Dünya çizgi çizgi değilmiş ama yuvarlakmış

Konser turnesindeyim. Elazığ’dayım, Van’dayım, Erzurum’dayım.

Bütün ekip iki katlı bir otobüsle dağlardan kıvrıla kıvrıla doğuya müzik götürüyoruz. Elazığ-Van arası 2010 metre yüksekliklerde camlar artık duvardaki tablo. Yemyeşil bomboş ovalardan, kerpiçten evlerinin bahçelerini taşlarla ayırmış köylerden, koyunlarını dağda tek başına gezdiren çocuk çobanlardan, bizimle gelip gelip bir yere kavuşmayan çaylardan, tarlada çalışan kadınlardan kare kare fotoğraflar ve esmer esmer el sallamalar mı kalır bize? Aklımızda kalır mı? Doğu’da ne var insanı içine alan, hırkasının içinde sakin yapan, kağıt kalemi ele tutuşturan? Yoksa ne yok mu demeliyim? Nurkan’ın gitarla Puccini’den aryalar çalarak üstüne müzik yaptığı bir yol belgeselindeyim.

Bundan 4 yıl önce yine Van’daydım. Buradan başladı benim yürüyüşüm. Burada kondu benim göbek adım: Özgür Kız. Dünya çizgi çizgi değilmiş ama yuvarlakmış. Yürümüşüm yürümüşüm yine ‘bizim köy vardı ya uzaklarda’ya varmışım. Bir varmışım bir yokmuşum.

İşte bu yüzden Van’da biraz mola verelim. ‘Bak hele bak’ adındaki kahvaltı yapılan yere gidelim. Burası dört duvar kişiselleşmiş. Her yer Van kedisi, Van kıyafetleri, panolar, bebekler, her yer bak hele bak! Asıl bakılması gereken buranın hiperaktif sahibi. Çayı masaya koyarken bak hele bak diye koyuyor, sana cevabı hep ‘Van kedisi’olan bilmeceler sorup, kazandığın van kedisi kartpostallarını ve halhalları verirken bak hele bak diye veriyor. Tam karşımdaki panoda yazan şiir ne güzel:

insanın süsü yüzüdür

yüzün süsü gözdür

aklın süsü dildir

dilin süsü sözdür

Benim oradaki hatıra defterine yazdığım şiir de fena değildir: Bak hele bak/ burası ne kadar renkli/ bak hele bak/ burada bilmece sorup bilene hediye veriyorlar/ bak hele bak/ yüzün süsü gözmüş/ bak hele bak/ ballı kaymak/ bak hele bak/ van gölü meğersem denizmiş/ bak hele bak/ bu kahvaltı unutulmaz olmuş/ bak/ hele/ bak! Van Gölü’ne göl deyince alınan bu adam, ‘ona lütfen deniz deyiniz, o bizim denizimiz’ dedi. Demez miyiz?

Ben ‘xl’ şarkımı Erzurum Palandöken’de akşamüstü bir otel odasında yazmıştım. Demek Doğu’nun bende ayrı bir yeri var. Uğuru var. Anısı var. İzi var. İşte şimdi yine buradayım. Bu sefer lobideyim, bu sefer yazı yazıyorum, bu sefer şarkılarım olmuş konser veriyorum, bu sefer ‘xl’ı onbinlerce Atatürk Üniversiteli’den dinliyorum. Bir dükkana giriyorum adı Osmanlı olan ve 4 yıl önce almadığım tozlu bir kıyafeti beni bekler buluyorum. Ama alıyorum onu bu sefer.

Otobüsün üst katında masanın etrafında oturan, ranzalarda uyuyan, aşağıda haritaya bakan, annemin yanında önde duran toplam 20 kişiyiz. Konuşmaktan sıkılanın gözü pencereden dışarıya. Doğu Beyazıt yazıyor dışarıdaki tabelada.

Türkiye’nin en batısından geliyoruz. İçinde playstation’ımız, scrabble’ımız, laptop’larımız, dvd’miz, reiki sohbetlerimiz ve masamızda Time dergisinin son sayısıyla gezen bir otobüs değil, sanki bir ufo’yuz. Bu yollara uzaylı, konser verdiğimiz üniversitelere dostuz. Ve müzik her yerde müzik. Güzel müziğin tıngırdattığı tellerimiz aynı. Birkaç ses yan yana gelince ağlatabilir bizi. İsyan ettirebilir, gülümsetebilir. Göbek attırabilir. Birini özletebilir. Düğüm atabilir boğazımıza ve çözebilir onu gözümüzden akan birkaç damla yaş. Romantik değil, otantik değil, komik değil bu. Yıldız Tilbe’nin sesindeki o şey uzanabiliyor buraya kadar. Benzin istasyonlarının camlarındaki buğuda yazılı adı.

Pusulanın doğusu puslu.

Ama müzik bir nefes.

Üflemeye geldik. Tenefüs etmeye geldik.

İpimizi geçirebildiysek birkaç delikten dikeriz, giyeriz, üşümeyiz.

İyi ki gelmişiz.

Bugün Trabzon’da, Çarşamba Ankara’da, Cuma Kayseri’deyiz.

Bekleriz.
Yazarın Tüm Yazıları