Paylaş
Vefatından kısa bir süre önce böyle diyordu Hz. Mevlânâ. Bütün evrene ‘aşk’ gözüyle bakabilen bir insan ancak Allah’a vuslata erince aşk sözcükleri terennüm edebilir. Büyüklerin ölüme hazırlanışı da özgül ağırlıklarınca büyük olurmuş. “Artık yetişir. Bir şeylerden bahsetme. Çünkü ben kendimde değilim!” Doğruydu. Hayatın son, ölümün ise ilk basamağında olan kendinde olmaz ki. Kendinde olsa, o olamaz ki!
Aslında bütün çevresi onun yıllardır manevi bir sarhoşluk halinde olduğunun farkındaydı. İslam kültürünün doğru bilincinin verdiği ölüm sonrası güven hali bütün varlığını çepeçevre kuşatmıştı. Gittiği yerin farkındaydı. Nasıl karşılanacağını tahmin edebiliyordu. Rabbiyle iyiydi. Çünkü O’na hiç ihanet etmemişti. İşte şu anda duyduğu bütün acılar dünyanın kendisine vurabileceği son darbelerdi. Daha ötesinde ne vardı ki! Daha ona kim ne yapabilirdi ki! Bu sükûtu ve sükûnu unutmuş yürek, kapısını aralayan oğluna sesleniyordu:
“Git. Başını yastığına koy. Beni yalnız bırak. Geceleri dolaşıp duran yanmış yakılmış bu hastadan vazgeç. Biz geceleri yapayalnız, sabahlara kadar sevda dalgaları arasında çırpınıp dururuz. Biz gam köşesinde gözyaşları dökerek inlemekteyiz.”
* * *
Bugün 2010 yılının ilk günü. Bu yılın ilk gününe Kuran’dan ve Hz. Peygamberden (sav) sevgi ve aşk derleyen Hz. Mevlânâ’nın çağrısıyla girmek istedim. Bu iki duyguya ne kadar muhtacız bugün. Dünyanın tümüne sevgi ve aşk duyguları hâkim olsun dilerim bu yeni yılda. Kinin, nefretin, egoizmin, bedbinliğin, bencilliğin, şehvetperestliğin ve bilumum manevi kirlerin tümünün üstesinden gelebilecek tek iksir bu olsa gerek. Mevlânâ bu iksiri bulmuştu.
Bazımız Hz. Peygamber’e (sav) bakarken yetim ve öksüz olan Abdullah’ın oğlunu gördük. Bazımız Uhud’da dişi kırılan yaralı Resul’ü gördük. Bazımız torunlarını sırtına yüklemiş bir sevecen dedeyi gördük. Bazımız sadece görmek istediğimizi gördük. Bazımız bunların sadece bir kısmını gördük. Bazımız ise hiçbir şey göremedik.
Mevlânâ çoğumuzun göremediğini gördü ve gördüğü anda da haykırmaya başladı:
“Hz. Peygamber’in yolundan gitmek için aşk gerekir.” (Divan, c. 4, s. 278) “O’nu anlamak için cehaleti, düşmanlığı, kibri terk etmek gerekir.” (Mesnevi, c.1, s. 315)
Biri dedi ki: Niçin minarede yalnız Tanrı’ya sena etmeyip, Hz. Muhammed’i (sav) de anıyorlar? Cevaben şöyle dendi: “Muhammed’in övülmesi, Tanrı’nın senası (övgüsü) değil miydi sanki.” (Fih-i Mâfih, s. 346)
Hz. Mevlânâ burada da durmuyordu. Bir derdi olan deva bulmadan durur mu? Onun hasta ruhunun devası, bütün manevi hastaların devası olan aşk ve sevgi Peygamberiydi. Bunun farkındaydı. Onun için Hz. Peygamberin (sav) sözünü naklediyordu: “Ben zamane tufanında gemi gibiyim. Ben ve ashabım, Nuh’un gemisine benzeriz.” Kim bu gemiye el atar, kim bu gemiye binerse kurtulur.(Mesnevi, c. 4, s. 44) Hz. Peygamber (sav) dünyada bütün insanların sarayına konuk oldukları bir ev sahibi, bir sultandır. (Mesnevi, c. 5, s. 10)
* * *
Mevlânâ Peygamber soluğunun hedeflediği kâmil imanın farkındaydı. Ona göre her müminin bir defteri vardır. Bu defte kar gibi bembeyaz ve tertemiz olan gönüldür. Doğru diyordu. Bembeyaz deftere bembeyaz kalemle yazmak lazımdı. Kimsenin okuyamayacağı şeyler yazmak lazımdı. Bir defter bilsindi bir de kalem neler yazıldığını. Başkası okuyamamalıydı.
Yola çıkan bir hak yolcusunun arkasından avazı çıktığınca sesleniyordu Mevlânâ: “İnsan çok latif bir kalbe sahiptir. İnsansan bir an olsun ara onu...” Sonra sesini duyuramadığını anlamış olacak ki daha da yükseltiyordu sesini: “Ey yürüyüp giden dost. Aradığını kendi içinde ara.”
* * *
Mevlânâ İslam’ın bir gönül tutsağıydı. Köleliğe şiddetle karşıydı ama o aşk kölesi olmaya hazırdı. “Canım bedenimde oldukça Kuran’ın kölesiyim. Seçilmiş kul Hz. Muhammed’in (sav) yolunun toprağıyım. Kim bu söz dışında bir söz naklederse benden, ondan da o sözden de şikâyetçi olurum.”
Halden anlamayanlardan şikâyetçiydi. Sevmeyi beceremeyenlerden şikâyetçiydi. Karamsarlıktan, ikilikten, vefasızlıktan, dost bulamamaktan, anlaşılamamaktan, sesini duyuramamaktan, ‘ben’den kurtulamamaktan şikâyetçiydi.
Dilerim ki 2010 yılı bu anlamdaki çemberi kırabilmek için bizlere bir fırsat verir.
SORALIM ÖĞRENELİM
* Ölüm anındaki tövbe kabul edilir mi?
Şule TANIR / MUŞ
Bir hadiste Peygamberimiz (sav) şöyle buyurur: “Kişinin canı boğazına gelmedikçe (yani koma haline gelmedikçe) yaptığı tövbe kabul edilir!” Buradaki koma hali dünya perdesinin kapandığı, ahiret (berzah) perdesinin açıldığı o son andır. İşte bütün hayatı boyunca tövbe etmemiş bir insanın böyle bir andaki tövbesi kabul görmez. Ama hayatı boyunca temiz yaşamış bir insanın son anda tövbe etmemesi kötü bir anlam taşımaz.
* Kayınvalidem bana verdiği hediyeleri geri istedi. Bunu vermek zorunda mıyım?
Arzu DEMİR / İZMİR
Kayınvalide, kayınpeder, amca, dayı gibi bize birinci dereceden yakın olanların verdikleri hediyeleri geri istemeleri mekruh olmakla beraber geçerli olur. Ama mehir olarak tespit edilmiş hediyeleri geri isteyemezler. Normal şartlardaki hediyeleri geri istemek hoş bir şey olmadığı için mekruh sayılmıştır. Biz bu durumda arzu ederseniz hediyeleri vermeyebilirsiniz. Ancak ısrar ederlerse hediyeleri geri vermeniz gerekir.
* Gördüğüm rüyanın gereğini yapmak zorunda mıyım?
Ali IŞIKLI / MANİSA
Rüyaların bir kısmı mesaj taşıyabilir. Ama rüyada gördüklerinizi uygulamak zorunda değilsiniz. Zira rüyalar bağlayıcı değildir.
* Mezar sıkıştırması diye bir şey var mı?
Ceren BAĞLI / TEKİRDAĞ
Peygamberimiz (SAV) mezara giren herkesin mezar tarafından sıkıştırılacağını haber veriyor. Mezarın mümini sıkıştırması bir annenin çocuğunu kucaklaması gibidir. İmansız bir insanı sıkıştırması ise başka türlü olacaktır. Hz. Peygamber (sav) hiç kimsenin bu durumdan istisna tutulamayacağını bildiriyor. Ama önemli olan mezara ve ahirete hazırlıklı olmaktır.
Paylaş