25 Temmuz 2009
Bugüne kadar Sinan’la ayrı kaldığımız zamanlarda hep ben evden uzaklaşmıştım. Bu sefer Sinan, 5 günlüğüne kampa gitti. Babasından izin alabileceği konusunda umutsuzdu, ama izni alınca büyük bir heyecan sardı. Gitmeden bir gün evvel, 5 gün için 15 tişörtten oluşan bir çanta hazırladık. Sabah erkenden onu okula götürmesi için babama teslim ettim. Açıkçası ben de gidebilirdim ama çekindim. Son dakika oğlumun gevşemesinden korktum. Ben gevşemezdim çünkü
bu tip tecrübelerin artık yaşanması gerektiğine inanıyorum.
Nitekim Sinan otobüse mutluluk ve heyecanla binmiş. Biz küçük bir çantaya sığmıştık ama babamın anlattığına göre koca valizle gelen çocuklar da varmış. Anneleri fenalık geçirmişler valiz yaparken “Her şeyi yanında istiyor bu çocuklar, hiçbir şeylerinden ayrılamıyorlar” diye.
Sinan, gitmeden bir de ikimizin bir resmini koymamı istedi valizine! Bakar mısınız!
Evet, Sinan gitti. Giden ekip arasında en küçük kişi o, diğerleri daha büyük. Hemen hemen hepsinin cep telefonu var. Bir de öğretmenimiz Ahmet Hoca’nın telefonu var. İrtibat yolumuz o.
O YOKKEN BİZ NE YAPTIK
İlk akşam saat 18.00 gibi, duş ve giyinme faslı sırasında, oda arkadaşı Can’ın telefonundan aradı. Yaklaşık bir dakika konuştuk.
Diğer günler, günde bir kere konuştuk. Abartmadık. Sadece ikinci günün akşamı Sinan beni arayıp, “seni çok özledim”lere başlayınca acaba sıkıldı mı diye korktum. Ama iyi olduğunu, birazdan Play Station oynayacaklarını söyledi. Tamam, beklerken sıkılmış. Oyun açılınca unutur yine beni...
Peki onun yokluğunda biz ne yaptık? Uzun bir zamandır sinemaya gitmemişken karı-koca kendimizi aşarak, iki gece üst üste sinemaya gittik. Yemekte bol bol Sinan konuştuk. Ben üçüncü gece rüyamda Sinan’ı gördüm ama eşim ilk geceden başladı.
Siz seyahatteyken çocuğunuzdan ayrı kalınca zaman çok daha kolay geçiyor. Ama onun yarattığı harekete alıştığınız evde, ciddi bir sessizlikle karşılaşıyorsunuz.
Cuma akşamüstü okula kendisini almaya gittiğimde, karşımda kilo vermiş, güneşten yanmış hoş bir genç duruyordu. O kadar yorgundu ki, eve gidene kadar pek bir şey konuşmadı. Ama evde koltuklara yayılınca biraz anlatmaya başladı.
Evet, ilk kamp denememiz başarıyla sonuçlandı. Onu üzen, kıran, korkutan ya da bir daha istememesine sebep olacak bir terslik olmadı. Bir gece kamp ateşi yakıp çevresine oturup gitar bile çalmışlar.
Ne ilginç... Çocuğunuzu 5 gün görmüyorsunuz, döndüğünde büyümüş oluyor.
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2009
Geçen hafta tatille ilgili yazımda, sıcakta su kaybetmemesi için Sinan’ın peşinden koşup ona nasıl bir şeyler içirtmeye çalıştığımdan bahsetmiştim. İnsanın beslenme uzmanı ahbabının olması çok iyi. Selahattin Dönmez, hazırladığı bilgilerden küçük bir derleme gönderdi hemen. Bunları sizinle paylaşmak istiyorum, çünkü su içimi, daha doğrusu likit alımı hakkında bazı detaylar önemli.
Her gün düzenli olarak, susamayı beklemeden 2 litre kadar, yani 8 su bardağı su içmek gerekiyor. Ancak çocuklar yetişkinlerden farklı; onların günde 10 su bardağı sıvı alması ideal. Bunun 5-6 bardağı su, 2 bardağı gazsız şekersiz içecekler, 2 bardağı da süt, ayran veya taze sıkılmış meyve suyu olursa daha iyi olur.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO), 5 yaş altındaki çocuk ölümlerinin yaklaşık yüzde 17’sinin sıvı kaybına bağlı hastalıklardan kaynaklandığını rapor ediyor.
Vücudun su kaynakları çeşitli: İçilen su, besinlerle, sıvı içeceklerle ve besinlerin vücutta kullanılması sırasında açığa çıkan metabolik su gibi. Besinlerle ve metabolik su ile vücuda alınan sıvı miktarı çok olmadığı için mutlaka sıvı kaynaklı içecekleri tüketmek gerekiyor.
American Journal of Clinical Nutrition’da yayınlanan bir makaleye göre, Amerikalılar şekerli içecekleri daha çok tüketiyor ve buna bağlı olarak kilo alıyor, diyabet geliştirme riskiyle yaşıyorlar. Uzmanlar bunun yerine su, taze sıkılmış meyve suları, açık çay, ayran, süt ve şekersiz gazsız içeceklerin tüketilmesini tavsiye ediyor.
Evet, özellikle yazları ailece likit alımına dikkat etmek önemli. Benim önerim, akşam yemeğinden sonra dondurma yerine bir sürahi taze hazırlanmış karışık meyve suyu ya da buzlu çay.
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2009
Fark ettim ki, uzun zamandır Sinan’la baş başa bir hafta sonu kaçamağı yapmamışız. Tam olarak 6 yıldır. Artık yaş oldu 9. Bakalım bu sefer ana-oğul nasıl takılacağız, dedim kendi kendime. Lykia World’deki çocuk şenliğine 3 günlük takılmaya karar verdik. Her ne kadar burada büyükler için çok şey olsa da ben, programı tamamen Sinan’ın tercihleri üzerine kurdum. Gelelim 6 seneden sonraki farklara...
Küçük bir çocukken olayları ve programı istediğiniz gibi yönlendirme fırsatınız var. Mesela beğenmediğiniz bir havuzu çocuğunuza göstermeyip, beğendiğiniz yerde takılabiliyorsunuz. Ama büyüdüklerinde her yerin farkında olduklarından onları atlatamıyorsunuz. Nereyi beğenirlerse orayı istiyorlar. Kaçarınız yok!
Yine küçükken kılığını, şapkasını, güneşte duracağı veya suda geçireceği zamanı ayarlamanız mümkün. Büyüyünce iş çığrından çıkıyor. Güneşin tepede olduğu zamanda futbol oynamak istiyor. Eh, top bulmuş, oynayacak adam da bulmuş; hayır diyemiyorsunuz. Bunun yerine kendi rahatınızı bozarak bilmem kaç dakikada bir kalk git, “Sinan kafanı ıslat, oğlum su iç” diye vıdıvıdılanıyorsunuz.
Ya yemek konusunda neler oluyor dersiniz? Ah ah, küçüklüklerinin kıymetini bilin. İlk gün, öğlen açık büfede tabağına baktım; makarna, püre, patates kızartması, köfte. Ve bana şunu sordu: “Pilav mı alsam, börek mi?”
Dehşete düştüm. Neyse ki ertesi gün proteine ağırlık verdi. Biraz daha fırça yedi ve son gün bir baktım, tabağında salatalar var. Gözlerim yaşardı.
Ama akşam yemeklerinde çok tatlıydı. Ekipçe kalabalık yediğimiz ilk gece beni arkadaşlarımla sohbet edebilmem için rahat bıraktı. Sıkılsa da otelde dolaştı. Telefonumu alıp anneannesinin, büyükannesinin, dayısının falan hatrını sordu. İkinci gece baş başa yemek yiyecektik. Karşımda bir beyefendi gibiydi.
Bir de SPA deneyimi var tabii. Anne-oğul beraber yarım saatlik bir masaj aldık. Hayatındaki ilk masajı... Yarım saat bana az geldi tabii ama onun için ideal oldu. Bitimindeki surat ifadesini görmek yeterdi.
Evet, oğlum büyümüş dedim kendi kendime...
Peki ben değiştim mi?
Doğrusunu isterseniz hâlâ onu küçücük gördüğümü fark ettim. Biraz ortadan yok olsa (ki nerede olduğunu, ne yaptığını biliyorum) meraklanmaya başlıyordum. Acaba havuzda kaydıraktan kayan o dev adamlardan biri ona çarpar mı, acaba güneşte çok kaldı mı, diye... Yine de aradaki farkı görmek, onun büyüdüğünü anlamak çok hoştu. Bir ara kendimi ona teslim edebileceğimi hissettim.
O büyüyor da, benim onun yanında küçülmek hoşuma mı gidiyor acaba?
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2009
Yıllar önce ehliyet kursuna gittiğimde ilkyardım derslerini deli gibi takip ettiğimi, hiç kaçırmadığımı hatırlarım. Çünkü öğrenmem gerektiğine inanırdım. O panik anında soğukkanlı olmak ve ne yapılacağını bilmek gerçekten çok önemli.
Aradan yıllar geçti, çoğu bilgiyi unuttum tabii. Ne var ki temel bilgim olduğunu artık kabul ediyorum.
Bu nereden aklıma geldi derseniz, konumuzla alakası çocukların ilkyardım bilmesi.
Milli Eğitim Bakanlığı, TOÇEV ve AstraZeneca işbirliğinde hayata geçirilen ve bu yıl üçüncü yılını dolduran “İlkyardıma İlk Adım Projesi” hakkında bilgi alınca da size hatırlatmak istedim. Bugüne kadar Türkiye çapında 35 il ve 100’den fazla YİBO’yu (Yatılı İlköğretim Bölge Okullu) ziyaret ettiler ve yaklaşık 20 bin öğrenciye ulaştılar. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından atanan formatörler tarafından öncelikle ilkyardıma dair temel eğitim bilgileri veriliyor. Ardından aldıkları bilgileri eğlenceli bir yarışmaya katılarak ve yine ilkyardım konulu bir tiyatro oyunu seyrederek pekiştiriyorlar. Daha sonra da çocuklara ilkyardım kitapçığı dağıtılıyor.
AstraZeneca’nın, İletişim Müdürü Füsun Feridun çocukların ne kadar yanlış bilgilerle dolu olduklarını da anlattı. Mesela yaraya, üstüne çamur veya salça sürmek gibi tamamen yanlış uygulamalarla müdahale ediliyor. Bu yüzden de bu bilgileri aktarmak çok önemli. Bu çocuklara dağıtılan ve tamamen onların anlayabileceği şekilde hazırlanmış kitapçığa ulaşamasanız bile, içindeki bilgilere www.ilkyardimailkadim.org adresinden ulaşabilirsiniz. Başka sağlam kaynaklardan da olabilir; yaz kızışmadan temel ilkyardım bilgilerinizi çocuğunuza öğretin. Özellikle yaz aylarında daha çok başımıza gelebilecek olan böcek sokmaları, yaralanmalar, boğulma ve yanık konusunda panik olmadan neler yapabileceklerini bilirlerse kendilerine güvenleri de artar.
İki annenin kaçamağı
Geçen hafta sonum çok özeldi. En yakın arkadaşımla birlikte Magic Life’ın daveti üzerine Kemer’deki tatil köylerine gittik. Tam 20 sene önce başbaşa tatil yapmıştık. Bu sene onun 40 yaşının şerefine, çocukları babalarıyla bırakıp kaçtık.
20 senede ne çok şey değişmiş değil mi?
Hayır, hiçbir şey değişmemiş. Biz hâlâ aynı esprileri yapıp aynı şekilde gülüyor; aynı programlarla ve tembellikle takılıyoruz. Gittiğimiz gece karar verdik, iki gün boyunca mutlaka aktivitelere katılacak ve spor yapacak, hatta bilmediğimiz bir su sporunu da öğrenecektik. Asla tembel tembel yatmayacaktık. İki gün boyunca hiçbir aktivite yapmayıp sadece yattık!
Sonraki günlerde sürekli geçmişe gittik. Eskileri konuştuk. En çok çocuklarımızı özledik ama doğrusunu isterseniz 2-3 günlük başbaşa böyle bir kaçamak yapmak kesinlikle iyi geldi.
Eh, bu arada kendimizi şımartma operasyonu dahilinde hayatımızda direkt üçüncü sıraya yerleşen “4 el masajı”nı tecrübe ettik. Bugüne kadar neden denemediğime kızdım. Şunu söyleyebilirim: Bir arkadaşa (başkasına da olabilir tabii de konumuz arkadaş) verilebilecek en güzel hediye “senkronize 4 el masajı” hediye etmek. İnanın bana...
Son gece minderleri denize döndürdük... Yan yana oturduk... Elimizde içkilerimiz...
Evet, önümüzde bir 20 senemiz daha var beraber. Hatta 40 senemiz de olabilir. Herkes gelip gidebilir. Ama biz beraberiz. Ve bir daha bu keyif için 20 sene geçmesini beklememeliyiz. Sizleri de uyarırım. Hemen yakın arkadaşınızı arayın. İmkanınıza göre bir program yapın. Sadece ikiniz...
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2009
Evde bir köpek var. Yavru? Ben çıldırmak üzereyim ama baba-oğul hayatlarından çok mutlu. Zaten bütün iş de onların başının altından çıktı. Bir tanıdığın köpeğinin yavruları. İki kardeşten birini biz aldık, birini de meslektaşım ve arkadaşım Ayşe Aydın’lara verdik.
Her gün Ayşe’yle köpeklerin durumunu konuşuyoruz. Çünkü felaket ısırıyorlar. Ayşe benden daha ilgili ve köpeği veterinere bile götürdü. Öğrendiklerini benimle paylaşıyor. Daha küçük olduklarından 3 ay daha bu ısırmalar devam edermiş ama bizim bacaklar ve ayaklar bütün karizmasını yitirdi; yara içinde. Babalar durumdan memnun.
Sinan pek sevdiğini söylüyor.
Ben baştan tavrımı koydum, benden bir şey beklemeyin diye. Sinan yemeğini veriyor. Çiş yaptığı yeri siliyor. Eve gelir gelmez onun yanına gidiyor, konuşuyor, seviyor. Sonra oynamaya başlıyor. Sonra köpek azıyor. Sonra Sinan bozulmaya, sıkılmaya başlıyor. Köpek daha da azıyor, Sinan’ın canını yakıyor. Sinan bozuluyor ve Lili’nin yanından kaçıyor. Bu arada isim annesi de o. Ve ben hece tekrarlı isimlerin büyük çoğunluğunu çok sevdiğim için bu isme karşı çıkmadım!
En komiği de ne biliyor musunuz? Benim oğlanın köpeği, “Kızıııımmm! Kızım beniiiim!” diye sevmesi. Oğlumun ağzından “kızım” lafını ilk duyduğumda kalakaldım. Muhtemelen babası öyle sevdiği için bizimki de o tavırlarda.
Evet, evde hayvan beslemek çocuklar için çok iyi biliyorum ama ben yine de bahçe gerektiğine inanıyorum. Şu anda pencereler açık yaşadığımızdan evin içinde rahatsız edici bir koku yok, ama tuvalet işinin bir an önce hallolması lazım. Fakat ne babada ne de oğulda henüz böyle bir çaba göremiyorum.
Doğrusunu isterseniz köpeği bir süreliğine buradaki eve almıştık. Sonrasında geldiği yere dönecek, oradaki evde takılacaktı. Ne var ki Sinan Bey onsuz yaşayamayacağını düşünüyor.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2009
Çoğu babanın, çocuğunun büyümesinde bazı dönemleri kaçırdığını fark ettim. Kimisi fazla bebek olduğundan çekiniyor, kimisi iletişimlerinin henüz tam olmadığından... Kimi de ortak bir şey yapmak için çocuğunun biraz daha büyümesini beklemeyi tercih ediyor. Ama ben şiddetle onlara yanlış yaptığını, bebekleriyle her anın tadını çıkarmaları gerektiğini söylüyorum. Bazıları beni anlamaktan yana, bazıları ise hâlâ mazeret buluyor. Yahu mazeretiniz bana değil, eşinize, çocuğunuza... Ben yine de bazı küçük önerilerde bulunmak istiyorum, kibar kibar.
1 Bebeğinizi mutlaka göbeğinizde uyutun. Ne kadar küçükse, bunu yapmak o kadar kolay. Dolayısı ile yeni doğan bir bebeği bile burada uyutabilirsiniz.
2 Kanguru alıp onu içine yerleştirin ve yapmayı en çok sevdiğiniz şeyi yapın: Belki yürüyüş, belki Çiçek Pasajı’nda soğuk bir bira, her ne isterseniz.
3 Hafta arası işiniz yüzünden çok yoğun olabilirsiniz. Ama hafta sonları mutlaka onunla baş başa kalacak zaman ayırın.
4 Altını değiştirin, onu besleyin, suyunu verin. Temel ihtiyaçlarını birkaç kere siz karşılayın. Hatta ona yemek hazırlayın. O da bu sırada mutfakta sizinle olsun.
5 Bebek bile olsa her gün gözlerinin içine bakarak onu çok sevdiğinizi ve onunla gurur duyduğunuzu söyleyin. Büyüdüğünde de bunları asla ihmal etmeyin.
Zatürree ve orta kulak iltihabını önleyebilirsiniz
Bazı hastalıklar, yaz-kış dinlemiyor artık. Geçen gün annem iki ayrı arkadaşının zatürree olduğunu söyledi. Sonra babam, MR görüntüleme merkezinde bir arkadaşıyla karşılaştı. O da zatürree olmuştu, akciğer filmi çektirmeye gelmişti. Bunun üzerine babam hemen gidip zatürree aşısı oldu, annemi de aşı yaptırdı.
Bu hastalık, özellikle çocuklar ve yaşlılar için tehlikeli. Sadece zatürree değil, aynı mikrop kökeninin neden olduğu başka hastalıklar da var: Örneğin pnömokok. Bu bakteri orta kulak iltihabı, sinüzit, menenjit, kemik iltihabı, eklem iltihabı, kalp zarı iltihabı, karın zarı iltihabı (peritonit), kan iltihabı (bakteriyemi) ve beyin apselerine yol açıyor.
Aslına bakarsanız 90’dan fazla pnömokok bakterisi var. Bunlar daha çok burnun ortasında ve üst boğaz tarafında bulunuyor. Kimi zaman sağlıklı insanlarda da oluyor ama hastalığa yol açmıyor. Kişi taşıyıcı olarak kalıyor.
Pnömokok bakterisi nedeniyle her yıl dünyada 5 yaşın altında 156 milyon çocuk zatürree oluyor, bunların 1 milyonu hayatını kaybediyor. Bizim ülkemizde henüz kesin bir sonuç yok ama araştırmalar sürüyor.
Bir tatsız durum da antibiyotik direncinin oluşması. Yani kullanılan antibiyotikler yeterince tedavi edici olamayabiliyor, çünkü bakteri ilaca direnç gösteriyor. Dolayısıyla bu bakteriden korunmanın en doğru ve etkili yolu aşı olmak.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2009
Çok yakın bir arkadaşım vardı. Birlikte dünyayı devirebilirdik, hâlâ da öyle. Ama onunla yemek yemeyi sevmezdim, çünkü çok iştahsızdı. Önünde nefis bir tabak bile olsa, suratını ekşitir, çatalını kullanarak yemekle oynardı. Kızardım ona... Şimdi aynı sofrada oğlum beni deli ediyor. O kadar kötü yemek yiyor ki, bütün iştahım kaçıyor. Nedeni; yarım saatlik öğle teneffüslerinde yemek için ayrılan zamanı mümkün olduğu kadar kısa tutup, oyuna kaçmak.
Sorun sadece hızdan kaynaklanmıyor. O hıza ulaşmak için girdiği şekillerden kaynaklanıyor! Yanlış anlamayın, sıkıntım aristokratik tavırlarının eksikliği değil. Ama başı neredeyse tabağın içine giriyor. O masaya yaklaştıkça ben uzaklaşıyorum. En son “lokmayı yut ve beşe kadar say ikinciyi yemeden!” diye bağırdım. Zaten her yediğini, hiçbir şey yoksa suyu üzerine döküyor.
Benimkinde işe yaramaz ama sizinkiler eğer 4-7 yaş arasındaysa, Swissotel’in tek seferlik kursunu deneyebilirsiniz. Neşeli bir organizasyonla, çocukların gelişimine ve sosyal hayata uyumuna katkıda bulunmak amacıyla, 13 ve 20 Haziran tarihlerinde, sofra adabının püf noktalarını öğretecekler. 11.00-14.00 arasında yapılacak etkinlikte, şık çatal-bıçaklarla sofra kurallarını öğrenecekler. Ayrıca onları küçük hediyeler de bekliyor. İlgileniyorsanız, otelden bilgi alabilirsiniz ama devamı inanın sizin elinizde. Neyse ki Sinan şık bir lokantaya gittiğimizde biraz olsun farkı anlıyor ve dikkatli davranıyor.
Zaten size bir şey söyleyeyim mi, yemekle ilgili insanların farklı olduklarına inanıyorum ben. Beraber çalıştığımız arkadaşım Bige’nin 7 yaşındaki büyük oğlu o kadar yemeğe meraklı ki, evde et pişirirken ıhlamur kullanmaya başlamış bile. Hayatının kahramanlarından biri çikolata dahisi Jack Torres. Geçenlerde annesinden bunun okulunun olduğunu öğrenince gözleri dolmuş Efe’nin. Annesine, ilkokuldan sonra onu bu alanda eğitime yöneltmesini önerdim. O da böyle düşünüyor zaten.
Bu konuşmayı yaptığımızda Çırağan Oteli’nin sempatik Fransız executive şefi Olivier Chaleil de bizimleydi. Bizi sadece yemekleriyle değil, sohbetiyle de büyüledi. Bir de güzel ders aldık ondan. Hayır, yemekle ilgili değil, eğitimle ilgili: Oğlu hiç ödevlerini yapmıyormuş. Ne deseler, ne kadar uğraşsalar da bir türlü evde düzenli ödev yapma alışkanlığını kazandıramıyorlarmış.
Bir gün adama tak etmiş artık. Akşam yemeği zamanı, oğlunun önüne kuru ekmek ve su koymuş. Oğlan anlam verememiş, şaşırmış. “Eee” demiş babası, “Sen sorumluluklarını bilip ödevlerini yapmıyorsan, ben de senin gibi yapacağım. Artık yemek hazırlamak yok. Ne varsa, ne bulursan onlarla doyurursun karnını!” demiş.
Oğlan artık ödevlerini yapıyor. Bu sene okullar kapandı. Ama seneye taze taze bu bilgiyi kullanmak niyetindeyim. Gerçekten de önüne yemek koymayacağım. Bakalım ne yapacak?
Doğrusunu isterseniz benim inatçı akrebin ödev yapmamak için mutfağa girip kendi kendine yemek yapmaya çalışacağından eminim...
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2009
Ben utandım... Kocaman endamım, çok bilen ve her şeyi erkenden öğrenen havamla bana yapılan testin sonucunu gördüğümde gerçekten bütün havam söndü, “çevir kazı yanmasın”a bağladım. Bazı alışkanlıklarımızın değişmesi kolay değil. Ama ben, yeni bilgileri sizinle tekrar tekrar paylaşma niyetindeyim. Gelecek için bir şeyler yapmamız gerektiğine inanıyorum. Hele ki, biz anneler için bu konuda hassas olmak çok daha önemli.
Televizyonda reklamları görüyorsunuzdur: OMO’nun WWF Türkiye ortaklığında başlattığı “Sudaki ayak izi” projesi var. Benim suda bıraktığım ayak izini hesaplayan testten bahsedeceğim size. Dünya ortalaması 1200, Türkiye ortalaması 1600 civarı iken benimki 2600 litre çıktı. Eh 41 numaralık ayağıma uygun!
Şimdi beni dinlemek de istemezsiniz siz! Ama dinleyin lütfen, sizinki de çok aşağı çıkmayabilir. Ama bunun ne demek olduğunu ve nasıl aşağı çekilebileceğini de anlatacağım size!
Sudaki ayak izi kavramı, tüm üretim ve tüketim süreçlerinde kullanılan toplam su miktarı anlamına geliyor. Yani kullandığımız suyun yanı sıra her türlü ürünün üretim sürecinde kullanılan su miktarı ile su kaynaklarında ayak izimizi bırakıyoruz. Örneğin; bir dilim ekmeğin 40 litre, 1 kg şekerin 1.500 litre su ayak izi var. Giydiğiniz tişört için de bu geçerli, yapımında su kullanılmasa bile, onu taşıyan kamyon şoförünün içtiği su var mesela! Bu da geleceğe bırakacağımız su miktarını çok etkiliyor, o açıdan önemli.
Bunları oğlum Sinan ve arkadaşı Derin’e de anlattım. Onlar da hemen sudaki ayak izlerini hesapladılar. 1300 civarı çıktılar. Pek gururlandılar!
Yapabilecek 1-2 şeyi söylüyorum hemen: Çamaşır yıkarken gerekmedikçe ön yıkama yapmayalım, çünkü bir kez ön yıkama yapmanın sudaki ayak izi ortalama 104 litre. Tüm Türkiye bir yıl boyunca ön yıkama yapmasa sudaki ayak izimiz yaklaşık 1 Uluabat Gölü kadar azalır. Düşük sıcaklıkta yıkama yapalım, çamaşır makinemizi tam dolu olarak çalıştıralım ve konsantre deterjan kullanalım. Çünkü konsantre deterjanlar, çamaşır yıkama sürecinin çevresel etkilerini, yıkama başına kullanılan ambalaj ve ham maddeleri azaltan, teknolojik bir ilerleme.
SİZ DE HESAPLAYIN
Evet, www.sudakiayakizim.org sitesine giriyor ve oradaki soruları samimiyetle cevaplıyorsunuz. Sonra da sizin oranınız çıkıyor. Sonra da bu oranı azaltmak için neler yapmanız gerektiği yazıyor. Mesela, yıkanırken duş almak, küveti doldurmaktan daha iyi (ki çoğunlukla öyle yapıyoruz). Evde kullanılan suyun yüzde 30’u sifon çekerek tüketiliyormuş. Bunun için sifon kullanımını kontrol etmekte fayda var. Tıraş olurken ya da diş fırçalarken musluğu açık bırakmamak gerektiğini artık söylemiyorum bile!
Yemek pişirirken sebzeleri yüksek ateşte kaynatmak yerine düdüklü tencere kullanmak ya da kısık ateşte az suyla pişirmek bunlardan biri. Sebze ve meyveleri yıkarken de akan su yerine bir leğene doldurarak yıkamak tasarruf için önemli. Hatta bu suları sonra evdeki bitkilerin sulamasında da kullanabiliriz.
Yazının Devamını Oku