Adam: Ünlü bir Hollywood starı, evli. Kadın: Ünlü bir fotoğrafçının karısı Yer: Tokyo
Konuşulan dil: Kdfnueialeiu’ce!
Filmin adı: ‘Lost in translation.’ (bilerek çevirmiyorum)
Senin adın ne?
Öyle bir film ki, seyrettikten sonra bu köşede yazdıklarım tıpkı yazdığım gibi mi okunuyor emin olamam artık. Çünkü birbirimizle konuştuğumuzu zannederken verdiğimiz aralar var ya, o sırada içimizdeki simultane tercümanlar duyduğumuzu çevirir. Neye: Bizceye tabii ki.
Anlaşılmadı mı? Filmimize dönelim.
***
Filmimizin konusu şu: Mutsuz adam Tokyo’ya bir reklam filminde oynamaya gelir. Otele yerleşir. Mutsuz kadın da Tokyo’da çekim yapacak olan fotoğrafçı kocasının peşinden Tokya’ya gelir. Onlar da aynı otele yerleşir. Filmin geri kalanı adamın (telefonda) karısıyla, kadının kocasıyla, adamla kadının Japonlarla anlaşamayıp durmasıyla sürüp gider ta ki adamla kadın birbirine aşık olana dek.
Sofia Coppola’nın ‘en iyi orijinal senaryo’ dalında ödül alan filmi bu. En iyi senaryo, çünkü hayatın orijinal senaryosu. Kimse kimseyle anlaşamaz, arada kısa süreli anlaşanlar sadece ve sadece aşıklar olur. Onlar kavuşsalar da olur, kavuşamasalar da olur. Hatta bir çobana göre: Kavuşamazsın, aşk olur.
***
İşte senaryomuz.
Kamera akıyor buyrunuz kendinizi oynayınız.
Mesela: Kimseyle anlaşamadığın Japonya’da, bir türlü alışamadığın bir otel odasında, anlaştığını zannettiğin bir arkadaşını kendi kendine anlatamadığın gözyaşlarıyla arıyorsun. O, o sırada başka bir yerde başka bir şey arıyor. Ona kocanla neden evlendiğini bilmediğini söylüyorsun ama hat kesik kesik. O başka bir cevap veriyor. Teşekkür edip kapıyorsun. Susmuyorsun. Ağlamaya devam.
Mesela: Tokyo’da otelin havuzunda, Tokyo’da sokakta ve Tokyo’da otel odasında karın arayıp duruyor. Konuşmalarında sana iki şey söylüyor anlaştığınızı düşündüğü: Çocukların hali ve çalışma odandaki halının rengi. Hangi renk olsun? Hangi renk olsun? Çocukların iyiymiş, halı bordo olsunmuş. O senin en sevdiğin renkmiş. Meğer insanın karısı bile Tokyo’luymuş. İfadesizlik... Veee kestik.
Mesela: Tokyo’daki otelin havalı barındasın. Kocanın eskiden anlaştığı bir kadın bir şeyler anlatıyor. Dinliyorsun. Bak ne diyor:
kflioerthoeuowie35u86t7htriwo.
Güzelliğiyle ilgili bir şeylerdir herhalde diyorsun. Çünkü ‘ben’le başlayan cümleler gibi ve kızın sahip olduğu tek şey o gibi.
Zaten kız da oyuncuymuş. (aa senin gibi) Oynadığı filmi anlamadığı belli. Ama anlaşılan bir şey var, o da şu ki: Senin kocan bu kızla anlaşır gibi. Tabii tabi. Derken...
Heeeyyy hayat neşelendi çünkü aşk geldi! Adamla kadın yan yana geldi. Aşık olduklarını anladılar. Onların anlaşmaları gerekmiyor artık. Sessiz film gibi her şey artık ve altyazılar dokunmatik. Gözler kilitlenir dudaklar duramaz gülerse o aşk.
Adamla kadın artık Tokyo’ya karışabilirler çünkü anlaşıyorlar.
Çünkü aşıklar, asla dünyanın geri kalanıyla konuşmazlar.
***
Bu filmi seyretmemiz gerek, anlamamız için birbirimizi anlamadığımızı. Attığımız kelimeler birilerine çarpıp harflerini döküyor çünkü. Ve bize geri gelen, kalan harflerle yazılmış başka bir kelime. ‘Ama bu benim elyazım’ın hayal kırıklığına da gerek kalmıyor bu filmde.
Çünkü bu filmde kadın ve adam, diğerleriyle anlaşamadıklarını birbirleriyle anlaştıklarında anlarlar. Aşk işte! Aşk işte!
Ve bu aşıklar diğerleriyle aralarındaki başarısız tercümanları vururlar. Ama o tercümanlar ölmez. Onlar parazit gibi boşlukları yanlış anlaşılmalarla doldurmaya devam ederler.
Film bir fısıltıyla kapanır, ne dediğini kimse anlamaz. Sadece aşıklar birbirini anlar, Tokyolular anlamaz.