bulunmuştur.
Diğer Güney Doğu Asya ülkeleri üzerinde de Çin-ABD (ve Japonya) rekabetinin sürdüğü izlenmektedir. ASEAN (Güney Doğu Asya İşbirliği Örgütü) içinde yer alan Kamboçya, Laos, Myanmar Çin’e daha yakın bir dış politika izlerken; Tayland, Singapur, Filipinler, Bruney, Malezya, Endonezya ve Vietnam ABD ve Japonya ile ilişkileri ön plana çıkartmaya devam etmektedir.
Pekin-Moskova yakınlaşmasının Asya’daki gelişmeler içinde ABD ve Batı’yı en fazla rahatsız edenler arasında bulunduğuna şüphe bulunmamaktadır. Son yıllarda Rusya ve Çin, sınır anlaşmazlıkları dahil, aralarındaki sorunları geride bırakarak yakın bir işbirliği içerisine girebilmişlerdir. Şangay İşbirliği Örgütü de bu işbirliğinin sonucunda kurulabilmiştir.
ABD ve Batı’nın Çin’in “yükselişini” dengeleyebilmek amacıyla Hindistan’ı ön plana çıkarttıkları, Çin-Hindistan rekabetini “körüklediklerini” düşünenler çoğunluktadır. Hindistan, bütün sorunlarına rağmen, Asya’da yeni bir güç merkezi olarak ortaya çıkmakta, Çin’den farklı olarak ekonomik “büyümesini” çok daha “demokratik” bir sistem içinde gerçekleştirmektedir.
Asya’da izlenen önemli bir gelişme Pakistan’ın, büyüyen Hindistan “tehlikesine” karşı, Çin’le geliştirdiği yakın ortaklık ilişkileridir. Bugün Pakistan dış politikası Vaşington’dan çok Pekin’e çevrilmiş bir görüntü vermektedir. Çin’in Pakistan’da artan ekonomik etkisi daha da görünür bir tablo ortaya koymaktadır.
Pakistan ile Hindistan arasındaki Keşmir sorunu sadece Asya için değil tüm uluslararası sistem için “endişe verici” olmaya devam etmektedir. Hindistan’ın son olarak yönetimi altındaki Keşmir’in (Keşmir’in yarısından fazlasını oluşturan kısmının) özel statüsünü kaldırması Pakistan ile Hindistan arasındaki ilişkilerin yine gerilmesine sebep olmuştur.
Keşmir 1947 yılından beri Hindistan ile Pakistan arasında bölünmüş durumdadır ve iki ülke arasında şimdiye kadar patlak veren 4 savaştan 3’ünün nedeni Keşmir’dir. Pakistan ile Hindistan arasında yeni bir savaş ihtimali iki ülkenin de nükleer güç olmaları sebebiyle bugün Dünya’yı daha fazla endişelendirmektedir.
Hindistan’ın son olarak Keşmir’in otonom statüsünü kaldırarak yönetimi altındaki Keşmir’de Hindistan kanunlarının uygulanması kararının arkasında Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin Hindu milliyetçisi politikalarının bulunduğu açıktır. Ancak, Keşmir sorunu giderek küresel aktörlerin daha fazla karıştıkları bir görünüm almaktadır.
Hindistan’ın Keşmir’in özel statüsünü kaldırmasından sonra Pakistan hemen Çin’in desteğini arama yoluna gitmiş; Pakistan ve Çin birlikte Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni (BMGK) Keşmir konusunu ele almak için toplantıya çağırmışlardır. Bu toplantı bu hafta sonu yapılmış, ancak toplantı sonunda ortak bir açıklama dahi yapılamamıştır.
BMGK’nin bir karar alamamış olması Keşmir konusunda, Konseyin 5 daimi üyesi arasında görüş ayrılıkları olduğunu; Çin’in Pakistan’ı desteklerken, Rusya ve ABD’nin Hindistan’ı zor duruma düşürmemeye çalıştıklarını ortaya koymaktadır. Buna rağmen BM’nin çok uzun bir aradan sonra Keşmir konusunu ele alarak görüşmesinin Pakistan’ı “memnun ettiği”, Keşmir konusunun Hindistan’ın savunduğu gibi ülkenin bir iç işi değil, uluslararası bir sorun olduğu görüşüne ağırlık kazandırdığı izlenmiştir. Keşmir’deki direniş ve Pakistan, Keşmir meselesini bir işgal sorunu olarak görmektedir.
Asya kıtasının hemen her kesiminde ciddi sorunlar yaşandığı ortadadır. Uzak Doğu’da Çin, iki Kore ve Japonya, güney kıtada Pakistan ve Hindistan arasındaki, ABD ve Rusya’nın da doğrudan müdahil olduğu, sorunlar büyüme eğilimi gösterirken; Asya’nın batısı (Orta Doğu) çok zor bir dönemden geçmektedir.
Asya’daki bu gelişmelerin Ankara tarafından da çok yakından izlendiğine şüphe bulunmamaktadır. Türkiye uzun bir süredir Orta Doğu’daki istikrarsızlık ve karmaşadan doğrudan etkilenmektedir. Türkiye, ön plana çıkan iki Asya gücü Çin ve Hindistan’la ilişkilerini geliştirmek istemekte ve bu yönde gayret göstermekte; ancak Doğu Türkistan ve Keşmir sorunlarıyla ilgisini de devam ettirmek zorunda kalmaktadır. Bu durum Ankara için dış politikada başa çıkılması gereken ciddi bir ikilemi ortaya çıkartmakta; Türkiye’nin yeni Asya açılımında da dikkatli ilerlemesini zorunla hale getirmektedir.
Paylaş