Müslüman güzel ahlaklı olmak zorundadır. Güzel ahlak da her Müslüman’da görülmelidir. Olması gereken de bu. Ama olan bu mu? Maalesef hayır. Böyle değil. Bunun böyle olmadığını görmek için gazete sahifelerine, televizyon ekranlarına bakmak yeterlidir. Bugünkü yazımda özellikle gazete sahifelerinde yer alan bazı haberlere yer vererek ufak bir sorgulama yapmak istiyorum. Ülkemizin hemen hemen genelinde görülen bu tür olayları sizler de kendi çevrenizde gözlemliyorsunuzdur. Ve tabii ki sizler de benim gibi, “Bize yakışıyor mu bütün bunlar” diye sorguluyorsunuzdur. Şimdi bu haberlere kısaca bakalım.
“Geçim sıkıntısından bunalan anne çocuğuyla intihar etti.”
Bu ön plana çıkan bir haber. Duyduğumuz bir haber. Hiç şüphe yok ki bunun benzeri olay hayli çoktur. Çoğundan haberdar bile değilizdir. Burada kim suçlu, kim günahkâr? Bir anne nasıl bu hale gelebilir. Hangi anne çocuğunun canına kıymak ister ki! Hangimizin annesi böyle bir şey düşünür. Annenizin merhametini, rahmetini, affını, sıcaklığını düşünün. İnanınız ki çocuğuyla beraber köprüden atlayan annenin sizin annenizden hiçbir farkı yoktur. Evladını sevmesi, merhamet etmesi açısından bütün anneler aynı değiller mi? Öyleyse bir anneyi böylesi bir cinnet noktasına getiren hangi ruh halidir. Bunu sorgulamamız gerekmez mi? Böylesi annelerin çaresizliğine kayıtsız kalan akrabaları bu günahın ortağı değiller mi? Bu anneyi ve evladını doyuramayan yöneticiler hiç mi vebal altında değiller? Bu olayları görüp de, sadece bakakalan dini yetkililerin vicdanı hiç mi sızlamaz? Sanıyor musunuz ki bu işin bütün vebali sadece bir anneye yüklenilecek. Sanıyor musunuz ki Allah (cc) büyük mahkemede bütün etkili ve yetkilileri sorgulamayacak. Tam bunu sormuşken burada Hz. Ömer’i (ra) hatırlamamak mümkün mü? Ne diyordu Hz. Ömer (ra):
“Dicle kıyısında kapsa bir kurt bir koyunu, Adli İlahi (İlahi Adalet) gelir sorar Ömer’den onu.”
Ömerlerini, Ömer ruhlularını yitirmiş ve böylesi ufuk insanları yetiştiremeyen bir toplumda daha nice anne çocuğuyla kendini belirsizliğe atacaktır. İçimiz kan ağlasa da bu böyle. Maalesef nicesi çaresizliğine, yok oluşu bir çare bilecek. Yazık, binlerce defa yazık ama bu böyle olacak.
“Gayrimeşru çocuk doğuran anne ve çocukları katledildi.”
İnsan öldürmenin, insan hayatına kastetmenin her türlüsünü şiddetle reddeden bir mirasımız var. İnsan yaşatmayı erdem bilen bir vahyin çocuklarıyız. Harp sahasında ölmüş bir çocuk vücudunu gördüğünde, bütün bir gün Allah’a yalvarıp, “Ya Rabbi, Muhammedinin bundan haberi yoktur” diyerek terbiyesini ilan eden bir peygamberin sevenleriyiz. Peki, ya annesi tarafından gayrimeşru bir ilişki sonucunda dünyaya gelmiş olan şu çocuğun günahı ne? Hangi kahrolası el bu çocuğun hayatına son verebilir. Hangi nasipsiz beyin böyle bir cinayetin tetiğine bas emri verebilir. Hiç kimse böyle bir karar veremez. Ve hiç kimseye böyle bir yetkiyi Yüce Allah vermemiştir.
Hz. Peygamber’e (sav), Hz. Ömer’e (ra) ve Hz. Ali’ye (ra) gelen bazı kadınlar zinadan hamile olduklarını ilan ettiklerinde hepsinin cevabı aynı olmuştur. Şöyle demişlerdir: “Çocuğunu doğur. Onun bir günahı yoktur.” Ortada gayrimeşru bir ilişkiden olan çocuk varsa -ki gayrimeşru hiçbir ilişkiye, hiçbir din ve vicdan onay veremez- o çocuğu sahiplenmek herkesin boynunun borcudur. Çünkü hiçbir çocuk, baba ve annesinden dolayı kınanamaz.
O’nu özlüyorlar. O, yorgun ve hasta olmasına rağmen ateşinin azaldığı bir an ayağa kalktı, mescidin kapısına doğru yürüdü, orada duraksadı ve sonra mescittekilerin duyacağı bir ses tonu ile seslendi: “Odama açılan bütün kapıları kapatın. Yalnız Ebu Bekir’inki (r.a.) kalsın. Onun kapısını kapatmayın.”
Denir ki Hz. Ebu Bekir (r.a.) bir gün Peygamberimizin (s.a.v.) yanına geldi, sessizce oturdu. Bir şey soracak ama çekindiği belli. Efendimiz (s.a.v.) dostunun yüzüne baktı. Onun halinden iyi anlıyordu. Dost dostu iyi tanır ya. Sanki ona, hadi Ebu Bekir diyeceğini de, der gibiydi. Hz. Ebu Bekir fısıldadı “Efendimiz (s.a.v.) her an ve her yerde gözümün önündesiniz. Tenhada, yıkanırken, temizlenme yerinde bile mübarek simanız gözümün önünde. Bu manevi halden utanıyorum.” Sevgide “fani olmak sonsuza varmak” buydu. Bütün kapıları kapatıp, sadece dosta giden kapıyı açık bırakmak. Kimse yokken sevgili ile beraber olmak. Halkın içindeyken bile, sûreten orada olmak ama ruhen ötede olmak. Aslında bu hal, yaratılıştan önceki hale dönüşü simgeler. Varlık yokken, Allah vardı. Varlık âlemine geldikten sonra biz, yine O’nun varlığında varlığı bulabiliyoruz. O’nun dışındaki her varlık “ideler âlemindeki gölgelere” benzemiyor mu? Dünya âlemi bir anlamda aynaya yansıyan görüntü değil mi? Aynadakinin gerçeği öte âlemde değil mi?
Varlık âlemindeki en büyük hakikat yüce Allah ile halvet bulmaktır. O’nunla yalnızlıkta buluşmak ve bu buluşma ile yalnızlığı aşmaktır. Bu ise hayli zordur. Müminlerin yüz binlerinin birinde ancak bu hal bulunabilir. Bu halin sürekliliği kişiye meleklere yakınlaştıracak bir ruh halini kazandırır.
İşte “Hz. Mevlana” ile “Şems-i Tebrizi” arasında görülen vuslat ve sohbet de böylesi bir aşktır. Yüce Allah’a (C.C.) duyulan aşk, hasret, iştiyak ve kavuşma arzusunu, çok sevdiği bir dostun sohbetinde tatmin etmek, aşmak ve doyuma ulaştırmak. Hz. Peygamber (s.a.v.) halvet yalnızlaşma arzusunu Rabbiyle, Hz. Ebu Bekir (r.a.) halvet arzusunu peygamberiyle, Mevlana halvet arzusunu Şems’iyle yakalıyordu. Bu tenhalaşmayı, onun sohbetinde tadıyordu. Tasavvufta anlatılan mürşit ve talebe sohbetinin şifresi de aynıdır. Allah’ı hatırlatacak olan dostun sohbetinde yüce Allah’ı bulmak.
Mevlana der ki: “Bir gün bende yüce Allah’ın nurunu insanlarda göreyim diye bir arzu uyandı, sanki denizi damlada, güneşi ise zerrede görmek istiyordum.” Mevlana’nın deniz ve güneş dediği yüce Allah (C.C.) idi, damla ve zerre dediği ise sohbet dostu Şems idi. Güneş olmasaydı zerre ile yetinmek bilinmezdi, deniz olmasaydı damlayla yetinmek bilinmeyecekti. Belki zerrenin ve damlanın adı bile olmayacaktı.
Bu neye benzer bilir misiniz? Diyelim ki hayatınızın gençlik yıllarında birine âşık oldunuz. Mesela erkeksiniz ve bir kızı sevdiniz. Ama ona halinizi anlatamıyorsunuz. Sevginizi ilan edemediğiniz için de iç âleminizi paylaşacağınız bir yakın dost edinirsiniz. En sevdiğiniz, güvendiğiniz dostunuza duygularınızı anlatırsınız. O da sevdiğinizin hallerinden, bakışından, sözlerinden yorumlar çıkarır size: “Ama o da seni seviyor, onun da sende gönlü var” gibi sözlerle sizin aşk yaranızı sarar. Siz o dostu saatlerce dinleseniz bile doyamazsınız. İşte yüce Allah’a (C.C.) âşık olan âşıkların hali buna benzer. İşte Hz. Mevlana ile Şems arasında günlerce devam eden sohbetin sırrı budur. Bütün bir ömür devam edebilirdi kesilmeseydi. Yüce Allah’ın (C.C.) aşkında, en sevdiği dostuyla bu aşkı yorumlamak, bu aşkı anlatmak. Tenhada Allah (C.C.) ile beraber olmak anlaşılmadan, Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) Hz. Ömer’in (r.a.), Hz. Ali’nin (r.a.) Peygamberimize (s.a.v) duydukları aşkı anlamak mümkün değildi. Buna eskiler “muhabbet” veya “marifet” demişler. Hz. Ömer şehit olduğunda, Abdullah b. Mes’ud (r.a.) der ki “İlmin onda dokuzu gitti”, sahabe der ki, “Ama içimizde daha çok âlim var. Neden öyle diyorsun?” Cevaben der ki: “Ben marifet ilminden bahsediyorum. Dünya ilminden değil.”
Peki, neden “Tenhada Allah’la (C.C.) olmak” dedik. Şundan dolayı: Tenhada Allah’la (C.C.) olmak şuuru olmayınca kıldığımız namaz bizi temizleyemez. Tuttuğumuz oruç kabul göremez. Ticaretimizde ahlak hâkim olamaz. Aldatmaktan vazgeçemeyiz. İş ortağımıza tuzak kurmaktan geri duramayız. İmanın ve ibadetin zevkini tadamayız. Aldatan, yalan söyleyen, küçük gören, başkasını cehenneme yakın gören ruh halinden kopamayız. Kısacası ‘ol’amayız. Olduramayız. Müslüman olsak bile kâmil iman sahibi olamayız. Bu hali anlayamazsak, Hz. Mevlana ile Şems arasındaki manevi “sohbet aşkını” anlayamayız. “Anlayamadığımız bu hali anlatmak için dikenli tarlalarda dolaşmaya devam ederiz.”
Vuslata ereceksen, tenhada, kimse yokken Allah’la olacaksan deneyeceğin binlerce yol vardır. İstersen iyilik et, istersen namaz kıl, istersen bir dostla sohbet et, istersen Allah’ı (C.C.) zikret, istersen fikr et, istersen Hz. Mevlana’nın dediğini yap: “Mezarlığa git! Orada bir müddet sessizce otur! Orada susmuş söyleyenleri dinle.”
Hayatı, makinistin denetiminde uzun bir yola çıkmış bir trene benzetebiliriz. Bu yolculuğun her istasyonunda inenler var, binenler var. İnenler ölümle yüzleşenlerdir. Binenler ise hayata merhaba diyenler. Gün gelecek, ilerideki bir istasyonda onlar da inecek.
Aslında içimizde dört-beş nesil öncesini bilen yok. Hepimiz beşinci, dördüncü veya altıncı dedemizin mezarını biliyoruz. Çocuğumuzu rahmetli dedem şuralarda bir yerdeymiş diyerek geçiştirmiyor muyuz? Hangisinin mezarı belli? Belli olanlar bile belirsizleşmiyor mu? Caminin önünden geçerken musallada bir tabut gördüğümüzde bakınıp durur ve sessizce şöyle mırıldanırız; “Allah rahmet etsin.” Ama belki birkaç gün sonra da başkaları bizim için aynı cümleyi mırıldanacak.
Ölüm bir yok oluş, bir son değildir. Sonsuzluğa açılan bir kapıdır. Hayat kalındığı yerden devam etmektedir. Ayrı bir bedenle, ayrı bir ruh haliyle. Çünkü berzah mezar alemi dünya ile ahiret arasında bir ara alemdir. Sevinci ve ıstırabı olan, azabı ve nimeti olan bir ara alem.
Geçen hafta duyduğum bir ölüm haberi bana bütün bunları yeniden düşünme imkânı verdi. Ölümün gerçek ve bir o kadar da soğuk nefesini yeniden ensemde hissettim. Allah’tan bigane -habersiz ve uzak- olmamamız gerektiğini yeniden hatırlama imkânı buldum. Hadis ilmine ciddi hizmetler yapmış, tertemiz bir akideye sahip, edeb ve zarafetiyle tam bir mümin ve nezaketiyle tam bir beyefendi olan hadis hocam Prof. Dr. İbrahim Canan’ın vefatından bahsediyorum. İbrahim Hoca’yla iki defa uzun uzun görüşmüştük. Birincisi yıllar önce, hafızam beni yanıltmıyorsa 1993 yıllarında Şanlıurfa’da görüşmüştük. O zamanlar orada, İlahiyat Fakültesi’nde dekandı. Ben de öğretim üyesi olacaktım. Hoca beni ilk kez görmüştü. Ben de onu ilk kez gördüm. Konuştuk. Kendimi tanıttım. Çalışmalarıma başladıktan sonra bana şöyle dedi: Siz Sünen-i İbni Mace’yi (bu eser altı hadis kitabından biridir. Merhum babam on cilt halinde tercüme ve şerhetti) hazırlayan Haydar Hatipoğlu’nun oğlusunuz. Benim için bu en büyük referanstır. İnanıyorum ki hadis alanında büyük hizmette bulunursun. Öğle yemeği yedik. Sonra Ankara’ya dönmek için müsaade istedik. Kulağıma eğildi babandan bana dua iste dedi. Sonra babamın yazdığı hadis eserini ne kadar beğendiğini anlattı. Bir ilim adamının, diğer bir ilim adamına gösterdiği bu saygı, nezaket, zarafet beni haylice etkilemişti. Ankara’ya döndüm. Bazı mezaretlerden dolayı Şanlıurfa’ya gidemedim. Telefonla kendisine bildirdim. Haylice üzüldü.
Dini yaşayan veya yaşamayan. Kendini dindar kabul eden veya etmeyen. Kendini cennetin en üst makamına layık gören veya kendini ateşe ait gören. Hepiniz. Ama hepiniz.
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kuran’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşman idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte onun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini apaçık bildiriyor -ki doğru yola eresiniz.”(Al-i İmran, 103)
Allah’ın ipine -Kuran’a- sarılınca ayrı gayrı biter diyor vahyin sahibi. Aksi halde bölünürsünüz, parçalanırsınız, ikazını yapıyor. Tabii önemli olan o ipi bırakmamak veya kaybetmemek. İpi -Kuran’ı- kaybedersek kendimize başka ipler icat edebiliriz. Zaten onu da yapıyoruz. Bugünkü yazımda işte bu sıkıntıya işaret edeceğim.
Son zamanlarda, dini daha olgunca yaşama arzumuz bizi Kuran-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin dışındaki merkezlerde odaklaşma noktasına getirdi. Veya yeni arayışlara itti. Burada insanımızın iyi niyetinden zerrece şüphemiz yok. Bu çok yadırganacak bir şey de değildir. İnsanların, sevdikleri, inandıkları ve samimiyetine güvendikleri kişilerin etrafında toparlanmaları tarih boyunca hep olagelmiştir. Bu olgu bütün din mensuplarının, toplumlarının doğal bir tercihidir. Fakat bu tercihin tehlikeli olan boyutu, Kuran ve Hz. Peygamber esaslı olmayan bir gruplaşma eğiliminin günden güne daha belirgin hale gelmesidir. Burada şu veya bu grup veya anlayış önemli değil! Zaten burada kastımız isimler veya oluşumlar değil, meyillerdir. Kuran ve Hz. Peygamber’in dışlandığı, başka kaynakların daha da ön plana çıktığı oluşumlar bizleri rahatsız etmektedir. Dini konularda hakem -belirleyici, sınırları çizici- olan Kuran ve Peygamber’in iskat edilmesidir bizi üzen. Bu iskat elbette ki sözle olmuyor. Kimse kalkıp da dini oluşumumuzdan Kuran’ı ve Hz. Peygamber’i çıkardık demiyor elbette. Evet teoride olmuyor belki ama pratikte oluyor. Böyle düşünen bazı insanlarımıza göre Kuran’ın veya Hz. Peygamber’in neyi kastettiği değil, büyüklerinin veya üstatlarının ne anladığı önemlidir. İşte iskat, devreden çıkarılma böyle oluyor. Kuran’ın ikaz ettiği (Nisa, 46) budur işte.
Çocuğu doğurmakla, karnını doyurmakla, okula göndermekle sorumluluğumuzu yerine getirmiş olamayız. Baba ve anneden resmi yetkililere kadar herkesin çocuklara ilişkin sorumlulukları vardır. Ve herkes sorumluluklarını ve hatta yetkilerini en sağlıklı biçimde ortaya koymalıdır. ‘Pedofoli’ son dönemlerde çocukların maruz kaldığı en büyük cinayettir.
Cinsel dürtülerine bu onursuzluğu ekleyen ruh hastalarına gerekli ceza uygulanıyor mu? Yetkililer bu konuda gerekeni yapıyorlar mı? Çocukları taciz eden, istismar eden çeteler gerekli cezaları alıyorlar mı? İnternet aracılığıyla yaygınlaştırılan bu çirkef pazara müdahale edebilecekler görevlerini yerine getiriyorlar mı? Yoksa birçok konuda olduğu gibi bu hususlarda da bilmediğimiz hesaplar mı var? Bu sorular kafamızı kurcalayan sorular.
Öyle ya herhangi bir ‘adli vakada’ yetkililerden önce bazı medya mensupları daha çok şey konuşuyor ve daha donanımlı olarak ortaya çıkıyorlarsa, halkın kuşku içinde bir şeyler fısıldaması normal değil mi?
Bütün bunlar uzunca konuşulmalı, yazılmalı, tartışılmalı ki doğru yol bulunabilsin.
Bu nedenle de hadislere güven son derece önemlidir. Peki, genel anlamda peygamberimizin sözleri, konuşmaları, eylemleri veya huzurunda başkalarınca yapılan hareketler ile konuşmalara onay verip vermemesi anlamına gelen hadisler, doğru kanallardan bizlere ulaşmış mıdır? Yoksa çoğu uydurma mıdır? Peygamberimiz dönemindeki hadis sayısı sadece 500-600 civarında mıydı? Çoğu sonradan mı uyduruldu? O dönemde hadisler yazılmadı mı? Hadis sayısı 600-700 bine ulaştı mı? Bütün bu sorular uzun süreden beridir izleyici ve okuyucularımızın bana ilettiği sorulardı. Ben de bugünkü yazımda, birazda rutin tarzımın dışına çıkarak kısaca bu konuyla ilgili notlar iletmek istiyorum. Ve şunu da ekleyeyim ki bu mesele bir Cuma makalesinin değil, uzun bir ilmi makalenin konusudur. Sahabenin çoğunluğunun okur-yazar olmadığı biliniyor. Bu nedenle de peygamberimiz döneminde sima (işiterek, duyarak bilgi edinme) kitabetten (yazılı kayıttan) daha ön plandaydı. Sahabe, müşafehe (peygamberimizin ağzından duyma) ile müşahede (peygamberimizin eylem ve onaylarını takip etme) yöntemleriyle dinini öğreniyor, imkân bulduğunu da kayıt altına alıyordu. Sahabenin bir kısmı Ebu Hureyre (r.a) gibileri sürekli peygamberimizi takip ederek ondan duyduklarını ezberlerdi. Hz. Ömer (r.a) ve bir komşusunun işleri çıkınca- nöbetleşe peygamberimizi dinlemeye gittiklerini ve sonra birbirlerine bilgi aktardıklarını biliyoruz. Peygamberimiz (sav) kadınlara özel gün ayırmıştı. Bilgi aktarmak için. Kısaca, peygamberimizin (sav) günlük konuşması, Kuran-ı Kerimi açıklaması, hitabeleri, oturması, kalkması, ahlakı, sorulara verdiği cevaplar, yani 23 yıllık bütün hayatı kayıt altına alınıyordu. Nesilden nesle aktarılan bu bilgilerin Müslümanları bağlayan kısmı, dini birer prensip olarak kitaplara yansıyacaktır sonraları.
Peki, hadis yazımı yasaklanmış mıdır?
Hz. Peygamber (sav) ilk yıllarda Kuran-ı Kerim dışında herhangi bir şeyin yazılmasını yasakladı. Çünkü yazılı herhangi metnin Kuran’la karışmasını istemiyordu. Ayrıca sayısı az olan okur-yazarları da Kuran’a yoğunlaştırmak arzusundaydı. Daha sonraki yıllarda bu tehlikeler bertaraf edilince hadis yazımına sınırlı olarak müsaade edildi. Nitekim peygamberimiz (sav) döneminde Kuran dışında yazılmış resmi vesikalardan -yeni yitirdiğimiz- büyük alim Prof.Dr. Muhammed Hamidullah bahseder. Peygamberimizin diğer kavim ve ülke liderlerine yazdırdığı mektuplar, bazı hitabelerinde “falancaya dediklerimi yazın” emri (Buhari, İlim, 39; Lukata, 7; Ebu Davud, Menasik 19, diyat, 4; Tirmizi, İlim 12), Amr b. Hazm’a yazdığı mektup (Malik, Muvatta, Kur’an 15:1) ve bazı heyetlere verdiği yazılı akidlerin hepsi Kuran-ı Kerim dışındaki yazımla ilgili vesikalardır. Abdullah b. Amr (ra) der ki: “Ben peygamberimizden duyduğum her şeyi yazardım. Bana dediler ki: Ondan duyduğun her şeyi yazma. Çünkü O da (sav) insandır. Bazen sinirlenir, bazen iyi söyler. Ben bunun üzerine peygamberimize (sav) kendisinden duyduğum her şeyi yazıp yazmamayı sordum: O’da (sav) şöyle buyurdu: - Yaz. Allah’a yemin ederim ki benden hakkın -gerçeğin- dışında bir söz çıkmaz.”
Demek ki Hz. Peygamber hadis yazımızdan haberdardı ve buna engel de olmadı.
Hz. Peygamber (sav) döneminde hadisler toplandı mı?
Disiplinli bir derlemeden bahsetmek pek doğru olmaz. Disiplinli ve resmi kimlikli derlemenin her ne kadar Emevi Halifesi Ömer b. Abdülaziz (H: 61-101) döneminde yani hicri 2. asır başlarında yapıldığı söyleniyorsa da; bu Prof. Dr. Accac Hatib’in de (v: 2007) dediği gibi tam isabetli değildir. Çünkü Ebu Kalabe gibi alimler bu resmi derlemeden çok evvel Ömer b. Abdülaziz’in elinde sahifeler halinde hadis notlarını gördüklerini söyler. Ömer’in bunu Avn’den duydum dediğini nakleder. (Darimi, c. 1, s. 130; Acar Hatib, es-Sünnetü Kable’t-Tedvin, s. 350) Bunun benzeri örnekleri kitaplarda bolca görebiliriz. Demek ki hadisler bu dönemden çok önce kaleme alınmaya başlanmıştır. Sahabe ve daha sonraki dönemlerde kaleme alınmış hadis sahifelerine dair birkaç örneği verelim:
Abdullah b. Amr b. El-As (H; 7-65) Sahabe olan Abdullah, peygamberimizle sık sık görüşürdü. Hz. Peygamber’den (sav) kendisinden duyduklarını yazmak müsaade istemiş, Efendimiz (sav) de ona bu müsaadeyi vermiştir. Bu yazılan kitaba ‘es-Sadıka’ adı verildi. Bu çalışma Muhammed Alliş tarafından Mısır’da yayınladı. Hz. Abdullah (ra) der ki: Ben buraya Peygamberimiz’le (sav) baş başa kaldığım zaman duyduğum hadisleri yazdım (el-Muhaddisul Fasıl,2,4; İbn Sa’d, Tabakat, 89).
Peki, bunda kaç hadis vardır? İbn-ül Esir bu kitapta 1000 hadis olduğunu söyler (Üsdü’l gabe, c, 3, s. 233). Bu sayının 500 olduğu da söylenir. Önemli olan bir nokta da Abdullah’ın (ra) Kütüb-i Sitte dediğimiz hadis kitaplarında geçen hadislerindeki ravilerle, Abdullah’ın ‘es-Sadıka’sının ravisinin (Amr b Şuayb) aynı olmadığıdır. Yani bu şu demektir: Abdullah’ın rivayetleri sanıldığından daha fazladır. Kendisi peygamberimizden bin (mesele) konu öğrendim der. (Zehebi, Tarih, c. 3, s. 37)
Geçici yasaklardan sonra gelen nimetin farkına vardık. Geçici yasaklardan sonra gelen müsaadenin ne denli güzel olduğunu bire bir yaşadık. Nefsimizle mücadele ettik. Çoğu kez de nefsimizin yanlış taleplerini geri çevirebildik.
Teravih namazı alışkanlığı bizde secde edebilme şuuru oluşturdu kısmen de olsa. Allah’a secdenin insanı zirveleştirdiğini hissettik. Yere en yakın an’ın semada zirve kabul edildiğini anladık. Secdeyle onurlandık. Secdenin ve hatta namazın; ibadetin ötesinde bir anlam taşıdığını, Allah’a verdiğimiz ahid üzerinde olduğumuzun ilanı olduğunu yineledik.
Alın terimizden fakirlere pay ayırdık. Zekâtın bir anlamda, sermayeye farkında olmadan bulaşmış olan kirlerden arındırma olduğunu vererek yaşadık. Sadakalarımıza muhtaçları ortak ettik. Daha sevecen olduk. Daha toleranslı, daha güler yüzlü olduk. İnanıyorum ki daha da az suç işledik.
Zenginlerimiz daha cömert, fakirlerimiz ise daha kanaatkâr odu. Ahretimizi daha çok düşünebilme şansı yakaladık. Ötekinin yerine kendimizi koyduk, ötekini horlamadan zorlamadan, küçük görmeden.
Şimdi yeni bir döneme girdik. Bayram sonrası hayatın rutin akışına bırakacağız kendimizi. Bu noktadaki korkum ramazandan sonra ara verdiğimiz bütün kötü alışkanlıklarımıza yeniden merhaba dememiz olacaktır.
Peki, bu böyle olacak mı? Bence evet, olacak. Bazımız ramazanı hiç yaşamamış gibi kendini acımasız bir yaşamın çarkları içinde bulacak. İyi olmaya çabalasa da olamayacak. Çünkü iyi bir çevresi yoktur. Çünkü kendisini iyiye çevirecek gönül arkadaşı yoktur. Daha doğrusu bütün çevresi onun gibidir. “Himmete muhtaç bir dede kime himmet ede?” Kendisi muhtaç olan kime el uzatabilir ki...
Aslında çoğumuz çevremizin kurbanıyız. Dışımızdaki dünyanın farkında değilizdir. Yumurtanın içindeki civcivi konuşturabilirseniz, dünyanın gördüğü kabuktan ibaret olduğunu söyler. Ne zaman ki yumurtayı kırar, kabuktan çıkar, işte o zaman dışarıda büyük bir kâinatın olduğunu fark eder.
Bizlerinde kabuğu kırması zamanı geliyor aslında. Günahlardan ebediyen hicret etmek, iyilerle yol bulmak, Kuran’ın zarif ifadesiyle ahrette söylenecek olan; “Keşke Resul’e yol bulsaydım” pişmanlığını yaşamadan düze çıkmak doğru çözüm değil mi?
Sesler, türlü türlü / dillerle gürüldeyip sana doğru yükseliyor./ Senden dileklered bulunuyor./ Benim dileğim de, / Dünya halkının / beni unuttuğu / imtihan yurdunda Senin beni hatırlamandır...
¡
Ey Allah’ım! / Sen sözümü işitiyor, yerimi görüyor, / gizli açık neyim varsa biliyorsundur. / İşlerimden hiçbiri / sana gizli değildir...
¡
Ben çaresizim, yoksulum / Senden yardım ve aman diliyorum! / Korkuyorum, kusurlarımı itiraf ediyorum.
¡
Bir çaresiz / senden nasıl isterse, / ben de öyle istiyorum.../ Günahını bilen bir günahkâr sana nasıl yalvarırsa / ben de öyle yalvarıyorum...