Gün geçtikçe Sevgi Peygamberi’ne olan ilgi, alaka, ihtiyaç günden güne büyümektedir. O model insan, bir çıkış kapısı olmaktadır. Önemli olan, O’nu doğru anlamak, doğru okumak, değerlendirmek değil midir?! Yüce Allah kendisini sevmemizi, Peygamberimize bağlılıkla değerlendirmektedir. Çünkü şöyle buyuruyor: “De ki Ey Muhammed, siz Allah’ı seviyorsanız, bana (Peygamber’e) uyunuz. O zaman Allah da sizi sever ve günahlarınızı bağışlar.”
İşte biz de bu vesileyle Peygamberimize ait bazı pratik değerleri çıkardık; faydalı oluruz temennisiyle...
Dış görünüşüyle
ilgili özellikleri:
1- O, dedesi Hz. İbrahim’in duası, Hz. İsa’nın müjdesiydi.
2- O, kendisinden bahsederken “Ben Muhammedim” buyururdu.
3- Diğer bir ismi Mahi’dir. Zira Allah onunla batılı ve küfrün karanlığını gidermiştir. Mahi; kötülüğü yok eden, gideren demektir.
4-
Geçenlerde bütün bunları düşünürken aklıma şu soru geldi: Kendi kendime sordum, acaba kainattaki bu sessizliği bir an sustursak ve eşyaya kendi lisanınla konuş desek neler anlatacak?.. Mesela desek ki, hadi, kendi dilince dua et. Acaba her varlık Allah’tan ne isteyecek?.. Nasıl dua edecek?.. Nelerden Allah’a sığınacak?.. Dilerseniz kulak verelim.
Kainat duaya kalkarsa bakalım neler diyecek:
Ceninin duası: Allah’ım, vefasız bir dünyaya beni mahkûm etme. Kadir ve kıymet bilmez bir dünyaya beni salma.
Yağmurun duası: Ya Rabbi, zalimlerin ve cimrilerin değil, hakseverlerin, cömert ve hak bilenlerin toprağına indir beni.
Çiçeklerin duası: Ya Rabbi, bizi zalim bahçıvana düşürme. Kolumuzu, kanadımızı kıracak çocukların elinde bizi rezil ettirme.
Karın duası: Ya Rabbi, bizi zalimlere payanda etme. Bizimle, zulüm mekânlarındaki karanlıkları örtme. Bizi temiz beldelerin örtüsü yap.
Güneş’in duası: Rabbim, temiz yüzleri aydınlatmayı bana nasip et.
Bu olayın duyulmasından bu yana yüreğimde bir daralma var. Üzgünüm, tepkiliyim, utanıyorum, daralıyorum. Bütün bu duygular içinde kendi kendime şöyle sesleniyorum: Bir işe yaramıyorsun. Baksana bir delikanlı, hayatının en güzel yıllarında hayata tam bir ümitle sarılacağı şu demde hayatına kıyıyor. Hem de annesine mesaj yollayarak; “Anneciğim, para bulamadım, üzgünüm” diye. Annesi demir parmaklıkların ardındadır diye yıkılıyor delikanlı. Kim yıkılmaz ki... Ya bilmediğimiz binlerce böyle olay varsa. Ya bilmediğimiz onca böyle sıkıntı varsa... Ya bütün bunların hesabını Allah bize soracak olsa. Ya; “O gün hiç hesaba katmadıkları şeyler karşılarına çıkacak” ilahi hitabına muhataplardan biri de ben olsam...
Gazetedeki delikanlının fotoğrafına bakmak istemiyorum. Sanıyorum her insan, her baba, her vicdanlı benim gibi düşünüyordur. Sanıyorum bu olayı duyan her vicdanlının yüreği sızlamıştır.
Şimdi bazı sorular soracağım. Biliyorum, cevabını da bulamayacağım. Çünkü soruların muhatabı kimdir onu da bilmiyorum. Derdim, muhatabını bulmak da değil. Derdim, her evde sessizce konuşulan duyguları -sizin adınıza tekrarı olmasın diye- satırlara dökmektir.
1- Avukatlık nedir? diye sorguluyorum bugünlerde. Müvekkilimizi -hatalı da olsa, doğru da olsa- korumak mıdır? Sanmıyorum. Peki avukatlar önlerinde kanuni sorumluluklar varken ne yapabilirler? Aslında çok şey yapabilirler. Mesela; bu benzeri aileler konusunda ben bin lira yerine, beş bin lira isteyemem! Bu insafsızlık olur. Beni zorluyorsanız “Alın davanızı iade edeyim” diyemezler miydi? Böyle bir tavır avukatlar tarafından geliştirilemez mi? Çok mu hayal görüyorum. Bu acımasız dünyada olmayacak bir toplum mu hayal ediyorum. Düşünmeye değmez mi? Bu teklifimi çoğunun vicdanlı olduğuna inandığım avukatlar ve benzeri pozisyonda olanlar tartışamazlar mı?
Evet... Benim gibi aynı inanca sahip olan veya aynı coğrafyayı paylaşan insanları tenkit etmekten hiç haz almam. Ama benimle aynı dini paylaşıyor diye veya aynı coğrafyada nefes alıyor diye de insanları kutsal da görmem. Yanlışlıkları, çirkinlikleri, aymazlıkları görmemezlikten gelemem.
Dünya Müslümanlarının haline bakıyorum. Müthiş bir rahatsızlık duyuyorum. Halimizin hiçbir cazibesi yok. Bize bakıp da Müslüman olmaya kalkışacak aklı başında hiçbir insan düşünemiyorum. Üzgünüm, ama bu maalesef böyle. Kutsal vahiyle bir bağlantımız yok. İslam çalış demiş, biz kaytarmanın bütün yollarını denemişiz. İslam temiz ol buyurmuş, kirlilik bizim paçamızdan damlıyor. İslam komşu komşuya neredeyse vâris olacak kadar yakın olmalı demiş, biz komşunun bahçesine, balkonuna, penceresine, evinin önüne, velhasılı bütün mahremine tasallut etmişiz. İslam oku demiş, biz kitabı bile tersinden okumuşuz. Doğru okuyanımız ise, doğru uygulamamış.
İslam birbirinizi sevin, bölünüp ayrılmayın, gücünüz zaafa uğrar demiş, biz neredeyse mahallelere kadar bölünmüşüz. İslam nezaket ve zarafetten dem vurmuş, biz en yakınımızdaki insana bile anlayış göstermemişiz.
İslam hakkına razı ol, sınırı geçme demiş, biz en basit bir uçak veya otobüs yolculuğunda bile yer kavgası etmişiz... Daha iyiyse başkasının yerini kapmışız.
Veda hutbesinde; “Bütün kan davalarını kaldırdım” dedikten hemen sonra “İlk kaldırdığım kan davası aşiretimin güttüğü kan davasıdır” açıklamasını yaparak, zor olanı da ilk önce kendisine uyguladığını hatırlatmış oluyordu.
Mekke ve Medine toplumu; kan davalarıyla, kapkaççılıkla, kız çocuklarını öldürmekle, baskınlarla, baskılarla, aşiret davalarıyla, zulümle, putperestlikle, haram kazanmakla, zayıflara baskı uygulamakla, insanları sindirmekle şöhret kazanmış bir mirasın üzerine kurulmuştu. Hz. Peygamber’in bütün bu olumsuzlukları ortadan kaldırması çok kolay da olmadı. Peygamberimiz, dengeli ve ölçülü bir metot kullanarak kangrenleşmiş bu karanlık tabloyu değiştirdi. Vitrine doğru resimler yerleştirdi.
Eski resimleri yerinden söktü. İnsanların ufkunu açtı. Şirke ait bütün uygulamalara birebir müdahale etmek yerine bu kalıntıları temizleyecek şuurlu bir cemaati -sahabeyi- yetiştirdi. Onun için daha hayata veda etmeden mirasını devralacak kaliteli, onurlu ve imanlı bir fedakârlar kadrosu oluşturmuştu.
Hz. Ebu Bekir gibi bir denge unsuru, Hz. Ömer gibi bir adalet terazisi, Hz. Osman gibi bir direnç abidesi, Hz. Ali gibi bir ilim deryası, Hz. Selman gibi bir zekâ küpü, Hz. Halid gibi bir harp dehası, Hz. Ebu Zerr gibi bir vicdan sorgulayıcısı, Hz. Aişe gibi bir onur savaşçısı, Hz. Fatıma gibi bir fedakârlık göstergesi, Hz. Ebu Ubeyde gibi bir güven şahikası, Hz. Hamza gibi bir cesaret ve mertlik sembolü ve daha nice göz kamaştırıcı ismi hayata kazandırdı.
Bir gün Hz. Cebrail’e şunu şöyle sordu: ”Cibril! Seni yanımıza daha sık gelmekten alıkoyan nedir ki? Daha sık sık gelsen.”
Cebrail cevap verdi: ”Ey Allah’ın Elçisi; Ben Rabbinin emri olmaksızın inemem. Her hareketimiz yüce Rabbin emriyledir.” (Buhari, Tefsir, Meryem Suresi, 64)
* * *
Son ramazanda Cebrail Kuran-ı Kerim’i Peygamberimizden iki defa dinledi. Hz. Peygamber okur -mukabelede olduğu gibi- Cebrail ise dinlerdi. Ama işte son yılında iki defa dinlemişti. Hz. Peygamber bunu kızına şöyle anlattı: ”Kızım! Her yıl Cebrail beni bir defa dinlerdi. Ama bu yıl beni iki defa dinledi. Sanıyorum bu ecelimin yaklaştığına işarettir.” Bu sözleri kullandığında vefatına altı ay vardı.
Önemli bir görevle görevlendirdiklerine böyle yapardı. Onlarla şehrin dışına kadar gider, söylenmesi gereken en önemli sözünü orada söylerdi. Ve o söz, belleklerde derin izler bırakırdı. Muaz ayrılacakken O (sav) şöyle buyurdu: “Muaz! Sanıyorum sen bu yıldan sonra beni göremeyeceksin. Sen buraya döndüğünde artık bu mescidimin ve mezarımın yanından geçersin.” Bu sözleri duyan Hz. Muaz (ra) ağlamaya başladı. Hz. Peygamber’i bir daha görememek korkusu bu büyük hukukçu sahabeyi sarsıyordu. Hz. Peygamber (sav) yüzünü Medine’ye doğru çevirdi ve şöyle fısıldadı: “Benim için öncelikli insanlar takva sahipleridir. Kim olursa olsunlar ve nerede olursa olsunlar...” Bu sözlerden kısa bir müddet sonra veda haccını yapacaktır. Medine’ye dönünce de toplam 81 gün yaşayacaktır.
* * *
Ebu Muvayhibe (ra) anlatıyor: Vefatından kısa süre önceydi. Gece yarısı bana haber gönderdi. Yanına gittim. Bana şöyle dedi: “Ebu’l Muvayhibe! Allah (cc) bana Baki mezarlığındaki dostlarımla vedalaşmamı emretti. Hadi beraber gideceğiz.” Beraber gece yarısı Medine mezarlığına gittik. Mezara yatanlara selam verdi. Sonra şöyle buyurdu: “Ey mezar ehli! Size ne mutlu. İnsanların fitnelerinden uzak oldunuz. Gecenin karanlığına benzer fitneler geliyor. Birbiri ardında gelen bu fitnelerin sonradan gelenleri öncekileri geçecek kadar çetin olacaktır.”
* * *
“Benden sonra cahiliye dönemindeki putperestliğe dönersiniz diye bir korkum yok” diyordu. “Bütün korkum sizin dünya uğruna birbirinizle boğuşmanızdır.” Sanki kendisine iman edenleri tertemiz bir havuzun etrafında topluyor ve sonra da iç ve dış âlemlerini temizliyordu. Bir babanın evladına olan düşkünlüğünden daha çok düşkündü iman edenlerine. Ateşle müminler arasına bir bariyer gibi duruyordu. Elleriyle tuttuğu cehennem kapısını bir daha açılmamacasına örtmeye çalışıyordu.
* * *
Hz. Enes (ra) anlatıyor: “Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: ‘Ey Müslümanlar topluluğu! Toparlanın ciddi bir işle karşı karşıyasınız. Yolculuğa çıkacaksınız. Yolculuğa hazırlanınız. Zira yolculuk yakındır artık. Yolculuk için azık hazırlayınız. Çünkü yol uzaktır. Sırtınızdaki yükleri hafifletin. Zira yolunuzda engebeler ve yokuşlar vardır. Bu yokuşları ancak yükü hafif olanlar aşabilir.
Ey insanlar! Kıyamete yakın zamanlarda çetin işler, zor zamanlar ve büyük korkular olacak’”.* * *Hz. Huzeyfe (ra) anlatıyor: “Peygamberimizi (sav) gördüm. (Veda haccındaydı) ve Kâbe’nin örtüsüne yapışmıştı. Gözlerinden yaş boşalıyordu. Yanına yanaştım ve şöyle sordum. Ey Allah’ın Resulü! Neden ağlıyorsunuz? Allah sizin gözlerinizi yaşartmayacaktır. Ağlamanıza müsaade etmeyecektir. O (sav) şöyle cevap buyurdu: ‘Huzeyfe! Dünya tükenip gidiyor. Gün olacak sanki sen dünyada hiç olmamışsın gibi olacak. Sanki kıyamet yakınlaşmış gibidir.’ Dedim ki; Ey Allah’ın Resulü! Kıyametin yaklaştığının işaretleri nelerdir? O (sav) şöyle buyurdu: ‘Ümmetim namazı terk ettiklerinde, şehvetlerinin peşinde koşuşturduklarında, ihanetler çoğaldığında, emanete riayet kaybolduğunda, su kaynakları azaldığında, ufuk tozlandığında, insanlar küfürleştiğinde, kanaat ortadan kalktığında, insanlardan iyi niyet kaybolduğunda, ağaçlar çok olsa da meyve vermediğinde, alım gücü azaldığında, sarsıcı rüzgârlar, ters ilişkiler, gereksiz yere yapılan yeminler çoğaldığında, geçim zorlaştığında, insanlar baba ve annelerine küfrederek karşılıklı olarak şakalaştıklarında, haram yoldan para kazanma hırsı ve zina çoğaldığında, Allah’ın verdiğine rıza azaldığında, sefihler idareci olduklarında, ihanet çoğalıp emanet kaybolduğunda, herkes kendi aklını ve yaptığı işini beğenip övmeye başladığında, her cahil ve boş adam cehaletiyle ön plana çıktığında, evlerin duvarları yükselip aşırı süslü hale getirildiğinde, lüks ve yüksek binalar çoğaldığında, batıl olan şeyler gerçek, yalan ise doğru kabul edildiğinde, sağlıklı akıl sahibi olmak acizlik, şeytanca adım atmalar akıllılık, sapıklık doğruluk, gerçeği açıklamak körlük, suskunluk aptallık, ilim sahibi olmak ise cahillik olarak kabul edildiğinde, kalpler köreldiğinde, kötülük iyiliği mağlup ettiğinde, insanlardaki dünya tutkusu azgınlaştığında, ticari yollar çoğaldığında, tembellik yaygınlaştığında, vahşi hayvanların derileri lüksün göstergesi olarak giyilmeye başlandığında, dünya ahrete tercih edildiğinde, kalplerden merhamet duyguları çıktığında, fesat yaygınlaştığında, Allah’ın kitabı oyuncak -ve oyun aracı- haline getirilmeye çalışıldığında... İşte ey Huzeyfe bütün bunlar olduğunda İslam’ın sadece ismi kalacak.Hz. Enes (ra) anlatıyor: “Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: ‘Ey Müslümanlar topluluğu! Toparlanın ciddi bir işle karşı karşıyasınız. Yolculuğa çıkacaksınız. Yolculuğa hazırlanınız. Zira yolculuk yakındır artık. Yolculuk için azık hazırlayınız. Çünkü yol uzaktır. Sırtınızdaki yükleri hafifletin. Zira yolunuzda engebeler ve yokuşlar vardır. Bu yokuşları ancak yükü hafif olanlar aşabilir.