Paylaş
İlk gelişme ABD’nin Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler (INF) Anlaşmasından çekilmesiydi. Her ne kadar INF 1980’li yılların sonunda ABD ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan ikili bir Anlaşma olsa da sona ermesi şimdi bütün Dünya’yı ve özellikle Avrupa’yı etkileyebilecek sonuçlar yaratacaktır.
Dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan ile Sovyetler Birliği lideri Michail Gorbachev tarafından imzalanan ve 1988 yılında yürürlüğe giren INF Anlaşması, nükleer silahsızlanma alanında bir dönüm noktası olmuştur. ABD ve Sovyetler Birliği bu Anlaşma çerçevesinde 1988-1991 yılları arasında 2.692 orta menzilli nükleer başlığı imha etmiştir.
Sovyetler Birliğinin 1991 yılında çökmesinden sonra INF Anlaşması ABD ile Rusya arasındaki nükleer dengenin devam ettirilmesinde rol oynamaya devam etmiş; bu iki ülkenin elindeki 500 ila 5.500 km menzilli füzelerin kontrolünde etkili olmuştur. INF Anlaşmasına ilk eleştiriler Putin’in Devlet Başkanı olmasından sonra Rusya’dan gelmeye başlamıştır.
Trump’ın ABD Başkanı olmasından sonra ABD’nin de INF Anlaşmasına bakışı değişmeye başlamış; Trump, Rusya’yı INF Anlaşmasını ihlal etmekle suçlayarak, sonunda Anlaşmadan resmen çekilmiştir. Şimdi korkulan INF Anlaşmasından sonra ABD ile Rusya arasında yeni bir nükleer silahlanma yarışının başlamasıdır.
Konunun uzmanları ABD ile Rusya arasında yeniden başlayacak bir silahlanma yarışının orta menzilli füzelerle sınırlı kalmayacağını; sıranın iki ülke arasında nükleer silahsızlanma alanında büyük önemi bulunan Stratejik Silahları Azaltma Anlaşması’na (START) gelebileceğine işaret etmektedir. START Anlaşmasının süresi zaten 2021’de dolmaktadır. START Anlaşmasının süresinin uzatılmaması hem nükleer başlık hem de kıtalar arası (uzun menzilli) balistik füze (ICBM) üretiminde yeni bir yarışın başlaması anlamına gelecektir.
INF Anlaşmasının sınırlamalarından kurtulan ABD ve Rusya’nın kısa bir süre içinde yeni orta menzilli füze üretimine başlayabileceği anlaşılmakta, ABD’nin bu füzeleri Avrupa’da Polonya ve Romanya’ya konuşlandırabileceği konuşulmaktadır. Merak edilen husus Moskova’nın, Polonya ve Romanya’dan Rusya’nın Avrupa kıtasındaki her yerine kolaylıkla ulaşabilecek bu füzelerin konuşlandırılmasına göstereceği tepkidir.
Eski Varşova Paktı üyeleri Polonya 1999, Romanya ise 2004 yılında NATO üyesi olmuşlardır. Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında çöküşü ve Varşova Paktı’nın aynı yıl dağılması Dünya siyasi tarihindeki en önemli olaylardan birisidir. Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra tekrar bağımsızlığına kavuşan 6 Doğu Avrupa ülkesi (Polonya, Çekya, Slovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan) ilk önce NATO’ya daha sonra Avrupa Birliği’ne alınarak Batı’nın “sınırı” eski Sovyetler Birliği’ne kadar dayandırılmıştır.
Bugün Moskova, “Soğuk Savaşı” kazanarak sınırlarını Doğu Avrupa’da eski Sovyetler Birliği’ne kadar genişleten Batı’nın Gürcistan ve Ukrayna’yı da üye olarak kabul etmesine karşı çıkmakta; Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO ve AB üyeliğini engellemek için elinden geleni yapmaktadır.
Eski Varşova Paktı üyesi Polonya ve Romanya’da bugün çok sayıda NATO ve ABD askeri konuşlandırılmıştır. ABD’nin şimdi bu iki ülkeye nükleer silahlar ve orta menzilli füzeler yerleştirmesinin Moskova’yı daha da sertleştireceğine ve Gürcistan ile Ukrayna üzerindeki baskısının artmasına neden olacağını düşünmek zor değildir.
ABD’nin INF Anlaşmasından çıkmasının ve ABD ile Rusya arasında yeni bir silahlanma yarışı ihtimalinin Ankara’da da “sıkıntı” yarattığı açıktır. ABD ve peşinden sürükleyeceği NATO ile Rusya arasında yeni gerginlikler ve silahlanma yarışı Ankara’nın istediği bir gelişme değildir. Türkiye Karadeniz’de ABD (NATO) ve Rusya arasında gerginlik istememekte, Karadeniz’deki dengelerin bozulmasını arzu etmemektedir.
ABD’nin, 1960’lı yılların başında Soğuk Savaşın kızıştığı bir dönemde, 2.400 km menzilli Jüpiter füzelerini Türkiye’ye konuşlandırdığı hatırlardadır. ABD ile Sovyetler Birliği’nin nükleer bir silahlanma yarışı içine girdikleri o dönemde, Vaşington, Fransa’nın olumsuz cevabından sonra, (orta menzilli) Jüpiter füzelerini İtalya ve Türkiye’ye konuşlandırmıştır.
1963 Küba Füze Krizi’nden sonra ABD, Sovyetler Birliği ile girdiği anlaşmanın bir parçası olarak Jüpiter füzelerini Türkiye’den geri çekmiş, füzelerin Ankara’nın onayı olmadan Türkiye’den çekilmesi Türkiye-ABD ilişkilerinde daha sonraki dönemlerde yaşanacak güvensizliğin ilk işaretini vermiştir.
ABD’nin INF Anlaşmasından bir sıkıntısı da Anlaşmaya taraf olmayan Çin’in, Anlaşmanın getirdiği kısıtlamalarla sınırlı olmamasıdır. Konunun ABD-Rusya ilişkilerini ilgilendiren yanı kadar Çin bağlantısı da önem taşımaktadır. Bugünkü uluslararası sistem içinde Çin bir güç merkezi olarak ortaya çıkmıştır. Çin
elindeki nükleer silahları ve bunları gönderme sistemlerini yenilemekte, çoğaltmaktadır.
Çok merkezli bir uluslararası sistemde ABD-Rusya dengesi kadar, ABD-Çin ve Rusya-Çin dengeleri de önem taşımaktadır. Bugün Vaşington’un karşısında oluşmakta olan bir Rusya-Çin ekseni gördüğü, Avrupa’ya (AB’ye) güvenemeyen Trump Yönetimi’nin Rusya-Çin ittifakı karşısında harekete geçmek istediği, elini bağlayan (INF Anlaşması gibi) engel ve sınırlamalardan kurtulmak istediği ortaya çıkmaktadır.
Oluşmakta olan mevcut çok merkezli uluslararası sistemde “ideolojik yaklaşımların” oynadığı rol asgariye inmiştir. Aralarındaki sorunları ve geçmiş sınır anlaşmazlıklarını bir kenara bırakabilen Moskova ve Pekin ikili ilişkilerini düzeltmiş, ABD’ye karşı işbirliği içine girmiş görünmektedir.
Buna karşılık Soğuk Savaşı kazanan Batı içinde ciddi görüş ayrılıklarının, eski rekabet ve sorunların tekrar ortaya çıktığı izlenmektedir. Trump Yönetimi’nin Soğuk Savaş’ın kazanılmasının en büyük yararı Almanya’ya sağladığını gördüğü ve bundan rahatsızlık duyduğunu gösteren işaretler açıktır. Başkan Trump ve Yönetimi’nin Rusya kadar (belki de daha fazla) Almanya ve AB’nin artan ekonomik gücünden rahatsız olduğunu, Brexit’in (İngiltere’nin AB’den ayrılmasının) Vaşington’da rahatlık yaratacağını düşünenlerin sayısı oldukça fazladır.
Başkan Trump’ın, Almanya-Fransa işbirliğinde kurulan AB’den duyduğu rahatsızlık kadar Berlin ve Paris’in de Trump politikalarına “kuşku” ile baktığı söylenebilir. Vaşington-Berlin görüş ayrılıkları artık birçok konuda kendini göstermektedir. Berlin’in özellikle Trump Yönetimi’nin İran politikasından rahatsızlık duyduğunu gösteren işaretler çoğalmaktadır.
Basında yer alan haberlere göre, ABD’nin bütün ısrarına karşılık Berlin, Hürmüz Boğazı’nda (tanker trafiğini denetlemek ve tankerleri korumak amacıyla) ABD ve İngiltere’nin birlikte kurmak için harekete geçtikleri “deniz gücüne” katılmayı reddetmiş, bu konuda (İran’a karşı) Vaşington’un izlediği politikanın yanlış olduğunu vurgulamıştır. Bu hususta Fransa’nın da Almanya gibi “düşündüğü” anlaşılmaktadır.
Batı Dünyası içindeki “bölünme” izleri sadece Kuzey Atlantik Bölgesinde görülmemektedir. Vaşington’un iki Uzak Doğu müttefiki Güney Kore ile Japonya arasında ciddi sorunlar yaşanmaktadır. İki ülke arasında tarihin ve coğrafyanın “getirdiği” sorunlar tekrar patlak vermiştir. Son olarak Japonya’nın Güney
Kore’yi “Güvenilir Ticaret Ortakları” listesinden çıkartma kararı aldığı, Güney Kore’nin Tokyo’nun bu kararını “Dünya ticaretini olumsuz şekilde etkileyecek bencilce bir davranış” olarak nitelendirdiği ve karşılık vereceğini açıkladığı basında yer almıştır.
Daha önce de Japonya’nın teknolojisi yüksek bazı malların Güney Kore’ye satışına engeller getirdiği bilinmektedir. Güney Kore’de ise Japonya aleyhtarı gösteriler yapılmakta, Güney Kore halkı Japon mallarına karşı geniş bir boykot uygulamaktadır.
ABD-Çin ticaret savaşlarının başladığı ve hızla yayıldığı bir dönemde ABD’nin iki bölgesel müttefiki olan Japonya ve Güney Kore arasında bir ticaret savaşının patlak vermesi ilginçtir. Japonya ve Güney Kore Dünya ticaretinde önemli rol oynayan, G-20 içinde yer alan başarılı ekonomiler olarak bilinmektedir.
Bütün bunları Dünya’nın “İki Kutuplu” uluslararası bir sistemden “Çok Kutuplu” bir sisteme geçiş “sancıları” olarak görenler bulunmaktadır. ABD’nin Dünya’daki hakim hegemonyasını kaybetmesi ve uluslararası sistemin değişmesi kolay olmayacak; eski ve yeni güç merkezleri arasındaki ilişkilerdeki gerginleşmeler, yerel sorunlarda çatışmalarda artışlar ve alevlenmeler görülmesi kaçınılmaz hale gelecektir.
ABD gibi küresel bir güç bile dış politikasında zorlanmakta, yerel sorunları nasıl çözeceği konusunda çelişkiler içerisine düşebilmektedir. Geçen hafta Vaşington’dan Trump Yönetimi’nin İran konusunda farklı tutumlar içerisine girdiği yönündeki haberler gelmeye devam etmiştir. İlk gelen haber İran Dışişleri Bakanı Cevat Zarif’in ABD yaptırımlar listesine alındığı yönünde olmuştur.
Daha sonra konuyla ilgili gelen haberler ise Vaşington-Tahran ilişkilerinde çok daha karmaşık bir tabloyu ortaya koymaktadır. Bu haberlere göre Vaşington, bir yandan İran’a arka arkaya siyasi ve ekonomik yaptırımlar getirirken, diğer yandan İran’ı “görüşme masasına” çekme konusunda açılımları da yürütmektedir.
Yabancı basında yer alan haberlere göre önde gelen ABD’li bir Senatör olan Rand Paul, Temmuz ayı ikinci yarısında Birleşmiş Milletler’de temaslar yürütmek için New York’a giden İran Dışişleri Bakanı Zarif ile bir görüşme yapmıştır. Başkan Trump’ın partisinden (Cumhuriyetçi Parti) olan Senato Dış İlişkiler Komitesi üyesi Senatör Paul’un bu görüşmeyi Başkan Trump’ın (ve Dışişleri Bakanı Pompeo’nun) bilgisi dahilinde yaptığı anlaşılmaktadır.
Paul-Zarif görüşmesinde ABD-İran ilişkileri ve ele alınmış; Zarif iki ülke arasındaki gerginliğin azaltılması yönünde bazı “düşüncelerini” Senatör Paul’le paylaşmıştır. Zarif’in İran’ın nükleer silah üretmeyeceği konusunda daha önce İran dini lideri Hameyni tarafından yayınlanan “fetvaların” İran Parlamentosu tarafından kanunlaştırılması ve İran’ın ülkesindeki nükleer tesisleri uluslararası kontrole açmasını öngören ek protokolü onaylaması çerçevesinde ortaya koyduğu tutumun ABD’yi “tatmin etmediği” belirtilmektedir.
New York’ta İran’ın BM Büyükelçisinin evinde gerçekleşen Paul-Zarif görüşmesinin ilginç noktası, görüşmede Senatör Paul’un Dışişleri Bakanı Zarif’i Beyaz Saray’a Başkan Trump ile görüşmeye davet etmesi olmuştur. Basında yer alan haberler Zarif’in Tahran’la temastan sonra bu daveti reddetmesinin Trump Yönetimi’ni kızdırdığına ve Zarif’in yaptırım uygulanan İranlılar listesine bundan sonra alındığına işaret etmektedir.
Trump Yönetimi’nin İran Nükleer Anlaşması’ndan çekilmesinden sonra hız kazanan Vaşington-Tahran sürtüşmesi bölgede sıcak bir çatışma tehlikesini ortaya çıkartmaktadır. ABD’nin siyasi ve ekonomik ağır yaptırımlarına karşılık İran’ın geri adım atacağını ve ABD ile görüşme masasına oturacağını gösteren bir işaret ortaya çıkmamıştır. ABD’nin Avrupalı “müttefikleri” Trump Yönetimi’nin İran Nükleer Anlaşmasından (İsrail Başbakanı Netanyahu’yu dinleyerek) çekilmesinin büyük bir hata olduğunu düşünmektedir.
Bu şartlar altında Vaşington-Tahran ilişkileri ciddi bir şekilde “çıkmaza” girmiş gibidir. Vaşington siyasi ve ekonomik yaptırımlarla İran’ı yeni bir Nükleer Anlaşma yapmaya zorlayamamakta, tam tersine Trump yönetiminin Orta Doğu’da kurmaya çalıştığı izlenen İran karşıtı cephe “bölünme” işaretleri vermeye başlamış görünmektedir. Birleşik Arap Emirlikleri’nin baskı altına sokulan İran’ın tepkisinden “çekinmeye” başladığı, Hürmüz Boğazı’ndaki tırmanmanın kendi ekonomisi üzerindeki olumsuz etkilerinden çekindiği ifade edilmektedir.
ABD’nin İran üzerindeki baskısını askeri yöntemler kullanarak arttırması halinde Rusya ve Çin’in İran yanında yer alacağı yönündeki beklenti artmıştır. İran ve Rusya’nın Hürmüz Boğazı’nın girişinde ve Hint Okyanusunda ortak askeri manevra hazırlığı içinde oldukları yönündeki haberlerin Vaşington kadar Tel Aviv, Cidde ve Abu Dabi’de “tedirginlik” yarattığını düşünmek mümkündür.
Paylaş