Paylaş
Yunanistan ve Türkiye’de göreve gelen üst düzey yöneticilerin ülke dışına yaptıkları ilk resmi ziyaretleri Kıbrıs Adası’na gerçekleştirmeleri artık bir “gelenek” haline gelmiş bulunuyor. Ülke dışına yaptıkları ilk resmi ziyaretlerde Yunan üst düzey yöneticiler Kıbrıs Rum Kesimi’ni, Türk üst düzey yöneticiler ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ziyaret ediyorlar.
Kriakos Mitsotakis’in Kıbrıs Rum Kesimi’ni ziyaretini ilginç kılan husus, Yunanistan Başbakanı olarak Yunanistan dışına ilk resmi ziyaretini Kıbrıs’a yapması değil. Başbakan Mitsotakis’in Kıbrıs ziyareti sırasında yaptığı açıklamalar, en azından Kıbrıs sorununun (masa başında görüşmeler yoluyla) çözümü ve Doğu Akdeniz’deki gerginliğin azaltılması konusunda fazla “iyimser” olma imkanı bırakmıyor.
Başbakan Mitsotakis’in Kıbrıs’ta yaptığı açıklamalar Kıbrıs sorununu bir “işgal” sorunu olarak gördüğünü, Doğu Akdeniz’de ise uluslararası hukukun kendilerinden yana olduğunu “düşündüğünü”, Türkiye’nin Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarının “haklarına” göz koyduğunu “savunduğunu” gösteriyor.
Esasında bunlar Yunanistan’ın Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’deki “resmi” tutumunun tekrarından başka bir şey ifade etmiyor. Kaygı verici husus Başbakan Mitsotakis’in bu resmi tutumu aynen kabul edip, tekrarlaması ve Yunanistan’ın ne Kıbrıs ne de Doğu Akdeniz’deki tutumunda önümüzdeki dönemde “olumlu yönde” bir değişikliğin olmayacağının işaretlerini vermesi.
Halbuki Başbakan Mitsotakis’in yeni Yunanistan Hükümetinin programının oylanması sırasında Yunanistan Parlamentosu’nda yaptığı konuşmanın Türkiye ile ilişkiler bölümünde, “cesur adımlardan” bahsettiği biliniyor. Başbakan Mitsotakis’in “cesur adımlar” atmasını beklediği tarafın Türkiye olduğu açık.
Yeni başlayan Kyriakos Mitsotakis döneminde, en azından Yunanistan’ın da hem Kıbrıs’ta, hem de Ege ve Doğu Akdeniz’de “cesur adımlar” atmaya hazır olacağı “ümit edilmişti”. Başbakan Mitsotakis’in Kıbrıs ziyaretinin ortaya çıkarttığı olumsuz “gerçek”, Mitsotakis’in de Kıbrıs, Ege ve Doğu Akdeniz sorunları konusunda mevcut Yunan politikalarını benimseyeceği ve çözüm getirebilecek yönde bir politika değişikliğine hazır olmadığını ortaya koymaktadır.
Türkiye’den bakıldığında hem Kıbrıs hem de Ege/Doğu Akdeniz sorunlarının bugünkü duruma gelmesinin sebebi Atina’nın “yanlış” politikalarıdır. Yunanistan Kıbrıs’ta Türk ve Rum toplumlarının eşitliği üzerine kurulan 1960 Cumhuriyetinin yıkılmasında büyük bir rol oynamış olup, Ege Denizi’nden sonra şimdi de Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi kendi karasularına hapsetme politikasının mimarlığını yapmakta, Kıbrıs Rumlarını da şimdi Kıbrıs Türklerinin haklarını gasp etme yönünde teşvik etmektedir.
Başbakan Mitsotakis’in Kıbrıs ziyaretinin ortaya koyduğu tablo mevcut Yunan politikalarında bir değişiklik beklenmemesi gerektiğine işaret etmektedir. Halbuki Kıbrıs sorununun, Ege ve Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının sınırlandırılması sorunlarının (görüşmelerle) çözümü için hem Yunanistan hem de Türkiye’nin, hem de Ada’daki iki toplumun karşılıklı “cesur adımlar” atması zorunluluğu bulunmaktadır.
Kıbrıs, Ege ve Doğu Akdeniz sorunlarının geçmişine ve gelişimine baktığımızda Ankara ve Kıbrıs Türklerinin bu “cesur adımların” ilk olarak Atina ve Kıbrıs Rumları tarafından atılmasını beklemesi hakkı bulunmaktadır. Ancak görünen gerçekler ne Yunanistan’ın ne de Kıbrıs Rumlarının mevcut politikalarında (çözüm getirecek) bir değişiklik beklenemeyeceğini ortaya koymaktadır.
Bu şartlar ve Yunanistan ile Kıbrıs Rumlarının (iktidarlarla) değişmeyen uzlaşmaz tutumları karşısında artık Türkiye ve Kıbrıs Türklerinin gerçekten de (tek yanlı) “cesur adımlar” atma zamanı gelmiş ve geçmektedir. Zamanın kimin lehine işleyeceği hususu mevcut şartlarda büyük önem kazanmakta ve harekete geçilmesi gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Ankara, Ege ve Doğu Akdeniz sorunlarında esasen gerekli adımları atmış ve atmaktadır. Türkiye’nin Ege Denizi’nde “gri bölgeler” konusunda kesinlikle taviz vermeye niyeti bulunmamakta; Ankara, Ege Denizi sorunlarını bir bütün halinde (karasuları, kıta sahanlığı, hava sahası, adaların silahsızlandırılmış statüsü ve küçük ada ve kayacıkların aidatı) ele almaya devam etmektedir. Türkiye’nin birbiriyle ilişkili Ege Sorunlarının bir bütün halinde Uluslararası Adalet Divanı’nda çözümü konusunda 1990’lı yılların ortalarında attığı adımların Dünya kamuoyuna daha iyi anlatılması yönünde harekete geçmesi yerinde olacaktır.
Türkiye, Doğu Akdeniz’de hem kendi hem de Kıbrıs Türklerinin haklarını korumak için zaten harekete geçmiştir. Ankara, Türkiye’nin iki sismik iki sondaj gemisinin bölgedeki faaliyetlerini devam ettirmesinde kararlı gözükmektedir. Yunanistan-Kıbrıs Rum yönetiminin Doğu Akdeniz’deki stratejisinin bölgede Türkiye aleyhtarı bir cephe oluşturmak; (mümkün olduğu kadar) Avrupa Birliğini ve uluslararası petrol şirketlerini kendi yanlarında işin içine çekmek olduğu anlaşılmaktadır.
Ankara’nın Doğu Akdeniz’deki Yunanistan-Kıbrıs Rum Yönetimi stratejisini başarısızlığa uğratmak için bölgesel ittifak arayışlarına girmesi, AB üyesi ülkeler nezdinde girişimlerini arttırması gerekmektedir. AB’nin (Doğu Akdeniz sorununda) daha fazla Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarının yanında yer alma yönünde gitmesinin sorunun çözümüne engel teşkil edeceğinin AB üyesi ülkelere anlatılırken, sınırın aşılması halinde bazı AB üyesi ülkelerin Türkiye’nin yaptırımları ile karşı karşıya kalabileceklerinin izah edilmesi de mümkündür.
Türkiye, AB’nin Temmuz ayı başında Türkiye’ye karşı getirdiği bazı yaptırımları “ciddiye” almamıştır. AB’nin “ciddiye” alınmaması için bu yaptırımları “özellikle” (Türkiye’nin tepkisi hesaplanarak) seçtiği de akla gelmektedir. Ancak, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetiminin (Türkiye’ye yönelik) yaptırımları “ciddiye” aldığı (en azından kamuoylarına böyle yansıttığı), Türkiye üzerinde baskı olarak nitelendirdiği ve Doğu Akdeniz’le ilgili tutumunu sertleştirdiği izlenmektedir.
Türkiye’nin Kıbrıs Rum Yönetimini üyeliğe kabul ederek Kıbrıs sorununu daha da çözümsüz hale getiren, o dönemden bu yana Kıbrıs sorununun çözümü için hiçbir gayrette bulunmayan Avrupa Birliği’nin şimdi de Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi’ni Ege/Doğu Akdeniz sorunlarında uzlaşmazlığa iten politikalar ve tutumlar takınmasına izin vermemesi önem taşımaktadır.
Mademki AB içinde kararlar “oybirliği” ile alınmaktadır, Türkiye’nin Doğu Akdeniz konusunda AB’nin (Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin peşinden) daha fazla ileri gitmesini engelleyecek üye ülkeler bulması gerekmektedir. Brüksel’in takındığı Yunanistan-Kıbrıs Rum Yönetimini uzlaşmazlığa teşvik edecek tutumun (Türkiye’nin tahammül edebileceği) sınırı aşmasına karşı çıkabileceği düşünülen AB üyesi ülkeler üzerinde şimdiden çalışılması faydalı olacaktır.
Başbakan Mitsotakis’in son Kıbrıs ziyareti, Yunanistan-Kıbrıs Rum Yönetimi ikilisinin ne Kıbrıs Türklerinin siyasi eşitliği ne de Kıbrıs Türklerinin güvenlik ihtiyaçları (bunların başında Türkiye’nin garantisi gelmektedir) konusunda çözüm yönünde harekete geçmeye niyetleri olmadığını ortaya koymuştur. Siyasi eşitlik sağlanmadan ve Kıbrıs Türklerinin güvenlik ihtiyaçları karşılanmadan çözüm görüşmelerinin bir yere gitmesi (başarılı olması) imkanı ise bulunmamaktadır.
Daha önceki bir yazımda (31 Temmuz 2018), Kıbrıs Rumlarının Kıbrıs Türklerini Ada’da azınlık statüsünde gördüklerini, Ada’daki siyasi gücü Ada’nın ortak sahibi olan Kıbrıs Türkleriyle paylaşmaya yanaşmadıklarını, Kıbrıs’ta iki toplum arasında eşitlik esasına oturmayan bir çözüm olamayacağını vurgulamıştım. O yazımda Kıbrıs Rumlarının bu tutumu karşısında Türkiye ve Kıbrıs Türklerinin (Maraş’ın açılması dahil) yeni politika arayışına gitmesi zorunluluğuna da değinmiştim.
Kıbrıs Türkleri nihayet Maraş konusunda doğru yönde bir adım atmıştır. Kıbrıs’ta görüşme masasında bir çözümden her gün biraz daha uzaklaşıldığı izlenen bir ortamda Maraş’ın Rumlara “çözümde bir ödül” gibi tutulması söz konusu olmamalıdır. Konunun bütün yönleriyle incelenmesi ve mülkiyet haklarının da dikkate alınarak Maraş’ı Kıbrıs Türk ekonomisine kazandıracak yönde gidilmesi artık zorunlu olmaktadır.
Gelinen noktada ABD ve AB Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin Dünyaca tanınmasını engellemekte, öte yandan Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’ni Ada’da siyasi bir çözüm (Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması) yönünde teşvik ve zorlamak için ise hiç bir şey yapmamaktadır. ABD ve AB, Kıbrıs Türklerine karşı sert yaptırımlar ve ambargolar uygulamakta; Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türkleri Dünya’dan izole etme politikalarına destek olmakta, arka çıkmaktadır.
Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi içinde çoğunluk kendileri açısından Kıbrıs sorununun AB içinde halledildiği görüşündedir. Atina ve Kıbrıslı Rumlar “enosis’in” Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB üyeliğiyle gerçekleştiği noktasından hareket etmekte; Brüksel’i yönlendiren AB başkentleri ise bu durumu teşvik eden bir tutum içerisine girmiş görünmektedir.
Bu durumda Türkiye’nin ve Kıbrıs Türklerinin Kıbrıs konusunda atacağı farklı (Kıbrıs Türk Toplumunu Dünya’ya “kabul ettirecek”) “cesur adımlara” ihtiyaç duyulmaktadır. Atılacak ilk adım Kıbrıs’taki BM Barış Gücü’nün süresinin uzatılması konusunda olabilir.
Barış Gücü’nün süre uzatımı 6 ayda bir BM Güvenlik Konseyi’nin onayıyla gerçekleşmektedir. Son olarak bu uzatma 25 Temmuz 2019 tarihinde yapılmıştır. Bundan sonraki uzatma tarihi Ocak 2020’de gelecektir. Türkiye ve Kıbrıs Türklerinin, Ada’da iki devlet bulunduğu noktasından hareketle, artık Barış Gücü’nün süresinin uzatılması için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin onayının alınmasını talep etmesi zamanı gelmiştir.
Son (25 Temmuz 2019 tarihindeki) uzatmadan sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkiye Dışişleri Bakanlıkları yayınladıkları bildirilerde izin isteme konusunda BM’den beklentilerini yine yazılı olarak dile getirmişler ve Barış Gücü’nün Ada’da konuşlandırılması için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin izninin gerektiğini de vurgulamışlardır.
Bir daha ki uzatmada artık Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin izninin gerekli olduğunun (şart olarak) ortaya konulması ve aksi takdirde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin Ada’da iki toplum arasındaki yeşil bölgede konuşlu olan BM Barış Gücüyle hiçbir şekilde temas etmeyeceğinin, işbirliğinde bulunmayacağının açıklanması düşünülmelidir.
Türkiye ile Kıbrıs Türklerinin, Kıbrıs Rumlarının tutumu sebebiyle Ada’da ortak bir Kıbrıs Federal Cumhuriyeti kurulması imkanının kaybolduğu noktasından hareketle, artık başka seçenekleri ciddi bir şekilde incelemeleri de gerekmektedir. Bu seçeneklerden en etkilisi Türkiye ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasında bir “Federasyon” veya “Konfederasyon” kurulmasıdır. Sonuçsuz toplumlar arası görüşmeler yerine, böyle (Federasyon ve Konfederasyon altında) bir birleşmenin tartışılması zamanı gelmiştir.
Son olarak kullanılan terimlerle “iyi çocuk” olmak Türkiye ve Kıbrıs Türklerine bir şey kazandırmamaktadır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, (bütün Dünya’nın desteklediği) Annan Planını kabul etmesine rağmen, cezalandırılmış, Kıbrıs Rum Kesimi (Annan Planını reddetmesine rağmen) mükâfatlandırılmıştır. Ankara’nın tanımlamasıyla, “şımarık çocuk” (Yunanistan) ile “haylaz çocuk” (Kıbrıs Rum Kesimi) tarafından Kıbrıs Türklerine karşı getirilen sert yaptırım ve izolasyonlar, ABD ve AB’nin zorlamalarıyla, bütün Dünya tarafından uygulanmaya devam edilmekte, kalıcı hale getirilmektedir.
Türkiye, Doğu Akdeniz’de attığı hak arayıcı adımlara benzer şekilde, Kıbrıs’ta da (yine) aleyhimize döndürülmeye çalışılan tabloyu (1974’deki gibi bir kez daha) değiştirici, Kıbrıs’ta oynanmaya çalışılan oyunu (tekrar) bozucu adımları ivedilikle atmalıdır.
Paylaş