Nihat Hatipoğlu

Yeni yılda Mevlânâ olamaz mıyız?

1 Ocak 2010
“DÜN gece rüyamda aşk mahallesinde bir ihtiyar gördüm. Bizim tarafa gel diye bana eliyle işaret etti...”

Vefatından kısa bir süre önce böyle diyordu Hz. Mevlânâ. Bütün evrene ‘aşk’ gözüyle bakabilen bir insan ancak Allah’a vuslata erince aşk sözcükleri terennüm edebilir. Büyüklerin ölüme hazırlanışı da özgül ağırlıklarınca büyük olurmuş. “Artık yetişir. Bir şeylerden bahsetme. Çünkü ben kendimde değilim!” Doğruydu. Hayatın son, ölümün ise ilk basamağında olan kendinde olmaz ki. Kendinde olsa, o olamaz ki!

Aslında bütün çevresi onun yıllardır manevi bir sarhoşluk halinde olduğunun farkındaydı. İslam kültürünün doğru bilincinin verdiği ölüm sonrası güven hali bütün varlığını çepeçevre kuşatmıştı. Gittiği yerin farkındaydı. Nasıl karşılanacağını tahmin edebiliyordu. Rabbiyle iyiydi. Çünkü O’na hiç ihanet etmemişti. İşte şu anda duyduğu bütün acılar dünyanın kendisine vurabileceği son darbelerdi. Daha ötesinde ne vardı ki! Daha ona kim ne yapabilirdi ki! Bu sükûtu ve sükûnu unutmuş yürek, kapısını aralayan oğluna sesleniyordu:

“Git. Başını yastığına koy. Beni yalnız bırak. Geceleri dolaşıp duran yanmış yakılmış bu hastadan vazgeç. Biz geceleri yapayalnız, sabahlara kadar sevda dalgaları arasında çırpınıp dururuz. Biz gam köşesinde gözyaşları dökerek inlemekteyiz.”* * *

Bugün 2010 yılının ilk günü. Bu yılın ilk gününe Kuran’dan ve Hz. Peygamberden (sav) sevgi ve aşk derleyen Hz. Mevlânâ’nın çağrısıyla girmek istedim. Bu iki duyguya ne kadar muhtacız bugün. Dünyanın tümüne sevgi ve aşk duyguları hâkim olsun dilerim bu yeni yılda. Kinin, nefretin, egoizmin, bedbinliğin, bencilliğin, şehvetperestliğin ve bilumum manevi kirlerin tümünün üstesinden gelebilecek tek iksir bu olsa gerek. Mevlânâ bu iksiri bulmuştu.

Bazımız Hz. Peygamber’e (sav) bakarken yetim ve öksüz olan Abdullah’ın oğlunu gördük. Bazımız Uhud’da dişi kırılan yaralı Resul’ü gördük. Bazımız torunlarını sırtına yüklemiş bir sevecen dedeyi gördük. Bazımız sadece görmek istediğimizi gördük. Bazımız bunların sadece bir kısmını gördük. Bazımız ise hiçbir şey göremedik.

Mevlânâ çoğumuzun göremediğini gördü ve gördüğü anda da haykırmaya başladı:

“Hz. Peygamber’in yolundan gitmek için aşk gerekir.” (Divan, c. 4, s. 278) “O’nu anlamak için cehaleti, düşmanlığı, kibri terk etmek gerekir.” (Mesnevi, c.1, s. 315)

Biri dedi ki: Niçin minarede yalnız Tanrı’ya sena etmeyip, Hz. Muhammed’i (sav) de anıyorlar? Cevaben şöyle dendi: “Muhammed’in övülmesi, Tanrı’nın senası (övgüsü) değil miydi sanki.” (Fih-i Mâfih, s. 346)

Yazının Devamını Oku

Muharrem ayında Hz. Hüseyin’i hatırlamak

25 Aralık 2009
MUHARREM ayındayız.

Yarın muharremin onu. Aşure günü. Muharrem ayının kadim hüznü, buruk duyguları da beraberinde getiriyor. Çünkü her muharrem aynı zamanda Kerbela’da şehit olan Hz. Hüseyin (ra) ile elh-i beytin fidanlarını yeniden yâd etmenin yıldönümüdür. Hüznün yıldönümüdür. İnsanların sinirleri alınmamış, terbiye edilmemiş, siyaset ve iktidar hırsıyla Peygamber (sav) torunlarını bile kılıçtan geçirebilecek kadar vefasızlığını gösteren acı bir tecrübenin yıldönümüdür. Ama elbette muharrem kin ve nefreti hortlatacak bir üsluba dönüşmemeli, acının içinden yeni acılara yol olmayacak bir koridor açabilmenin fırsatını verebilmeli bizlere. 

Yezid’in ve hırslarını firavunlaştırmış olan yandaşlarının kendileri için potansiyel tehlike gördükleri ehl-i beyte kurdukları pusu başta Hz. Hüseyin (ra) olmak üzere büyük, genç, çocuk birçok ehl-i beyti (Peygamberimizin aile fertleri ve torunları) mensubunun şehadetiyle sonuçlanmıştır. Bu korkunç cinayetin, bir izahının, dini, vicdani ve akli gerekçesinin olmadığı ortadadır. Peki, Hz. Hüseyin’in (ra) mübarek başını Yezid’in sarayına taşıyacak kadar insanı hafıza kaybına uğratan aymazlığın, vefasızlığın anlaşılır tarafı var mı? Bunu acıyı tazelemek için sormuyorum. Hırsa bürünmüş, akli melekelerini yitirmiş bir mücadelenin insanı ne tür kahredici bir sona götürdüğünü hatırlayabilmek için bu soruyu yineliyorum. Çünkü şehit edilenler bu dinin peygamberinin torunlarıydı. Aynı zamanda 4. Halife’nin çocukları ve torunlarıydı. Kuran-ı Kerim’in, tertemiz olduklarını deklare ettiği bir ailenin fertleriydi.

Ya katledenler! Onlar da Müslüman olduklarını -en azından öyle diyorlardı- iddia edenlerdi. Onun içindir ki ağabeyi Hz. Hüseyin’in (ra) mübarek başıyla beraber Yezid’in sarayına getirilen Hz. Zeyneb’in (rah) zalimlerin yüzüne haykırdığı cümleler çok manidardır. Şöyle diyecekti Hz. Zeyneb (ra):

“Siz ne yaptığınızın farkında mısınız? Peygamber’in en sevdiklerini şehit ettiniz. O fidanlara kıydınız. Yarın mahşer âleminde Hz. Peygamber’le karşılaşacaksınız. O size soracak, diyecek ki: Bütün yaptıklarımızın karşılığında siz bana böyle mi karşılık verecektiniz.”

Ne kadar sarsıcı, ne kadar kahredici, ne kadar derinden etkileyici değil mi? Sormak lazım elbette; hangi iman ehli mahşerde bu ateşe götüren soruya muhatap olmak ister. Hangi Müslüman peygamberiyle hasım olmak ister. Bütün İslam dünyası, bütün mezhep ve meşrepleriyle, bütün felsefe ve gruplarıyla bütün dünya Müslümanları bu olayların tahlilinde ehl-i beytten yana tavır almıştır. Bir anlamda bütün Müslümanlar Kerbela mağdurudurlar.

Onun için her muharremde hepimiz Kerbela’dayız. Hepimiz manen orada toprağa uzanan Hz. Hüseyin’in (ra) mübarek başını yere düşmesin diye kucaklamaya çalışanlardınız. Onun için her muharrem yastayız. Başka topraklarda Kerbela kurulmasın diye, başka günahsız canlar alınmasın diye yastayız.* * * 

Muharrem ayının peygamberler tarihi açısından da özel bir yeri vardır. Muharrem ayı genellikle bütün peygamberlerin sıkıntılarından kurtuluş ayı olarak nitelenmiştir. Bu ayda gerçekleşen önemli olayları şöyle sıralayabiliriz:

1- Hz. İbrahim (as) bu ayda firavunun kurduğu ateş çemberinden rahmet sahillerine çıkmıştır. Firavunun kurduğu ateş, gül ve gülistana dönmüştür Hz. İbrahim (as) için.

Yazının Devamını Oku

Peygamberimiz kardeş kavgasını nasıl engelledi!

18 Aralık 2009
BENİ Mustalik seferinden dönülüyor. Ordunun başında Hz. Peygamber (sav) vardır. Ordunun içinde ise münafıklar bulunmaktadır.

Özellikle de bozgunculuğuyla şöhret bulan İbn-i Selul fırsat kollamaktadır. Nihayet bir subaşına gelinir. Kuyudan su çekilip halk arasında paylaşılacak. Mekkeliler (Muhacirler) ve Medineliler (Ensar) ellerindeki kovalarla kuyudan su almak için sıraya girerlerken ufak bir itişme yaşanır. Bu itişme fırsatını büyük bir ganimet olarak gören meşhur münafık Selul hemen bu ufak olayı tırmandırır. Yüksek bir sesle; besle kargayı oysun gözünü, anlamında bir cümle kurarak bağırmaya başlar. Biz Medineliler Mekkelileri besledik. Bugün ise başımıza bela oluyorlar, demeye başlar. Derken Mekkelilerden biri cevap verir. Onlara da Medineliler karşılık verince olay değişik bir mecraya tırmanır. Su kuyusu başında başlayan bu tehlikeli kargaşa tam bir fitneye dönüşecekken Hz. Peygamber (sav) haberdar olur. Olayın boyutlarını gören sevgili Peygamberimiz (sav) orduya kalk emri verir. Kurulan çadırlar sökülür, eşyalar toparlanır ve hemen yola koyulur. Tam bir gün boyunca yürüyüş devam eder. Dinlenmekle ilgili bütün talepleri geri çeviren Peygamberimiz (sav) insanların iyice bitkinleştiğini, tartışacak mecallerinin kalmadığını görünce mola emrini verir. İyice bitkinleşmiş yorulmuş olan herkes bir gün önceki olayı konuşabilecek, tartışabilecek fırsatı bulamadan derin bir uykuya dalarlar. Böylece Mekke ve Medineliler arasında meydana gelebilecek sürtüşme, kavga, fitne başlamadan bastırılmış olur.
Hz. Peygamberin takip ettiği bu strateji meyvesini hemen verir. Mekkeli ve Medineliler arasındaki kardeşlik duygusu hiçbir yara almadan devam eder. Medine’de önemli bir etkinliği olan İbn-i Selul ise ortada kalakalır. Yaptığı münafıklık ve fitne hamlesi başarısız kalır. Kısa bir süre içinde öyle bir hale gelir ki ordu daha Medine’ye varmadan İbn-i Selul iyice gözden düşmeye başlar. Halk arasında itibarsızlaşır.
Bu olay esnasında iki önemli ayrıntı dikkati çeker. Bunlardan birincisi şudur: İbn-i Selul sahabe arasında fitne çıkarmaya çalıştığını gören Hz. Ömer (ra), Peygamberimize (sav) gelir ve İbn-i Selul’ü öldürmek istediğini söyler. Şöyle der:
“Ey Allah’ın Resulü. Bu adam Müslümanları birbirine kırdırmak istiyor. Fitne ateşi yakmaya çabalıyor. Müsaade ediniz de münafığın hesabını keseyim“ Evet böyle der Hz. Ömer (ra). Ama Allah’ın peygamberi bu teklifi ret eder ve şöyle cevap verir:
“Ömer! Bu doğru olmaz. Çünkü bu adam bizimle beraber hareket ediyor görünüyor. Aramızda yaşıyor. Bu adamın yaptığı fitneyi bilmeyenler uzaktan şöyle derler: Muhammed arkadaşlarını harcıyor. Ben böyle bir şeye müsaade etmem. Sen bekle. Bu adamın ne kadar küçüleceğini göreceksin.”
Hakikaten de olay Peygamberimizin (sav) buyurduğu gibi neticelenir. Şiddet görmeyen İbn-ı Selul kısa sürede halkın gözünde öylesine küçülür ki, bir müddet sonra adı ‘bozguncu, fitneci’ye çıkar. Hem de yolculuk sona ermeden. Yolculuk devam ederken. Kendisine yaklaşan Hz. Ömer’e Peygamberimiz (sav) birkaç önceki hiddetini hatırlatır ve şöyle buyurur:
“Ne dersin Ömer! Eğer o gün sana müsaade etseydim ve sen İbn-i Selul’ü öldürseydin onu kahraman yapardın. Ama bugünkü haline bak. Nasıl da itibarsız ve değersiz hale düştü. Bugün dilediğin her şeyi yapabilirsin ve hiç kimse ona sahiplenmez.”

Yazının Devamını Oku

İnsanın yücelebilme sınırları üzerine

11 Aralık 2009
İSLAM’ın temel kurallarından birisi şudur: ‘İman ve amelde kemal zirveye ulaşmak kişiyi tekellüften -Allah karşısında sorumluluk- kurtarmaz.’

Yani şu demek: İmanınız ne kadar zirveye ulaşırsa ulaşsın, Yüce Allah’a ne kadar yakın olursanız olun hayatınızın sonuna kadar namaz kılmakla, oruç tutmakla, haramlardan uzak kalmakla, Allah’ın emirlerini yerine getirmekle yükümlüsün. Ne kadar yücelirsen yücel sen ‘kul’sun ve Yüce Yaratan da Rab’dır, Malik’tir, Allah’tır.

Çünkü insan yaradılışı gereği zayıftır, sonludur, sorunludur, muhtaçtır ve gücü sınırlıdır. Hz. İsa ölüleri diriltirdi ama aynı Hz. İsa (as) kendini jurnalleyen veya kötülük düşünenlerin ölü yüreklerini diriltememiştir. Hz. Peygamber, Sevr’de mağarada kapıya ağ ören örümcek ve yumurtaya oturan güvercinle müşriklerin şerrinden emin olmuştur ama Uhud’da mübarek yüzüne gelen ve yüzünü yaralayan kılıca müdahale edememiştir. İnsanların en hayırlılarından verdiğimiz bu iki örnek bile insanın beşeriyetinin sınırlarının keskin çizgilerle çizildiğini gösteriyor.

Biz iman edenler bazen amelimize, iyiliklerimize, ibadetlerimize ve iyi ahlakımıza güvenerek ‘la yüs’el’ sorumsuz ve hesaba çekilemez olduğumuzu zannederiz. Şeytan bazen insanlarla böyle oynar. Kötüleri göstererek senin kendini iyilerden saymanı sağlar. Böylece insanı Allah’ın rahmetiyle aldatır.

Bu yazımızda Peygamberliğin son halkası ve insanlığın kemalinin zirvesi olan Hz. Peygamber’in (sav) şahsına, özeline, yetki ve irade sahasına işaret eden bazı ayetlerden örnek vermek istiyorum. Bu örneklerle neyi kastettiğimi de sonunda söyleyeceğim:

Yazının Devamını Oku

Minare korkusundan empati kurmak

4 Aralık 2009
BİLİNDİĞİ gibi İsviçre’de bir referandum yapıldı. Referandumun konusu minareye izin verelim mi, vermeyelim mi? Konu bu. Kime soruyorlar? İsviçre halkına. Sorulan cami inşaatı veya caminin bir parçası. Ne ilgilendirir caminin minaresinin olup olmayacağı konusu İsviçre halkını. Henüz bunun cevabını bulamadım.

Türkiye’de bana herhangi bir kilisenin metrekaresi veya çan kulesi veya havranın bahçesinin genişliği veya kilise ile havranın sembollerinin sorulması ne kadar mantıksız ve ilgisizse; cami ile ilgili teknik bir konuyu bir Hıristiyan’a sormak da bu kadar anlamsız, mantıksız ve de ilgisizdir. Cami yapılmışsa, tabii ki mihrabı, minberi, kıblesi, minaresi olacak. Yüzyıllardır bu böyle. Kimsenin bundan rahatsız olması da düşünülemez.

Tabii ki bütün bunlar; insanca bir bakışla, salim ve sağlıklı bir akılla düşünüldüğünde varılacak sonuçlardır. Ama maalesef İsviçre’de böyle bakılamadı konuya. İnsanlar ideolojik angaryayla minareye karşı olmaya itildiler. Çirkin bir propaganda yürütüldü. Haçın üzerine minare dikildi, burkalı bir kadın resmi de eklendikten sonra radikal bir kisve giydirilen afişler, bütün ülke sathında her tarafa asıldı.

İsviçre halkına “İslam’a girecek misiniz?” sorusu sorulacaksa böyle bir referandumu anlarım. Ama caminin minaresini soracaksanız aklı başındaki herkes “Ne bu?” diye sormaz mı? Konunun temel insan haklarını ihlaline ilişkin yönü var, konunun inançları kutuplaştırmayla ilgili yönü var, konunun başka dinlere ve motiflerine hazımsızlık yönü var, konunun dinsel bağnazlıkla ilgili yönü var, konunun ismi barıştan gelen bir kutsal dini terörle ilişkilendirme yönü var, konunun kendi ülkelerinde yaşayan Müslüman azınlığa kendini temsil hakkını gasp yönü var, kısacası konunun medeni ve ileri olduğunu iddia eden bir ülkeye yakışmayacak yığınla pürüzü var.

Fakat ben konuyu başka bir noktadan da kurcalamak ve sormak istiyorum. Bu konuda tek hatalı taraf İsviçreliler mi? Bizlerin yani dünya Müslümanlarının bu kaygılandıran sonuçta hiç mi suçu yok? Yüzde 57 civarındaki “Hayır” tercihine bizim hiç mi katkımız yok. İslam neden insanları korkutuyor. İslamofobi neden gelişti. Batı insanı İslam konusunda neden bu denli peşin fikirli? Neden bu denli yobaz ve bağnaz? Yoksa biz yanlış örnek mi oluşturuyoruz? Ya da İslam’ın net ve temiz görüntüsünü biz mi flu hale getiriyoruz? İslam’ın doğru anlaşılmasının önündeki engel biz miyiz acaba?

Sorguladığım bütün bu konularda, İslam’ı temsil eden dini müesseseler, organizasyonlar ne yapıyorlar? Kendimizi Müslüman olmayan halklara anlatabilmek için ne yapıyoruz? Dini hassasiyeti olan bütün sivil kuruluşların elbirliği yaparak her birinin kendi penceresinden dine doğru bakışı sağlayacak bir donanımla Batı’ya açılmalarının zamanı gelmedi mi? Yurtdışındaki temsilciliklerimiz daha çok gayret edemezler mi? Barış dini İslam’ı tanıtan broşür, kitapçık, CD, VCD ve farklı iletişim organlarıyla Batı halklarına ulaşamaz mıyız? Sormadan edemiyorum; İslam’ı Afganistan’daki çatışmalardan başka temsil edecek ve bizim organize edebileceğimiz bir görsel argümanımız yok mu? İslam denilince terör çağrışımı yapılıyorsa bunda Batı medyasının görüntü kirliliğinin yanı başında bizde de bunu sağlayan malzeme kirliliği yok mu?

Neden bu soruları sormadık yıllarca. Bu soruları sormak İslam’ı sorgulamak değil bilakis İslam’ı dışarıdan gelecek kirlerden arındırmaktır. İsviçre’deki bu referandum faciası bize bu konuda kendimizle ve tembelliklerimizle hesaplaşma imkânı verecekse bu bile bir nimet olmaz mı? Olaya bir de bu açıdan bakalım, derim.

Şimdi tarihte küçük bir yolculuk yapalım mı? Çok küçük bir yolculuk. Hz. Ömer (ra) 637’de Kudüs’ü fetheder. Hz. Bilal’e (ra) ezan okumasını emreder. Hz. Bilal (ra) Süleyman Mabedi’nin karşısındaki bir yüksek mevkide ezan okur. Kudüs’teki bu ilk ezanı duyan Patrik Sofronius Hz. Ömer’e Diriliş Kilisesi’nin kapısını açar ve ibadetinizi burada yapabilirsiniz, der. Hz. Ömer Hıristiyanların o esnada ayin yaptıklarını görünce şöyle der: “Biz toplu namaz kılarsak bu kişilere engel oluruz. Komutanlarım ve askerler buranın camiye döndüğünü sanırlar. Halbuki size verdiğimiz bir ahitname (güvence) var. Biz namazı dışarıda kılarız. Teşekkür ederiz.” Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde Ortodoks Kilisesi’ne bugün batılıların Müslümanlara veremeyeceği imtiyazlar verir. Ecdat Balkanlar’ı baştan başa geçtiğinde ne kiliselere ne de havralara dokundu. Hz. Peygamberin (sav) ilan ettiği dokunulmazlar listesinin başında kiliseler ve havralar vardı. Liste uzayabilir. Diyebileceğimiz o kadar şey var ki.

Dilerim ki bu ırkçı ve şovenist eğilim ayırım noktalarını körüklemez. Umarım ki karşılıklı güven ve hoşgörüyü, diyalog ve tahammülü zorlamaz. Umarım ki bu talihsiz gelişme ırkçıları daha saldırgan yapmaz. Diğer Avrupa ülkeleri böyle bir delilik rüzgârına kapılmazlar.

Yazının Devamını Oku

Kalabalıkta yalnızlığı yaşamak

27 Kasım 2009
KURAN-ı Kerim’deki iki sure “Mezzemil” ve “Müddesir” 73. ve 74. sureler olarak elimizdeki mushafta yer alırlar. “Müzzemmil” suresinde Hz. Peygamber’in gece yorganına sarılıp uykuya uzandığı hale işaret edilir ve “Ey gecenin karanlığında uyumak için uzanmış Peygamber Müzzemmil- gece ibadeti için silkinip kalk!” Sure böyle başlar.

Bu sure Hz. Peygamberi (sav) gece yarısından sonra namaza davet eder. Gecenin üçte biri veya yarısını nafile ibadetle geçirmek için kalkacaktır. Hz. Peygamber (sav) bundan sonra hayatının sonuna kadar böyle devam edecektir. “Müddesir” suresinde ise ilk vahyin tesiriyle ne yapacağının beklentisi içinde olan Hz. Peygamber’e (sav) tebliğ emri verilir. Ama burada da ilginç bir tabir kullanılır. “Ey Müddesir, yani ey sarılıp bürünen artık kalk ve uyar.”

Bir anlamda Müzzemmil iç âlemdeki silkinmeye; Müddesir ise dış âlemdeki silkinmeye hitap eder. Mekke’de inen bu iki surenin sonunda da imana direneceklere hazırlanan azap haber verilir. Müzzemmil’de gerçek örtüden silkinmeye davet; Müddesir’de ise mecazi örtünmeden silkinmeye çağrı vardır. Birinde gece ibadet için uykuyu feda etmeye çağrı; ötekisinde ise yoldan çıkanları yola koymak için ayağa kalkmaya çağrı dile getiriliyor.

* * *

Meselenin dikkat çeken noktası ise vahyin ilk geldiği andaki durumdur. Hira’da Hz. Peygamber (sav) Cebrail (as) ile tanışır. Bu tanışma son derece sarsıcı ve derin izler bırakıcıdır. Hz. Peygamber (sav) orada kendisine emredilen ilk ayetlerden o kadar etkilenecektir ki titreyerek geldiği evinde hanımı Hz. Hatice’ye (rahm) ilk sözü “zemmilüni” -beni örtün- cümlesi olacaktır. Müzzemmil suresinin ismi bu hitabı hatırlatıyor. Yeter örtünün altında beklediğin artık kalk. Kalk ve geceleri Rabbine yönel.

Yazının Devamını Oku

Medine’de her mevsim bahardır

20 Kasım 2009
BERABER uçuyorduk.

O uçuşta o da benim gibi yolcuydu. Yıllarca kaptan pilotluk yapmıştı. Etkisinden bir türlü kurtulamadığı bir yolculuğunu anlatacaktı. Ama anlatırken bile heyecanlanıyordu. Şöyle diyordu:


İlk defa Medine’ye uçacaktık. Havalandık. Uçuş boyunca imkânsız bir heyecan fırtınası esiyordu içimde. Medine’ye yaklaştık. Alçalmaya başladık. Havada kesif bir kum fırtınası vardı. Sanki ağır bir sis içinde yüzüyorduk. Yanımda genç bir pilot vardı. O da ilk kez Medine’ye uçuyormuş. Biraz sonra kum fırtınasından çıktık. Görüntü çok netti. Sanki demin geride bıraktığımız kum fırtınasından çıkmamışız da bir boyuttan başka bir boyuta geçmişiz. Gözüm, ileride görülen Peygamberimizin (sav) mezarına takıldı. Çok uzaktı belki ama sanki yanımdaydı. İnsanı bir mıknatıs gibi çekiyordu. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Ben ki şunca yıl uçmuşum, ben ki inmediğim havaalanı kalmamış, ben ki dünyada görülmedik yer bırakmamışım. Ama hiçbir yerde böyle olmamıştım. Sanki gözüm değil de gönlüm oraya takılmıştı. Bir an yanımdaki genç arkadaşıma baktım, gözlerinden inen yaşlar yanağına dökülmüş. İçin için ağladığını anladım.


Çok mu etkilendin, baksana yanaklarından ıslanmış? dedim. Bana döndü: Kaptan senin de yanakların ıslanmış baksana, dedi. Farkında değildim. Meğer ben de ağlamışım.

 

* * *


Yazının Devamını Oku

Allah’ın varlığını tartışmak mı?

13 Kasım 2009
ALLAH’ın varlığı tartışılabilir mi? Tartışmak isteyen için her şey tartışılabilir. Eğer problem muhalefetse, muhalefetin dozu ve mantığı olmaz. Herhangi bir şeye “yok” demeye programlanmış bir insan için yok’u var’a çevirmek zordur. İstemiyorsa şayet imkânsızdır.

Karşınızda biri var ve şöyle diyor: Fatih Sultan Mehmet diye biri yaşamamıştır, yoktur böyle biri. Siz bin dereden su getiriyorsunuz. İstanbul’un fethinden, surlardan, Fatih hakkında konuşulanlardan, yazılardan, kanunnamelerden, hatta Fatih’in yabancı ressamca yapılmış portresinden bahsediyorsunuz ama nafile. O, ben onu görmedim. Ben görmediğime inanmam diye tutturuyor. Siz bu sefer tevatür kavramından, Fatih’in döneminde onu görmüş yüz binlerin görmeyenlere anlattığından ve bu sürecin asırlardır dilden dile aktarıldığından bahsediyorsunuz. Ama yine de nafile. O bir defa “yok” demeye endekslemiş kendini. Biraz ileriye gittiğinde Napolyon da, Deckartes da, Kant da, İbn-i Sina da, Hz. İbrahim de (as) yaşamamıştır aslında diyor. Ona göre bugün gördüklerinin dışında hiçbir şey doğru değil. Tarih diye bir şey de yok. Hepsi uydurma. Ya şu Mısır’daki piramitler, ya Eyfel Kulesi, ya Sultanahmet Camii. Bunlar da mı doğru değil. Ona göre onlar da kendi kendine oluşmuş veya tabiat yaratmış veya ilk canlılar gibi tesadüfen oluşmuş işte.

İnkârın ve inkârcılığın insafı ve makul bir çizgisi yoktur. Bundan ötürü; “Ben Yüce Allah’ın varlığını yüz delille ispat edeceğim” diyen birine felsefeyi en üst düzeyde kullanmış istidlal mantığının bir dehası olan İmam Gazali:

“Demek ki sen yüz defa şüphe ediyorsun. Allah’ın varlığının en büyük delili ortadadır. Kâinattır, evrendir. Her bir zerresi O’nun varlığına işarettir. Sen hangi delilin peşindesin” diyerek mantığa-akla mahkûm olma ile iman etme arasındaki farka işaret eder. Bunun için Kuran; Allah’a, ahrete, cennet ve cehenneme tanıklık değil yakınlık ve imanı ister. Aynel, ilmel, hakkal yakin farklı şeylerdir zira.

Kuran-ı Kerim, Hz. İbrahim’in kavmini hidayete çağırırken geçirdiği evreden bahseder. Putlara tapan, güce secde eden ilkel bir kavmi düz mantıkla imana çağıran bir süreci işletir Hz. İbrahim. Önce gökteki yıldızlara işaret eder; “Bu benim Rabbimdir” diyerek. Sonra Ay çıkınca “Bu daha belirgin, işte benim Rabbimdir” der. Daha sonra sabaha erişince ve Güneş, yıldızları ve Ay’ı bastırınca “İşte bu benim Rabbimdir. Ben batanları sevmem” der (En’am 74-82). Aslında bu Hz. İbrahim’in hidayeti yakalama yolculuğu değildir. Hz. İbrahim (as) salt mantığıyla ilahını yakalamaya çalışan, aklının ermediğine iman etmeyen bir insanın acziyetinin profiline işaret eder. Tıpkı, tapındıkları puthanedeki küçük putları kırıp, baltayı en büyük putun boynuna astığı gün gibi. “Şu genç -İbrahim- yapmıştır” diye kendisine doğru hışımla yürüyenlere:

“Bana niye soruyorsunuz. Şu en büyük olanına sorsanız ya, belki o parçalamıştır onları” cevabını verir. Birbirlerine bakınırlar; “Ama onun gücü ötekilerini kırmaya yetmez ki. Onun diğer putlardan ne farkı var ki!..” Aklı erenleri böyle söylenmeye başlarlar. Fıtrat nefsi aşıp devreye girer bir an.

Hz. İbrahim (as) çağdaş insanın beyin anaforuna hitap eder burada. “Ben batanları sevmem” derken ve yıldızlar ile Ay’ı ilahlık makamından yere indirip akılları güneşe odaklarken onun da biraz sonra batacağına işaret etmiyor muydu? Tıpkı küçük putları kırmaktan aciz, kendisini töhmette bulundurandan hesap sorabilmekten, hatta boynuna takılan baltayı indirmekten aciz ama buna rağmen tapılan puthanedeki en büyük put gibi.

Aslında çağdaş insan Tanrı’yı -veya Allah’ı- tartışmıyor. Allah’ın ilahi kitaplarda önlerine koyduğu köşe taşlarını yıkmaya çabalıyor. Allah’tan kaçıyor. Zira sorumluluk veya hakikatle ve ötesindeki sorumlulukla yüzleşmek ağır geliyor. O diyor ki beni yarattın ama işime de karışıyorsun. Beni yarat ve köşende otur, ne bir şey iste ne de isteklerimi reddet. Çağdaş insan böyle bir Rabb istiyor. O, dün tahtadan, helvadan yonttuğu gibi, yapay, GDO karıştırılmış yani genleriyle oynanmış hormonlu bir ilah peşinde. Onun istediği ilah zinasına, para kazanma ve harcama yoluna, nasıl yaşayacağına velhasıl kendisini taciz edecek hiçbir şeye karışmasın. Tıpkı eski Yunan ilahları gibi magazinsel bir tanrı (haşa) peşinde.

Çağdaş Batılının bir kısmının -daha doğrusu ateist olanlarının- problemi budur. Varlık veya yokluk değil. Sınırların çizilmesidir. Çağdaş başkaldırı ile Allah’ın tanımlamalarından, emir ve yasaklarından firar ederek kendilerince Tanrı’ya bir kostüm biçiyorlar.

Yazının Devamını Oku