Söylemenin tam zamanı

Çok şanslıyım. Hayatımda birçok kez, boyundan büyük işlere kalkışmış insanların yolculuklarına girdim. Gözlerinde hep aynı bakış olur. Bir noktaya bakan insanın bakar kör hali.

Her yerde yapmaya uğraştıkları şeyin parçasını ararlar. Bir türlü birleşmeyen o şeyi toparlamak için deliriyorlardır.

Bedenlerine kötü bakarlar.

Çok kahve, sigara, içki içebilirler. Uykuları bozuktur. Adrenalin denen şeyi onlara sorun. Müptelasıdırlar.

O kadar odaklıdırlar ki, bir hortum gibi, etraflarındaki her şey onlara doğru sürüklenmeye başlar. İnsandan çok bir tabiat olayı gibidir enerjileri. Tutunmazsan kapılırsın.

Girdap gibi o yaptıkları şeyin içine çekilirsin ve bundan çok büyük mutluluk duyarsın.

İnsandan daha büyük şeylerin, fikirlerin, kalkışmaların parçası olmak kadar sarhoş edici şey yoktur.

Bir insan neden işi gücü hali vakti ailesi yerindeyken, kendini türlü cenderelere sokar?

Bir şey anlatmak için çırpınır? Söylemek istediği tek bir cümle için, tepetaklak edilmemiş duygu bırakmaz? Her kalkışma bir rezil olma ihtimaliyken, her rezil olma bir kat daha yalnızlık ve yenilgiyken, niye bir sabaha karşı, yine dayanamayıp bütün korkularını uyandırabiliyorsun?

Nasıl yapıyorsun bunu! Nasıl yapıyorlar? Hatta ben de yapıyorum itiraf etmek gerekirse...

Utanmadan, yeteneğime etime buduma bakmadan körleşip, korkuların hepsini uyandıra uyandıra, inadına yürüdüğüm o uzun koridoru çok iyi biliyorum.

Fakat ne yazık ki, gideceğim yere başka yerden varılmıyor. O koridor geçilecek. 

Şu an koridorunu geçen insanlar tanıyorum. Bir şarkı söylemek, bir şey yazmak, bir film çekmek istiyorlar. Perişanlar. Çok iyiler. Yalnızlar. Kalabalıktan nefes alamıyorlar. Açlar. Toklar. Ödleri kopuyor. Hiçbir şeyden korkuları yok. Emin değiller.

Yüzde yüz eminler. Kendilerine güvenleri sıfır. Kahramanlar. Yapmakta oldukları şey çöp.

Bir baş eser yapmak üzereler. Hepsini aynı anda yaşıyorlar bu duyguların. Parça parçalar ama paramparça değiller.

Onlara hayran olma sebebim de bu. Kendilerini söküp, hayata dair parçalar birleştirip kendilerini geri dikiyorlar. Bu, hayalperestlik dışında hiçbir şey için çekilecek eziyet değil. 

Sinan Çetin bu delilerden biri. O karanlık koridordan, elinde yeni bir filmle çıktı. Çanakkale Çocukları.

Filmin cümlesini çok seviyorum: Evlatlar da sağ olsun!

Savaşta ölen çocukların acısını, bir annenin gözünden anlatan bir film çekti. Filmdeki çocuklar kendi çocukları. Filmdeki anne kendi çocuklarının annesi.

Söylemek istediği bir şey var. Bunun için fırtınayı çıkardı, hayaletler ve korkularıyla savaştı.

Bütün yeteneğini o cümleyi aydınlatmak için ateşe verdi. Gece ve gündüzünü alt üst etti. Ailesini de beraberinde hayaline ortak etti.

Başta dedim ya, ben bazen böyle yolculuklara şahit oluyorum.

Çorbaya bir de tuz ektim.

Elimden geldiğince bir ağıt yazdım filme. Sözleri şöyle başlıyor:

Şu yerde yatan / benim oğlumdur / aslan oğlumdur / canım oğlumdur... / Hatırlıyorum ilk nefesini / ah görmeseydim / son nefesini... / Allah’ın verdiği canı kullar mı alacak / anaların gözyaşını kim kurutacak? / Burası neresi? / Bu neyin savaşı? / Yok mu bu kurşunun hiç can almayanı?

Bazen bazı şeyleri söylemenin tam zamanı oluyor.

Değil mi? 

Yazarın Tüm Yazıları