Paylaş
Başkan Trump 2016 ABD Başkanlık seçimlerinde “yeniden büyük ABD” sloganını geniş şekilde kullanmış, ABD’yi yeniden eski büyüklüğüne kavuşturacağını söyleyerek Amerikan seçmeninden ciddi bir destek sağlamıştı.
Başkan Trump bu sloganı hala kullanıyor ve ABD’nin “karşılaştığı” sorunlar nedeniyle Dünya’daki “üstün” yerini kaybetmekte olduğunu, ama kendisinin iktidara geldiğinden beri bu “gerilemeyi” durdurduğunu ve ABD’yi tekrar Dünya’da “hak ettiği” yere getirmekte olduğunu ileri sürüyor. Başkan Trump, bu iddia üzerinde kurduğu sloganlarla 2. dönem için adaylığını açıkladı ve 2020 ABD Başkanlık seçimlerini kazanma şansı (şu anda bakıldığı kadarıyla) oldukça yüksek görülüyor.
Başkan Trump’ın ABD kamuoyunda ilgi ve destek uyandıran “yeniden büyük ABD” sloganını bu kez İran’a uygulaması ve yeniden “büyük” bir İran yaratmak istediğini söylemesi gerçekten ilginç. Başkan Trump’ın bu ifadesi ile ne kastettiği ve “nasıl” bir İran istediği açık değil.
Daha önceki bazı yazılarımda da vurguladığım gibi, geçmişte Vaşington-İran ilişkileri her dönemde “kötü” olmamıştır. Tam tersine İran’daki 1979 rejim değişikliğinden önce, Şah döneminde İran, Vaşington’un bölgedeki “en yakın” ve “en önemli” müttefikidir. Şah döneminde Vaşington, İran’ın bölgesel politikalarının en “hararetli” destekçisi olmuş, İran’a büyük ölçüde silah satmıştır.
İran, Şah’ın kendi halkından çekinmesi nedeniyle resmiyete dökülmediyse de, bu dönemde İsrail’in en yakın bölgesel destekçisi olmuş, aralarında diplomatik ilişki olmasa da Tahran ile Tel Aviv arasındaki bağlar hızlı bir şekilde artmıştır. Bu dönemde İran, ABD ve İsrail arasındaki ilişkiler üç ülkenin istihbarat örgütlerinin ortak operasyonlar düzenlemesine kadar varmış; İran, İsrail’in tüm petrol ihtiyacını karşıladığı gibi, İran petrolü İsrail üzerinden (Kızıldeniz’den) Akdeniz’e boru hattıyla taşınmıştır.
Doğal olarak, yeniden “büyük” İran’ı yaratalım derken Başkan Trump’ın Şah dönemindeki İran’ı düşündüğü akla gelmektedir. Her ne kadar Trump Yönetimi açıkça kabul etmese de, Vaşington’un esas amacının Tahran’da bir rejim değişikliği olduğu bilinmektedir. Trump Yönetimi’nin İran’daki teokratik rejimi yıkmak ve (Şah dönemindeki gibi) ABD ve İsrail’e yakın bir rejim kurmak istediği sıklıkla üzerinde durulan bir husustur.
Başkan Trump’ın “yeniden büyük İran’ı yaratalım” derken yeniden ABD ile ittifak içinde olan “eski İran’ı” düşündüğünü tahmin etmek zor olmasa da, Trump Yönetimi’nin İran konusunda “açıklanan amacı” İran’ı tekrar masaya oturtmaktır. Vaşington, İran’dan yeni bir nükleer anlaşma için masaya gelmesini talep etmekte; İran’ı yeni bir nükleer anlaşmayı imzalamaya zorlamaktadır.
Trump Yönetimine göre bu yeni Anlaşma sadece İran’ın nükleer askeri programının önünü tamamen kesmekle kalmayacak; İran’ın füze programını denetim altına alacak, ayrıca Tahran’ın bölgesel politikaları da Anlaşma kapsamına girecek ve İran’ın Arap ülkelerindeki “yıkıcı faaliyetleri” engellenecektir.
Trump Yönetimi’nin 2016 yılında 5+1 (BM Güvenlik Konseyinin 5 daimi üyesi ve Almanya) ile İran arasında imzalanan Nükleer Anlaşmaya yönelttiği eleştirilerin arasında en önde gelenleri Anlaşmanın İran’ın Füze Programını ve İran’ın bölgesel politikalarını kapsamaması olmuştur. Başkan Trump daha seçim kampanyası sırasında İsrail Başbakanı Netanyahu tarafından seslendirilen bu eleştirileri benimsemiş ve geçen yıl ABD’yı 2016 Nükleer Anlaşmasından çekmiş, getirdiği siyasi ve ekonomik yaptırımlarla İran üzerinde “ağır” bir baskı oluşturma yoluna girmiştir.
İran, mevcut şartlar altında, ABD ile tekrar masaya oturmayacağını, doğru olanın Vaşington’un tekrar 2016 Nükleer Anlaşmasına dönmesi ve İran’a getirdiği siyasi ve ekonomik yaptırımları kaldırması olduğunu savunmaktadır. Tahran’a göre, mevcut baskılar altında, İran’ın ABD ile görüşme imkanı bulunmamakta, ABD’nin ekonomik yaptırımları doğrudan İran halkını hedef almaktadır.
Tahran rejiminin, Vaşington’un İran’ı masaya çekerek kabul edemeyeceği yeni bir Anlaşmayı imzalamaya zorlamak istediğini, bunun ise sonuçta Tahran rejiminin zayıflamasına ve çökmesine yol açabileceğini gördüğü anlaşılmaktadır. ABD’nin geçen hafta içinde getirdiği ve İran Dini Lideri Hamaney ile Dışişleri Bakanı Zarif gibi önde gelen İranlı yöneticileri hedef alan yaptırımlar Tahran’da Vaşington’un esasen İran rejimini yıkmayı amaçladığı düşüncesini güçlendirmiştir.
İran, ABD’nin bir yandan Tahran’la görüşme ve müzakere isterken diğer yandan (bu müzakereleri yürütmesi beklenebilecek) İranlı yetkililere yönelik yaptırımlar getirmesinin Vaşington’un amacının “görüşme” olmadığını açıkça gösterdiğini, Hamaney ve Zarif’e getirilen (veya getirilme tehdidinde bulunulan) yaptırımlarla diplomasi şansının tamamen ortadan kaldırıldığını ifade etmektedir.
Başkan Trump İran konusunda zamanın kendi lehine çalıştığı ve Vaşington’un zaman “baskısı” altında olmadığına inanmaktadır. Trump Yönetimi uygulanan ekonomik yaptırımların sonuçta rejimin desteğini tamamen kaybetmesine yol açacağı, sonuçta ya rejimin düşeceği ya da Vaşington’la görüşmek (masaya oturmak) zorunda kalacağı düşüncesindedir.
Ancak kısa bir süre önce yaşanan ABD’ye ait bir insansız hava aracının düşürülmesi olayının da gösterdiği gibi, ABD-İran çatışmasının “kazara da olsa” sıcak bir çatışmaya dönme ihtimali her zaman bulunmaktadır. ABD ile İran arasında insan kaybına yol açan bir çatışmanın nasıl bir şekil alacağı ve bölgeyi nerelere sürükleyeceğini düşünmek bile zordur. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov bir ABD-İran silahlı çatışmasının Orta Doğu bölgesi için “felaket” olacağını ifade etmiştir.
Ayrıca Tahran zamanın kendi aleyhine çalıştığının, ekonomik yaptırımların İran ekonomisini çökme noktasına taşıyabileceğinin farkında gözükmektedir. Bu nedenle Tahran ciddi bir adım atmış ve eğer İran Nükleer Anlaşmasına taraf diğer Batılı ülkeler Anlaşmayı kurtarmak için üzerlerine düşeni yapmazlarsa, İran’ın uranyum zenginleştirme çalışmalarını hızlandıracağını ve kendisini Anlaşmanın bu yönde getirdiği sınırlamalarla bağlı saymayacağını açıklamıştır.
İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerini hızlandırması İran’ın nükleer silah yapabilme kapasitesine tekrar kavuşması anlamına gelmektedir. Böyle bir gelişme bizi 2016 Nükleer Anlaşmasının imzalanmasından hemen önceki duruma geri götürmekte, Anlaşma olmadan İran’ın nükleer silah üretmesinin nasıl engelleneceği sorusu ortaya çıkmaktadır. Bu durumda ABD’nin (İran’ın ilk nükleer bombasını yapmasını önlemek için) elinde tek seçenek olarak İran nükleer tesislerini bombalamak kalmaktadır. İsrail Başbakanı Netanyahu ile Suudi Arabistan Veliaht Prensi Salman’ın başından beri bu seçeneği istedikleri ve Trump Yönetimini de bu yola sürüklediklerine işaret edilmektedir.
Trump Yönetimi içinde İran sorununun nasıl çözümleneceği konusunda görüş ayrılıkları olduğu sıklıkla üzerinde durulan bir husustur. Başkan Trump’ın Orta Doğu’da yeni bir savaşa sürüklenmek istemediği, buna karşılık (İsrail Başbakanı Natanyahu’ya yakınlığıyla bilinen) Beyaz Saray Milli Güvenlik Danışmanı Bolton’un Vaşington’da İran’a karşı sertlik politikalarının başını çektiği ortaya çıkmaktadır. Sonuçta İran konusu 2020 seçimlerine hazırlanan Başkan Trump için ciddi riskler, Orta Doğu için ise “felaket senaryoları” yaratma potansiyeli kazanmaktadır.
Genel kanı İran’la tırmanan bir askeri çatışmanın ABD için 2003 yılında Irak’ı işgalden bile çok daha büyük sorunlar yaratacağı yönündedir. İran (her ne kadar ABD’nin askeri gücüyle karşılaştırılması imkanı olmasa da) Körfez’de ABD için ciddi durumlar yaratabilecek askeri bir güce sahiptir. Bir İran-ABD savaşında Tahran’ın Körfezdeki ABD askeri üslerini, bu üslere ev sahipliği yapan Arap ülkelerini ve İsrail’i hedef alabileceği tahmin edilmektedir.
Bir ABD-İran askeri çatışmasının Körfezi petrol ve doğal gaz ticaretine kapatabileceği ve Dünya ekonomisi üzerinde çok olumsuz etkiler yapabileceği konuşulan bir durumdur. Her ne kadar ABD Körfez’den enerji ithal etmese de Hürmüz Boğazı’nın kapanmasının Dünya ekonomisi üzerinde doğuracağı olumsuz sonuçların ABD ekonomisini de etkilemesi kaçınılmaz olacaktır.
İran’ın bölgesel olarak ABD için ciddi sorunlar yaratabilecek kendi askeri gücü yanında Orta Doğu’da bir çok Arap ülkesinde faaliyet gösteren “yandaş” örgütleri bulunmaktadır. Lübnan’daki “Hizbullah” buna iyi bir örnektir. Bir İran-ABD askeri çatışmasının Lübnan, Bahreyn, Yemen, Suriye ve Irak’taki ABD menfaatlerine ve ABD müttefiklerine yönelik hareketliliği arttıracağını tahmin etmek zor değildir. Bu bütün Orta Doğu’nun çatışmaya ve uzun süreli bir istikrarsızlığa sürüklenmesi anlamına gelebilecektir.
Çoğunluk İran’ın komşu Arap ülkelerinin iç işlerine karıştığı ve bölgede etkinliğini arttırdığı iddialarının doğru olduğuna inanmaktadır. Tahran, Bahreyn ve Irak gibi ülkelerde Şii çoğunluğun iktidara gelmesini savunurken, Suriye’de kendi halkına karşı sınırsız şiddet kullanan bir azınlık rejimini desteklemekten geri kalmamaktadır. Tahran’ın dış politikasını İslam Dünyası içindeki mezhep ayrılıklarını körüklemek ve buradan hareketle İran’ın bölgesel çıkarlarını korumak üzerine kurduğu görülmektedir.
Ancak aynı politikalar Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından da izlenmektedir. Suudi Arabistan ve BAE’nin Yemen Savaşı’ndaki yıkıcı rolleri, ABD dahil bütün Batı ülkelerinde, giderek artan bir tepkiye ve bu ülkelere silah satışlarının yasaklanması çağrılarının yükselmesine neden olmuştur. Riyad ve Abu Dabi Mısır’da halkından kopuk bir dikta rejimini desteklemekte, ABD’den aldıkları silahları Libya’da General Haftar güçlerine aktarmakta ve Libya’yı karıştırmakta (bu ülkede savaşı körüklemekte) hiçbir sakınca görmemektedirler.
Riyad ve Abu Dabi, Yemen’de destekledikleri Hadi Hükümetinin Uluslararası toplumca tanınan meşru Yemen Hükümeti olduğu iddiasıyla ortaya çıkarlarken, Libya’da Uluslararası toplum tarafından tanınan Trablus Hükümetini yıkmak için
çalışan (ve yönetim şekli bakımından Kaddafi’ye benzetilen) General Haftar’a her türlü desteği sağlayabilmektedir.
Bakıldığında ne Tahran ne Riyad ne de Abu Dabi Orta Doğu’da daha demokratik, daha katılımcı ve açık, halkların yönetime serbest seçimlerle katıldığı rejimleri değil; kendilerine bağlı, kendi etkilerini bölgeye yaymalarına yardımcı olacak kişi, kuruluş ve grupları desteklemektedir. Orta Doğu’nun büyük şansızlığı (büyük enerji kaynaklarına sahip olan) iki bölgesel güç Suudi Arabistan ve İran’ın mezhep ayrılıkları üzerinden yıkıcı bir mücadele içine girmeleri, bu mücadelenin esas amacının ise Riyad ve Tahran’ın bölge hakimiyetini kurmalarının sağlanması olmasıdır.
İslam ve özellikle Arap Dünyası’nın karşılaştığı sorunların temelinde şüphesiz ki birçok neden bulunmaktadır. İslam ve Arap Dünyası’nda siyasi ve ekonomik reformları gerçekleştiren ve gelişmesini düzene sokmuş ülke sayısı yok denecek kadar azdır. Arap ülkeleri içinde halkın seçtiği ve/veya desteklediği rejimlerle yönetilen ülke yok gibidir. Arap rejimlerinin kendi halklarından duydukları korku ve bunun sonucu başvurdukları baskı her gün daha da büyümektedir.
Arap Baharı’nın sonuçsuz kalması Arap Dünyası içinde kendi halklarının desteğine sahip, çoğulcu, daha demokratik, daha açık rejimlerin kurulması ümidini (en azından bir süre için) ortadan kaldırmıştır. Tahran ve Riyad’ın bölgede birleştirici ve bütünleştirici değil yıkıcı yönde oluşan politikaları küresel güçlerin tekrar bölgeye dönmesinin de yolunu açmış görülmektedir. Bugün ABD ve Rusya bölgede fiilen (üsleri, gemileri ve askerleriyle) vardır.
Böyle bir ortamda Riyad-Abu Dabi ikilisiyle Tahran’ın girdikleri güç mücadelesi sadece İsrail’in ve bölgeye yerleşmek isteyen dış güçlerin işine yaramakta; bölgenin hidrokarbon kaynaklarına dayanan zenginliğinin (bölge işbirliği ve kalkınması için değil) silahlanma, bölgesel çatışma ve savaşlarda ziyan edilmesine yol açmaktadır. Bugüne kadar bölgede (siyasi ve ekonomik) işbirliği için kurulan hiçbir örgüt (Arap Ligi, İslam İşbirliği Teşkilatı ve Körfez İşbirliği Konseyi) de başarılı olamamış, bölge ülkeleri arasındaki mücadeleden olumsuz şekilde etkilenmişlerdir.
Paylaş