Paylaş
O kadar beğendim ki masalı, o kadar ihtiyacımız olan bir şeyden bahsediyor ki, bütün hafta onu düşündüm. Ara ara hep aklıma geldi masalın insanları.
Masal, her zamanki yolunda ilerleyen bir adamla başlıyor.
Adam kendi yolunda yürürken, bir gün bir bakıyor, bir yan yol! “Allah Allah” diyor, “Hiç böyle yan yollar filan olmazdı”.
Bir bakıyor yan yola göz ucuyla... O ne güzellik! Kendi yolu toprak, bu yol yemyeşil çim. Kendi yolunda hiç ağaç yok, bu yol iki sıra ağaçlar dolu, çiçek dolu. Işık huzmeleri süzülüyor yola ağaçların yapraklarından. Hani kartpostallarda görürüz, işte öyle bir yol.
Adamın kafası karışıyor tabii. Kendi yolunu bıraksa da, şu yan yola mı sapıverse? Yan yollar hep cezbedici. Ama şimdi yolundan sapmak da var... Onu da istemiyor.
Sapsa mı sapmasa mı, sapsa mı sapmasa mı, o kadar çok durup düşünüyor ki yol ağzında, mecbur koruyucu meleği yeryüzüne iniyor.
Soruyor adama: “Hayrola, çok durdun burada? Kafan mı karıştı? Sen hiç durmazdın böyle uzun...”
“Evet”, diyor adam, “İyi ki geldin, bir türlü karar veremiyorum. Benim yolum bu yol ama şimdi bir de bu yan yol çıktı. Öyle güzel ki, n’apsam bilemedim.
İçimden bencil bir istek, hadi sap sap sap diye ısrar ediyor. Öte yandan, yolum ne güzel beni götürüyordu.”
Melek soruyor: “Sana kararını vermede nasıl yardımcı olayım? Mesela neyi bilmek istiyorsun?”
Adam düşünüp diyor ki; “İkisinin de nereye vardığını bilsem rahatça seçerim.”
“Tamam o halde” diyor melek, “Gel, ikisinin de sonuna gidelim bakalım.”
Önce yan yolun sonuna gidiyorlar. Bir bakıyorlar, cehennem! Yolun sonu cehennemmiş!
Fakat gel gör ki, bu cehennem pek bizim cehenneme benzemiyor. Büyüüük bir ziyafet sofrası var. Üstünde, ne ararsan! Taze pişmiş bal rengi piliçler, en renkli meyveler, fırından yeni çıkmış mis kokan ekmekler, çikolata şelaleleri...
Masanın etrafındaki sandalyelerde insanlar oturuyor fakat insanlarda bir tuhaflık var! Zayıf, ölmek üzereler. Yüzleri mutsuz, çökmüş, öylesine kalakalmışlar. Önlerindeki kaşıkları ellerine alsalar da, masadaki yemekleri ağızlarına götüremiyorlar!
Dirsekleri yok! Evet dirsekleri yok! Kollarını büküp de, o muhteşem lokmayı ağızlarına sokamıyorlar bir türlü!
“Tamam” diyor adam, “Bunu anladım, bir de öbürüne bakalım.”
Bunun üzerine, adamın kendi yolunun sonuna gidiyorlar. Bir bakıyorlar, cennet! Cennette, büyüüüük bir ziyafet sofrası.
Üstünde, ne ararsan! Taze pişmiş bal rengi piliçler, en renkli meyveler, fırından yeni çıkmış mis kokan ekmekler, çikolata şelaleleri...
Bu masanın da etrafındaki sandalyelerde insanlar oturuyor. Bu insanların da önlerinde kaşık. Bu insanların da dirsekleri yok! Onlar da lokmaları kendi ağızlarına götüremiyorlar! Fakat gel gör ki, bu insanlar tok, mutlu!
Şen kahkahalarla ağızlarına lokmalar atıp, sohbet ediyorlar!
Peki nasıl olur da böyle mutlular derken, görüyor bizim adam... Bu insanlar kaşıkları birbirlerinin ağzına götürüyorlar. Yanlarındakini besliyorlar.
Teşekkür ediyor bizim adam meleğine ve devam ediyor yoluna...
Judith anlattığından beri, hep aklımda bu dirseksiz insanların oturduğu ziyafet sofrası.
Hep aklımda şu soru: Şu dirseksiz kolumun ucundaki lokmayı, uzatabiliyor muyum yanımdakinin ağzına?
Paylaş