Paylaş
Türkiye, Bayram’a ABD ile Türkiye-Suriye sınırının Suriye tarafında bir “Güvenli Bölge” kurulması konusunda varılan anlaşma ile girdi. Bu anlaşma hem Ankara hem de Vaşington’da memnuniyetle karşılandı. Türkiye, Suriye sınırında güvenlik ihtiyaçlarının karşılanması için bir “Güvenli Bölge” kurulması konusunu ABD ile bir süredir görüşüyordu.
Ankara, müttefiki ABD’nin Suriye’de PKK’nın Suriye uzantısı PYD/YPG ile 2015 ortalarından beri girdiği “yakın” işbirliğinden son derece “rahatsız”. ABD bu işbirliğini 2018 ortalarına kadar Suriye’de ortaya çıkan terör örgütü DEAŞ’la mücadele “gerekçesiyle” açıklıyor, ABD’nin PYD/YPG’ye sağladığı “desteğin” geçici olduğunu ileri sürüyordu.
Vaşington bu dönemde Türkiye’yi “oyalamak” için birçok sözler verdi. Bunlar arasında PYD/YPG’ye sağlanan “ağır silahların” DEAŞ’la mücadelenin bitmesinden sonra toplanacağı, PYD/YPG’nin kontrolünün Fırat Nehri’nin batısına geçmeyeceği de vardı. Ancak Ankara’nın “kırmızı çizgi” olarak ortaya koymasına rağmen PYD/YPG Fırat’ın batısına geçti ve Münbiç’i ele geçirdi.
Bu dönemde Türkiye, NATO “müttefiki” ABD’nin desteğiyle PYD/YPG’nin Suriye’de oldu-bittilere girişmemesi; PYD/YPG’nin Suriye’deki kontrolünü Fırat Nehri’nin batısına yayarak, Hatay’dan Irak sınırına kadar, Türkiye-Suriye sınırının tamamını ele geçirmesini önlemek için harekete geçti.
Türkiye ilk askeri operasyonunu Fırat Nehrinin hemen batısında Azez-Cerablus-El Bab üçgeninde DEAŞ’a karşı gerçekleştirdi ve 2 bin km2 genişliğindeki bu bölge DEAŞ’tan temizlenerek, Özgür Suriye Ordusunun kontrolüne bırakıldı. Böylece PYD/YPG’nin harekete geçerek bölgeyi ele geçirmesi ve “sözde” Kobani ile Afrin kantonlarını birleştirmesi, Hatay’a kadar Türkiye-Suriye sınırının Suriye tarafında kontrolü tamamen ele geçirmesi engellenmiş oldu.
Türkiye’nin daha sonraki operasyonu yine 2 bin km2 büyüklüğündeki Afrin bölgesine yapıldı. Bu kez Afrin PYD/YPG kontrolünden alınarak, Özgür Suriye Ordusu kontrolüne bırakıldı. Böylece Türkiye (Münbiç ve Tel Rıfat dışında) PYD/YPG’yi Fırat’ın doğusuna çekilmeye zorlamış oldu. DEAŞ’a karşı yapılan ilk ve PYD/YPG’ye karşı yapılan ikinci askeri operasyonların Vaşington’da ciddi bir “tedirginlik” yaratması Ankara’da ABD’nin Doğu Suriye’de ne yapmak istediği, “amacının” ne olduğu konusundaki “şüpheleri” ciddi bir şekilde arttırdı.
Bugün ortaya çıkan tablo ABD’nin başından beri Suriye’de Türkiye’yi oyalama taktiği uyguladığı yönündedir. Türkiye ile ABD’nin Münbiç konusunda uzun görüşmelerden sonra ortaya çıkardıkları Münbiç Mutabakatı aradan geçen bir seneden fazla süreye rağmen uygulamaya konulmamış, PYD/YPG Fırat Nehrinin doğusuna çekilmemiş, Münbiç asıl sahiplerine bırakılmamıştır.
Türkiye-Suriye sınırının Suriye bölümünün Fırat Nehrinden Suriye-Irak sınırına kadar olan bölümünün PYD/YPG kontrolü altında bulunması Ankara’yı rahatsız etmeye devam etmiş, geçtiğimiz yıl içinde Türkiye’nin bu kez bu bölgede (en azından bu bölgenin bir bölümünde) askeri bir operasyona hazırlanmaya başlaması Vaşington’a işin “ciddiyetini” göstermiştir.
Türkiye’nin Fırat’ın doğusundaki sınır bölgelerindeki (üçüncü) askeri operasyonu ABD tarafından ancak Başkan Trump’ın “Güvenli Bölge” önerisiyle (geçici olarak) durdurulabilmiş, Türkiye ile ABD arasında Türkiye-Suriye sınırının Suriye tarafında Türkiye’nin güvenlik ihtiyaçlarını karşılayacak bir “Güvenli Bölge” kurulması görüşmeleri başlatılmıştır.
Geçtiğimiz dönem içinde ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi birçok kereler Türkiye’ye gelmiş, “Güvenli Bölge” müzakereleri devam etmiştir. Ancak ortaya çıkan tablo yavaş yavaş Vaşington’daki bazı çevrelerin Güvenli Bölge’den anladıklarının terör örgütü PYD/YPG’nin Türkiye’den “korunması” olduğu izlenimini vermeye başlamış, müzakerelerin sonuçsuz bir şekilde devam etmesi Ankara’nın “sabrının” taşmasına sebep olmuştur.
Nitekim ABD Suriye Özel Temsilcisi Büyükelçi Jeffrey’in son Ankara ziyaretinden hemen önce Türk yetkililerin Doğu Suriye’de askeri bir operasyon hazırlıklarının tekrar başlatıldığı ve operasyonun hemen yapılabileceği yönündeki ifadeleri basında verilmeye başlanmıştır. Türk yetkililerin, Büyükelçi Jeffrey’in Ankara temaslarında ilerleme sağlanamadığı ve Türkiye’nin PYD/YPG’ye tek taraflı askeri operasyonunun kaçınılmaz olduğu yönündeki açıklamalarının Vaşington’da yankı bulduğu görülmüştür.
ABD’nin Suriye Özel Temsilcisinin Ankara temaslarının hemen akabinde Ankara’da Türk ve Amerikan askeri makamları arasında başlatılan görüşmeler başarılı olmuş ve Ankara ile Vaşington arasında “Güvenli Bölge” konusunda mutabakata varıldığı açıklanmıştır. “Güvenli Bölge’nin” kurulması için Türkiye’de bir Türk-Amerikan “Ortak Harekat Merkezi” kurulmasını da kapsayan mutabakatın Türkiye’nin ortaya koyduğu güvenlik “ihtiyaçlarını” karşıladığı ortaya çıkmaktadır.
“Güvenli Bölge” Mutabakatının ayrıntıları bilinmemekle birlikte, Türkiye’nin daha önce ne istediği bilinmekte ve “Güvenli Bölgenin” bu istekleri karşılayacak şekilde kurulacağı anlaşılmaktadır. Ankara, “Güvenli Bölge’nin” PYD/YPG’yi sınır için bir tehlike olmaktan çıkaracak kadar derin (30-40 km) olmasını, “Güvenli Bölge’de” kontrolün Türkiye’de bulunmasını ve PYD/YPG güçlerinin bu bölgeden geri çekilmesini, “Güvenli Bölge’de” PYD/YPG’nin kurduğu askeri yapının ortadan kaldırılmasını, isteyen Suriyelilerin “Güvenli Bölge’deki” evlerine dönmeleri imkanının sağlanmasını istemektedir.
Türkiye’nin sınır bölgesindeki güvenlik ihtiyaçlarının tek taraflı bir operasyonla değil, ABD ile varılan bir Mutabakatla sağlanması olumludur. Ancak, Münbiç Mutabakatının uygulanmaması dahil, Vaşington’un geçmişte Suriye’de Ankara’ya verdiği sözleri tutmamış olmasının Türkiye’de yeni Mutabakat konusunda da “tedirginlik” yarattığı izlenmektedir.
Bununla birlikte Türk yetkililer “Güvenli Bölge” Mutabakatının da “Münbiç Mutabakatına” döndürülmemesi ve PYD/YPG’ye karşı askeri bir operasyonu masada tutmaya kararlı görünmektedir. Dışişleri ve Savunma Bakanları Çavuşoğlu ve Akar Bayram’da yaptığı açıklamalarda “Güvenli Bölge’nin” kurulması için verilecek zamanın sınırlı olacağını, oyalama taktiklerine izin verilmeyeceğini, aksi takdirde Türkiye’nin Suriye sınırındaki PKK tehlikesini kendisinin bertaraf edeceğini vurgulamışlardır.
“Güvenli Bölge” ve “Münbiç” Mutabakatlarının ABD tarafından uygulanması muhakkak ki Türkiye-ABD ilişkileri üzerinde olumlu etkiler yapacaktır. İki başkent arasında “güven” sağlayıcı adımların bir an önce atılması önem taşımaktadır. Suriye sorunu yeniden siyasi çözüm arayışlarının ağırlık kazandığı bir aşamaya girmektedir. Bu dönemde Ankara ile Vaşington’un Suriye’de yeniden işbirliği yapabilecekleri bir güven ortamı yaratılması Suriye’nin geleceği için de gereklidir.
Bayram’da Türkiye açısından önem taşıyan gelişmelerin olduğu bir yer de Kıbrıs’tır. İki toplum lideri Akıncı ve Anastasiades Lefkoşe’de yeşil bölgede Birleşmiş Milletler Kıbrıs Özel Temsilcisi’nin konutunda, son görüşmelerinden 6 ay kadar sonra, yeniden bir araya gelmişlerdir. Kıbrıs’ta diğer önemli bir gelişme de Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın, Türk Silahlı Kuvvetlerinin tüm üst düzey komutanlarıyla birlikte, Kıbrıs’a yaptığı ziyaret olmuştur.
Akıncı-Anastasiades görüşmesinin esas amacının iki yıl kadar önce başarısızlıkla sonuçlanan toplumlar arası görüşmeleri yeniden başlatmak olduğu anlaşılmaktadır. BM Genel Sekreteri Eylül veya Ekim ayında BM Genel Kurulu
marjında Ada’daki iki toplum liderini New York’ta bir araya getirmeye çalışmaktadır.
Yeni Akıncı-Anastasiades görüşmesi Ada’da gerginliğin arttığı bir ortamda yapılmıştır. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki (kendi ve Kıbrıs Türklerinin haklarını koruma konusundaki) kararlılığının sadece Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimini değil, bu 2’linin Avrupa ve ABD’deki destekçilerini de şaşırttığı izlenmektedir.
Diğer yandan Kıbrıs Türkleri Maraş konusunda nihayet doğru yönde bir adım atmış, Maraş’ın Kıbrıs Türk ekonomisine katılması yönündeki süreç başlatılmıştır. Türkiye’nin Doğu Akdeniz, Kıbrıs Türklerinin de Maraş konusunda kararlı tutumlarının devam etmesi büyük önem taşımaktadır.
Akıncı-Anastasiades görüşmesinde, Kıbrıs Türk tarafının yaptığı, Kıbrıs Adası etrafındaki petrol ve doğal gaz zenginliklerinin birlikte kullanılması yönünde Çalışma Grubu kurulması teklifi de masada yer almıştır. Kıbrıs Rumları bu teklifi daha önce reddetmişlerdir. Anastasiades’in, Akıncı’nın masaya tekrar getirdiği teklifi yine reddettiği anlaşılmaktadır.
Anastasiades’in de Maraş’ın yerleşime açılma sürecine Kıbrıs Rum Kesimi’nin katılması önerisini masaya getirdiği basın haberleri içinde yer almıştır. Kıbrıs Türklerinin bu öneriyi kabul etme imkanı bulunmamaktadır. Kıbrıs Türkleri, Maraş konusunu geçmişte iki toplum arasında gündeme gelen çeşitli “güven arttırıcı önlemler” paketleri çerçevesinde halletmeye çalışmış, ancak Kıbrıs Rumlarının Kıbrıs Türklerini yalnızlık içinde tutma (izolasyon) politikaları sebebiyle sonuç sağlayamamışlardır.
Bu arada Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi Doğu Akdeniz’de oldu-bittiler politikalarına devam etmişler, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi Enerji Bakanları, İsrail ve ABD’li karşıtlarıyla Atina’da bir araya gelerek Doğu Akdeniz’deki doğal gazın Kıbrıs Rum Yönetimi ve Girit üzerinden Yunanistan’a ve Avrupa’ya taşıma konusunu “konuşmuşlardır”.
Akıncı-Anastadiades görüşmesinden bir sonuç çıksa ve toplumlar arası müzakereler (bir kez daha) başlasa da bütün işaretler (müzakerelerin yine) sonuç vermeyeceği yönündedir. Kıbrıs’ta toplumlar arası müzakereler çok uzun bir zamandan beri kesintilerle sürdürülmüş, ancak sonuç alınamamıştır. Kıbrıs Rumlarının tutumunda, Kıbrıs Türklerini eşit statüde bir ortak olarak tanıma ve Kıbrıs Türklerinin güvenlik ihtiyaçlarını karşılama yönünde, kesin ve tam bir değişim olmadığı taktirde toplumlar arası müzakerelerin başarı şansı bulunmamaktadır.
Bugüne kadar ortaya çıkan tablo Kıbrıs Rumlarının Kıbrıs Türklerini eşit bir ortak olarak görmedikleri ve küçük bir azınlık durumuna düşürmek istedikleri şeklindedir. 1960 yılında uzun müzakerelerden sonra kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti de esasen bu yüzden Kıbrıs Rumları tarafından yıkılmıştır. Adanın bütün kanlı geçmişi ve Kıbrıs Rumlarının tutumu dikkate alındığında Kıbrıs Türklerinin Türkiye’nin açık ve etkili garantileri olmadan hiçbir çözümü kabul etmeleri imkanı da yoktur.
Avrupa Birliği bugüne kadar Ada’da her türlü yanlış adımı atmış, Annan Planını reddeden Kıbrıs Rumlarını, Kıbrıs’ı AB üyeliğine alarak, ödüllendirmiş; Ada’da çözümsüzlüğü tercih ettiğini ortaya koymuştur. AB’nin Kıbrıs Rumlarını masada bir çözüm yönünde cidden teşvik ettiğini gösteren hiçbir işaret bulunmamaktadır.
Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nde “enosisin” Kıbrıs’ın AB üyeliğiyle gerçekleştiği yönünde bir düşünce hakim olmuş gibi görünmekte; AB bu düşünceyi değiştirme yönünde hiçbir şey yapmamakta; tam tersine Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’deki Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi pozisyonlarını destekler bir tutum alarak, Kıbrıs sorununun görüşmelerle çözümünü istemediği mesajını vermektedir.
Savunma Bakanı Akar’ın yanında Türk Silahlı Kuvvetlerinin tüm üst yönetimiyle (Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarıyla) birlikte Bayramı Ada’da geçirmesi doğal olarak Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’a ve dış “destekleyicilerine” verilen açık ve yerinde bir mesajdır.
Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi (AB’nin de desteğiyle) zamanın kendileri lehine işlediği düşüncesine kapılmışlardır. Kıbrıs sorunu masada görüşmeler yoluyla (Yunanistan ve Kıbrıs Rumları üzerinde dış baskı olmaması sebebiyle) çözülememekte; Kıbrıs Türkleri üzerindeki ağır uluslararası izolasyonlar, siyasi ve ekonomik yaptırımlar (ABD ve AB baskısıyla) sürmektedir. Bu durumda toplumlar arası müzakereler sonuç vermediğine göre, artık Türkiye ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasında bir konfederasyon kurulması konusunun ciddi bir şekilde gündeme getirilmesi zamanı gelmiş gözükmektedir.
Paylaş