Hz. Peygamber, vefatı yaklaştıkça gideceği âleme ait manzaraları daha çok görmeye başladı. Yüce Allah peygamberine gideceği ahiret âleminin perdelerini birbiri ardınca aralıyordu. O da gördüklerini etrafındaki sahabesine anlatıyor, cennete teşvik ederken cehennemden de sakındırıyordu. Cennet ve cehennemi anlatırken sanki gözleriyle görüyordu. Sanki dokunuyordu. Gördüğü manzara tertemiz yüzünde aynanın aksi gibi belirginleşiyor, bazen tebessüm ederken, bazen endişeli bir hale bürünüyordu. Sonra ağır ağır şöyle anlatıyordu:
“Yüce Allah cennet ehline şöyle seslenecek: ‘Ey cennet ehli!’ Onlar da büyük bir edeple şöyle seslenecek: ‘Emret Ey Yüce Rabbimiz!’
Allah (cc) soracak: Halinizden memnun musunuz?
Cennet ehli: Nasıl memnun olmayız ki! Sen bize kimseye vermediğin bir makam verdin. Nasıl razı olmayız ki...
Anlatılmadık, uyarılmadık bir şey bırakmak istemez. İman edenlerine büyük bir hazine bırakacaktır. Diğer din mensuplarının elinde olmayan bu büyük miras “hadisler” olarak inanç ve ibadet hayatımıza yansıyacaktır. Bir an için biz de kendimizi O’nun Medine’sinde, tertemiz mescidinde oturmuş dinliyor gibi sayalım. Bakalım bu tertemiz ve nezih dudaklardan neler dökülüyor.
Şöyle buyuruyordu: “Ben sizin öncünüzüm. Ahirete sizden önce gideceğim. Mahşerde size şahitlik yapacağım. Vallahi şu an mahşerdeki (Kevser) havuzuma bakar gibiyim. Allah’a yemin olsun ki benden sonra sizin yeniden şirke bulaşmanızdan korkmuyorum. Sizin dünyalık uğruna birbirinizle boğuşmanızdan korkuyorum. Dünyanın fitnesine bulaşmanızdan korkuyorum.”
* * *
Biraz sonra dışarıdan bir adam geçti. Adam görkemli bir görünüşe sahipti. Hz. Peygamber (sav) elleriyle adamı gösterip sordu: “Bu adam hakkında ne dersiniz?” Şöyle dediler: “Bu öyle bir adamdır ki, kız istemek için bir kapıya giderse geri çevrilmez. Bir konuda aracı olursa aracılığı itibar görür. Söz söylerse kulak kesilir.” Bu cevabı duyan Hz. Peygamber (sav) sustu. Cevap vermedi. Biraz sonra maddi durumu iyi olmayan, yoksullardan sayılan bir adam geçti. Hz. Peygamber (sav) onu kastederek sordular: “Peki, bu adam hakkında ne dersiniz?” Cemaat şöyle cevap verdi: “Bu adam kız istemek için bir kapıya gittiğinde reddedilir. Aracı olmak isterse itibar görmez. Güzel de olsa bir söz söylediğinde dinlenmez.” Bu cevabı dinleyen Hz. Peygamber (sav) görünüşün değil, iç âleminin, ruh dünyasının önemli olduğunu anlatma sadedinde şöyle cevap buyurdu: “Şu son adam (görünüşteki yoksul adam) dünyalar dolusu (gösterişli) öteki adamdan daha hayırlıdır.”
Ama bu kavga ile karışık mücadele esnasında unuttuğumuz manevi ilkelerimiz vardır. Kavgalarımız ilkesiz oluyor bu nedenle de. Edep yerleri örtünmemiş kelimelerle saldırıyoruz birbirimize. Bazen dağların başına kaçmış, kovalanmış ar, iffet ve izzet gibi güzellikleri şehirlere indiremiyoruz.
Gelin bugün her biri İslam’ın temiz kaynaklarından derlenmiş bazı ilkeleri hatırlayalım. Yapacaksak bile kavgalarımızı, bu ilkelerin süzgecinden geçirelim. O zaman daha insaflı, daha anlaşılır oluruz belki de.
1- Sıddıkların -sözü ve özü düzgün olanların- derecelerine geçmek istersen, senden ilgiyi kesene bağlan. Senden esirgeyene ver. Sana zulmedeni ise bağışla.
2- İnsanların eziyetlerine katlanmak, kötüleyene karşı iyilikle karşılık vermek Müslüman ahlakıdır.
3- Hiç şüphe yok ki, Allah güler yüzlü kimseyi sever. Allah yumuşak huylu olanı sever.
4- Müjdeleyin, tiksindirmeyin. Kolaylık gösterin, zorlaştırmayın.
5- Din kolaylıktır. Dinle yarışana, dinde üstünlük yarışına çıkana din mutlak surette galip gelir. Dinin müsamahasından yararlan. Allah sana bir yol açmışsa sakın o yolu kapatma.
Müşrikti. Hitabet gücünü, bütün unsurlarıyla İslam ve Hz. Peygamber’in (sav) aleyhine kullanıyor, önemli bir şöhrete ulaşıyordu. Mekkelilerin övünç duyduğu kişilerden biriydi Süheyl. Ama garip tecellidir ki hicretin 2. yılında yapılan Bedir Savaşı’nın sonunda Süheyl de Müslümanlara esir düşer. Süheyl’in esirler arasında olduğunu gören Hz. Ömer (ra) Peygamberimize (sav) yaklaşır. Zaten ‘Süheyl bin Amr’a’ diş bileyen Hz. Ömer (ra) şöyle bir teklifte bulunur: “Ey Allah’ın Resulü. Müsaade ediniz şu adamın dişlerini sökeyim. Bir daha sizin aleyhinizde bulunmasın.” Hz. Ömer (ra) bu teklifinde ısrarlıydı. Zira Süheyl’in Mekke’deki konuşmaları Müslümanları hayli rahatsız etmişti. Süheyl sadece İslam aleyhinde konuşmamış, Peygamberimize de çirkin ifadelerle saldırıda bulunmuştu. Ama bütün bunlara rağmen Peygamberimiz (sav), Hz. Ömer’in (ra) teklifini şiddetle reddetti. “Hayır Ömer. Asla böyle bir şey olmayacaktır” buyurdu. Sonra şöyle devam buyurdu: “Ben sana müsaade edip, senin dediğini yaparsam Peygamber olmama rağmen Yüce Allah bana çetin bir azapla azap eder”. Bu sözler üzerine Hz. Ömer (ra) geri çekildi. Geri çekildi ama Süheyl’e karşı olan hıncı dinmemişti. Bunu iyi anlayan Hz. Peygamber (sav) Hz. Ömer’e dönerek şöyle buyurdu: “Ömer! Sabret. Bir gün Süheyl seni çok sevindirecek iyi bir iş yapacak.”
Süheyl sonradan serbest kalır ve Mekke’ye döner. Bundan 4 yıl sonra, hicri 6. yılda Müslümanlar Peygamberimizin önderliğinde umre yapmak niyetiyle Mekke’ye girmek için yola çıkarlar. Sayıları bazı rivayetlere göre 1500 kişiydi. Mekke’ye yakın olan Hudeybiye bölgesinde durduruldular. Mekkeliler Peygamberimize (sav) umre için müsaade etmeyeceklerini haber verince görüşmeler yapmak üzere Hz. Osman (ra) Mekke’ye gönderildi. Hz. Osman (ra) Mekke’de göz hapsinde tutuldu. Ama Hudeybiye bölgesine Hz. Osman’ın (ra) öldürüldüğü haberi geldi. Hudeybiye bölgesinde sulh için bekleyen ve Mekke’ye sadece ibadet için girmek isteyen silahsız sahabe, bu haberi duyunca Hz. Peygamber’in (sav) etrafında toplandılar. Orada bulunan ağacın altında Hz. Peygamber’le (sav) beyat ahitleştiler. Sonuna kadar direnecekler veya toptan öleceklerdi. ‘Rıdvan Beyatı’ olarak anılacak bu olay İslam tarihinin en duygulandırıcı olaylarından biriydi. Mekkeliler bir Hz. Osman için 1500 kişinin ölümü göze aldığını görünce Hz. Osman’ı (ra) geri verdiler. Anlaşma yapmak üzere de Süheyl’i gönderdiler.
Süheyl, Hudeybiye’de kamp kurmuş olan Peygamberimizle (sav) anlaşma yapmak üzere gelir. Ama bu gelişinde saygısızlık, yukarıdan bakış, küçümseme duyguları hâkimdir. Zira Süheyl avantajlı tarafı temsil etmektedir. O Bedir gününü unutmuş gibidir. Anlaşma yapmak üzere otururlar ve Müslümanların aleyhineymiş gibi görünen çok ağır bir anlaşmaya varılır. ‘Hudeybiye Anlaşması’ diye anılacak anlaşmada görünüşte müşrikler Müslümanlara psikolojik, politik, moral ve stratejik üstünlük sağlamaktalar. Görüntü böyledir. Ama ilerleyen zaman, şartları Müslümanların lehine çevirir. Hudeybiye dönüşünde inen Fetih Suresi’nin ayetleri bu durumu müjdeler. Mekkeliler adına anlaşma yapmak üzere gelen Süheyl müzakereler sırasında yanlış şeyler yapar. Mesela ellerini Peygamberimizin sakalına uzatarak, okşayarak, şaka yollu da olsa üstünlüğünü pekiştirmek ister. Hz. Ömer (ra) o esnada o kadar hiddetlenir ki, ellerini hemen kılıcına atar ve: “Parmaklarını indir, yoksa ben kökünden indiririm” der. Hz. Peygamber (sav) ortamı yumuşatır. “Kılıcını yerine koy Ömer!” buyurur.
Sıra yazılan metni imzalamaya gelince Peygamberimiz (sav) imza atacağı, mühür basacağı yere ‘Allah’ın Resulü Muhammed’ sıfatının yazılmasını emreder. Ama Süheyl bunu reddeder ve şımarık bir edayla “Senin Peygamber olduğuna inansaydım seninle savaşmazdım. Oraya şöyle yaz der: Abdullah’ın oğlu Muhammed” der. Hz. Peygamber (sav) Hz. Ali’ye (ra) dönerek: “Onun itiraz ettiği bölümü silin, istediği ibareyi yazın” buyurur. Ama Hz. Ali (ra) ve diğer ashab buna yanaşmaz. “Vallahi” derler, “senin peygamber olduğunu yazan o satırı silmeyiz.” Bunu duyan Peygamber (sav) kendi elleriyle o ibareyi siler, Süheyl’in istediği cümleyi yazdırır. Her şeye rağmen Süheyl Mekke’den gelecekler içinde en makul olanıydı. En insaflı ve toleranslı olanıydı.
Gün gelir Mekke fethedilir. Bütün Mekkeliler için genel af çıkar. Süheyl de affedilenlerdendir. Süheyl sonra iyi bir Müslüman olur. Hitabet gücünü ve diplomatik becerisini ‘süzgeçten geçmiş bir edep dahilinde’ İslam’ın hizmetinde kullanır.
Nihayet Miladi 632 yılında Hz. Peygamber (sav) vefat eder. Resulullah’ın vefatı duyulunca zayıf iradeli bazı insanlar Peygamber ölmemeli diyerek isyan ederler. Meşhur riddet -dinden dönme- olayları yer yer baş gösterir. Mekke’de de bazı kişiler dinden dönerler. Dinden dönenlerin oluşturduğu bulanık hava saf insanları da etkiler. Mekke’de bir kaos ortamı oluşur. İşte tam bu ortamda Mekke’de ikamet eden Süheyl (ra) piyasaya çıkar. Mekkelileri toplar ve muhteşem bir konuşma yapar. Hitabetin bütün unsurlarıyla, diplomatik zekâsını bir araya getirir ve Mekke’de estirilmeye çalışılan dinden dönüş felaketinin önüne geçer. Cümleleri arasında şu ifadeler dikkati çeker: “Muhammed (sav) vefat ettiyse Allah hayy ve bakidir. Allah’ın emirleri Kuran aramızdadır. Size ne oluyor ey Mekkeliler! İslam’a en son siz girdiniz. İslam’dan ilk çıkacak da siz olmayın...” Konuşma etkisini gösterir ve Mekke’de sükûnet sağlanır.
İlginç olanı ise Medine’de benzeri bir konuşmayı Hz. Ebu Bekir’in (ra) yapmış olmasıdır. Ortalık yatışır. Her şey ve herkes yerli yerine oturur.
Süheyl’
Müslümanların sayısı 300 civarındaydı. Müşriklerin sayısı ise binden fazlaydı. Savaşa ramak kala Hz. Peygamber (sav), Hz. Ömer’i (ra) müşriklere elçi olarak gönderip “Bu işten vazgeçin, Mekke’ye dönün” dese de putperest Mekkeliler bu barış elini geri çevirdiler. Onların hedefi Medine’yi ele geçirip Peygamberimizi (sav) öldürmekti.
Bire üç kişiyle mücadele edilecek zor bir savaş. Bu savaşta bir kişi bile son derece önemli. Tam bu ortamda şöyle bir olay gerçekleşir:
Huzeyfe ile babası Huseyl Bedir’e Peygamberimize katılmak için giderken müşriklerce yakalanırlar. Müşrikler Peygamberimize destek anlamına gelecek bütün yolları tıkamak istiyorlar. Huzeyfe ve babasına: “Sizler Muhammed’e destek için gidiyorsunuz. Muhammed’in yanında yer almak için gideceksiniz” derler. Esas amaçları da bu olan Huzeyfeler ise bu niyetlerini gizlemek zorunda kalırlar ve şöyle derler:
“Bizim Medine’ye gitmekten başka niyetimiz yoktur.” Müşrikler onlardan söz vermelerini isterler. Onlar da şöyle söz verirler: “Biz Medine’ye gideceğiz. Hz. Muhammed’e (sav) ve ordusuna katılmayacak ve destek vermeyeceğiz. Onun yanında müşriklere karşı savaşmayacağız.” Bu konuda söz alan müşrikler Huzeyfe ve babasına gitmeleri için müsaade ederler. Mekke Müşriklerinin çemberini geçen Huzeyfeler doğrudan doğruya Hz. Peygamber’in yanına gelirler. Durumu anlatırlar. Hz. Peygamber’e yanında bulunmak ve destek vermek için müsaade isterler. Huzeyfe ve babasının desteği tabii ki son derece önemlidir. Neticede sayısal desteğin çok önemli olduğu bir savaş öncesidir. Bu noktada bir kişi bile çok önemlidir. Ama Hz. Peygamber (sav) Huzeyfe ile babasının bu talebini anında geri çevirir. Çünkü Huzeyfe ile babası -tarihçi Zehebi’nin de beyanına göre- müşriklerin lideri olan Ebu Cehil’e “Müslümanların yanında savaşa katılmayacağız” sözünü vermişlerdir. (Zehebi, Siyeru a’lam, II, 260)
Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurur: “Siz Mekke putperestlerine bir söz vermişsiniz. Onlara karşı bize destek vermeyeceğinizi söylemişsiniz. Sözünüzde durmanız lazımdır. Medine’ye dönünüz, bizler ise sizin desteğiniz yerine Rabbimizden yardım dileriz. Mekkeli müşrikler bizimle savaşmaya gelmiş olsalar bile onlara karşı yapılacak böyle bir ihanete müsaade edemem.” Bu sözler üzerine Hz. Huzeyfe ve babası savaşa katılamadan Medine’ye dönmek zorunda kalırlar. Peygamberimiz bu lojistik desteği geri çevirir. Ama bununla nasıl bir hassas çizgiye sahip olduğunu, ahlaki ilkelerinin nasıl net ve berrak olduğunu ortaya koymuş oluyor. Sonuç almak için her yolu meşru sayan bir fırsatçılığın İslam ahlakıyla bir arada bulunamayacağını çağlar ötesine taşımış oluyor. Düşmanına bile söz vermişseniz o sözünüzde duracaksınız. Düşmanıma yapılacak ihaneti kabul edemem. Müslüman sözünde durmak zorundadır. Müslüman yalan söyleyemez. Verilen ahit kime verilirse verilsin yerine getirilmelidir. İşte Hz. Peygamber’in (sav) muhteşem ahlakından yansıyan eşsiz bir tavır.
Tevazu sadece görünüşte olmamalıdır. İbadetinize, niyetinize, hareketlerinize, bakışınıza, ticaretinize, namazınıza, ilişkilerinize, ailenizle irtibatınıza, çarşıyla ilginize yansımadıktan sonra bir anlam taşımaz. Görünüşte mütevazı olur da saydığım noktalarda bunu yaşayamazsanız bunun adı münafıklık olur. Böyle bir halden de sakınmak lazım.
Hz. Peygamber (s.a.v.) iletiyor. Şöyle buyuruyor. “Ben miraç gecesi göğün üst tabakalarındayken yüce Allah bana iki seçenek sundu. Bunlardan birincisi peygamberliğin yanında güçlü bir iktidar ve saltanat; ikincisi ise mütevazı bir kul peygamber olmaktı. Ben bunlardan birini seçecektim. O esnada Cebrail’e (a.s.) baktım. O sürekli kanadını yere vurarak tevazuyu tercih etmemi istiyordu. Ben kul peygamberliği tercih ettim.”
İslam tarihi tevazuyu rehber edinmiş büyüklerin tavırlarıyla doludur. Bunları doğru okuyamazsak bize emanet edilen mevki, makam, şan, şöhret, sermayeyi, gücü büyüklenme ve başkaları üzerinde tahakküm aracı olarak kullanabiliriz. Ama bilmeliyiz ki bütün bu saydıklarım sadece bir dönemin geçer akçesidir. Bugün güçlüyseniz yarın bütün bunları yitirebilirsiniz. Daha doğrusu sizin bütün güç kudret ve kuvvetiniz yüce Rab’bin yanında bir sivrisineğin kanadı kadar zayıf ve değersizdir.
Hz. Ömer (r.a.) vurulduğu gün, babasının mescitte vurulduğunu duyan Hz. Hafsa ağlayarak şöyle seslenir:
Peki, bu çocuğa neden işkence yapılmış? Kimler bu işkenceyi yapmış? İddiaya göre yaşıtları olan çocuklar işkenceyi yapmış. Mendil satan çocuklar. Bir çetenin(!) üyeleri. Çocuk çeteler. Bu olay her gün, ülkemizin her tarafında sık sık görülen ve “vakayı adiye, normal olay” diye nitelendirilmeye başlanan binlerce olaydan sadece birisidir. Bu olayı çözseniz, olayın esas faillerini bulsanız bile problemi çözemeyeceksiniz. Faillerini bulmakla problemin üstesinden gelmiş olamayız. Bu olayın altında yatan esas sıkıntıyı, esas problemi halletmemiz gerekmez mi?
Öyleyse problemlerimizi konuşmalıyız. Nedir problemimiz. Beş yaşındaki bir çocuğa neden işkence yapılır? Eğer bu çocuğa on, on beş yaşındaki çocuklar bizim bölgemizde mendil satma -ki benzeri olaylar hayli fazladır- gerekçesiyle işkence yapmışlarsa esas sıkıntı o zaman başlamış demektir. Zira ektiğimizi biçmeye başlamışız demektir. Kazanma hırsımız, zengin olma tutkumuz, köşeyi dönme çabamız, din vicdan, kanun ve akıl almaz tezgâhlarımız çirkin ürün vermeye başladı demektir. Bizim bu azgınlıklarımız çocuklarımıza işte böyle yansımaya başlıyor. Mahalle aralarında görülen çeteler, pompalı tüfeklerle hesaplaşmaya çalışan genç eşkıyalar bütün bunları para hırsıyla yapıyor değiller mi? Yani çocuklarımız bizlere benzemeye başlıyor. Biz haram yedikçe ve haram yedirdikçe onlara berbat bir dünya sunmaya başlıyoruz. Çocuklarımız, hırslarıyla, kavgalarıyla, hazımsızlıklarıyla, bizlere benzemeye başlıyorlar. Esas felaket budur işte.
Sadece İstanbul’da madde bağımlısı olduğu söylenen çocuğumuzun sayısı yirmi binin altında değil. Bütün bunları görmek zorundayız. Kendimizi düzeltmek zorundayız. Kendimizi hesaba çekmek, ahlaki zafiyetlerimizi tedavi etmek zorundayız. Manevi hastalıklarımız var. Onları gidermek zorundayız. Kalbimizi temizlemek zorundayız.
Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Haberiniz olsun. İnsanın vücudunda bir lokmacık et parçası vardır. O et parçası iyi olduğunda bütün vücut iyi olur. O et parçası bozulduğu zaman bütün vücut bozulur. Bilmiş olunuz ki o et parçası kalptir. (İbni Maceh, hadis No: 3984)
Kalbin şifası yüce Allah’ı (C.C) anmaktır. Yüce Allah’ın (C.C) geniş rahmetine sığınmaktır.
Boş konuşuyoruz. Dilimiz hasta. İfademiz hasta. Sözlerimiz hasta. Dedikodu günlük kalorimiz oldu sanki. Onsuz yapamıyoruz. Düşünmeden konuşuyoruz. İfade acizliği içindeyiz. Konuşurken yaralıyoruz. Gerçeğin peşinde değiliz, menfaatimizin ardındayız. Sevdiğimiz haksız da olsa, zalim de olsa, ondan yana oluyoruz. Günlük konuşmalarımızın içinde faydalı olan cümlelerin oran yüzde beş bile değildir. Bu hastalığımızın tedavisi de yine Hz. Peygamberin (s.a.v.) uyarılarındadır. O (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Adem oğlunun -insanın- iyiliği emretmek, fenalığı men etmek ve Allah’ı anmak dışında kalan bütün konuştuğu sözler onun aleyhindir. Lehinde değildir.” (İbni Mace 3974)
Televizyonlara çıkan bazı insanları izleyiniz. Konuşmalarını etüt ediniz. İfadelerinin, sözlerinin kaçta kaçı faydalıdır. Kalıcı ve yararlı söz söyleyen insanların sayısı maalesef haylice azdır. Çoğu kez ortamı ve ortalığı gerginleştirmekten başka iş yapamıyoruz. Sözlerin tahrip gücünün silahlardan daha beter olduğunun farkında değiliz sanki.
Şöyle buyuruyor Peygamberimiz (s.a.v.): “Fitnelerden, karışıklıklardan uzak durunuz. Şüphesiz fitnelerde dil etki itibariyle kılıç darbesi gibidir.” (İbni Maceh Hd. No: 3968)
Dikkat edilirse din -ilmihal- kitapları temizlik bölümüyle başlar. Biz buna taharet demişiz. Çünkü İslam’da birçok ibadete başlamak için önkoşul bedeni ve elbiseyi temizlemektir. Siz abdest almadan, elbisenizi temizlemeden namaz kılamazsınız. Kâbe’yi tavaf edemezsiniz. Bu dış dünyanın temizliği için önkoşuldur. İç âlemin temizliği içinde, önkoşul, niyettir. Yani sırf Allah rızası için ve sadece O’ndan rıza almak amacıyla içten yönelmektir. Niyetin yeri ise kalptir. Dil onun tercümanıdır. Kalpte ise takva aranır. Yani arınmak sadece O’nun sevgisini kazanmaktır.
Hz. Peygamber (sav) bunu şöyle formüle eder:
“Allah güzeldir, güzeli sever. Temizdir, temizi sever. İyidir, iyiyi sever. Durudur, duruluğu sever. Öyleyse evlerinizi temizleyiniz.”
Mesajlar oldukça belirgindir. Üstünüzü temizleyin, ellerinizi, yüzünüzü, kollarınızı, ayaklarınızı, gözünüzü, ağzınızın içini temizleyin. Nasıl temizleyelim. Suyla yıkayarak yani gusül ve abdest alarak. Bizim kitaplarımızda yazılan budur. Ama mesele sadece bu mudur? Sanmıyorum. Çünkü “Ellerinizi yıkayın” buyrulurken ellerinizle temiz rızık kazanın denmiş olmuyor mu? Eller, sermaye edinmede mecazi anlam taşır. Ellerimizle ticaret yapar, ellerimizle kazanırız. El emeği deriz ya. İşte günde beş vakit namaz için dirseklerine kadar kollarınızı ellerinizle beraber yıkayın derken bu anlama işaret edilir. Suyla yıkayın ama kirli eller ile, başkasının hakkını gasp eden ellerle, başkasına zulmetmiş ellerle divana -huzura- durmayın demektedir aslında.
Yüzünüzü yıkayın derken de anlatılan budur. Allah’ın huzuruna varabilecek temiz bir yüzle divana durun. Ayaklarınızı yıkayın derken de anlam aynıdır aslında, harama gitmemiş, zulme koşturmamış, zalime dayanak olmamış bir sabit ayakla huzura varın.
Şimdi Hz. Peygamber’in (sav) şu uygulamalarına bir de bu pencereden bakalım:
Saçını tarardı. Güzel koku sürünürdü. Her ibadet öncesi veya her uykudan kalktıktan sonra dişini temizlerdi. Medine’nin ilk yıllarında yağlı yemeklerden sonra mutlaka namaz abdestini tazelerdi, temiz elbise giyerdi. Secde ettiği yerin temiz olmasına dikkat ederdi. Sürekli Cebrail’le (as) görüştüğünden veya insanlarla muhatap olduğundan dolayı çiğ soğan yemezdi, mescide tükürük gibi iğrendirici ve kirletici atıkları bırakmaktan şiddetle sakındırırdı.
Cuma günü yıkanmayı -guslü- emrederdi. Koltuk altını ve diğer bölgelerdeki kılları gidermeyi emrederdi. Tırnaklarını uzatmaz, kısa kestirirdi. Yerdeki kalıntıları, çöpleri kaldırmayı emreder, hatta bazen ibadet olduğunu söylerdi.