Bugün, dünyanın her yerinde milyarlarca insan bir an önce “normale dönmek” istiyor. Bu salgını kesin olarak bitirecek tedavi veya aşının bulunduğu gün, hepimiz “bayram” sevinci yaşamayacak mıyız? Gelecek senelerde o günü sevinçle anmayacak mıyız? Kim bilir belki de bu kutlama, dünya genelinde her yıl tekrarlanan bir bayram halini alacak.
BİRLİKTE DÖNMEK
Her yıl tekrarlanan yıldönümlerine eskiler “sene-i devriye” derlerdi. Devr/devir gökyüzündeki cisimlerin dönüşüne denir. Ay’ın Dünya, Dünya’nın da Güneş etrafında dönmesi gibi. Yılbaşı, nevruz gibi bayramlar da Güneş’in aynı noktaya dönüşü ve mevsim döngüsüyle ilişkilidir. Ayrıca hasat bayramları, doğanın her yıl tekrarlanan dönüşümüne bağlıydı. Uzun gecelerin kısalması, baharın gelişi, ambarların tekrar yiyecekle dolması gibi olaylar, tüm kültürlerde bayram vesilesiydi. Eski çağlardan itibaren bayramların evrensel ritüellerinden biri de yakılan şenlik ateşinin etrafında dönmektir. Tüm kabile, bu büyük ateşin etrafında dönerken hep birlikte şarkılar söylerdi. Bazen de kutlamaya bayram yemeği eşlik ederdi.
ASLINA DÖNMEK
Arapçada bayramın karşılığı olan “iyd” kelimesi de aynı şekilde “tekrar dönmek” anlamından türemiş. Eski Arapçada “dönme, tekrar gitme” anlamı taşıyan bir kelime daha var: Hac. İslamiyet öncesine uzanan hac, senenin aynı ayında tekrarlanan bir ibadet. Haccın gereği olarak, Kâbe’nin etrafında dönmek, yani “tavaf” etmek gerekir. Yani hac, hem zamanda (yıldönümü), hem de mekânda (Kâbe) dönüştür. Ayrıca insanlığın aslına dönüşünü de temsil eder. Nasıl mı? İnanca göre insan, dünyaya gönderilmeden önce cennetteydi. Bir Müslüman’ın (ve semavî dinlerin) emeli, öldükten sonra cennete gitmektir. Diğer bir deyişle, ayrı kaldığı güzellikler âlemine geri dönmektir. İşte Kâbe’deki tavaf da bunun temsili sayılır: İnsan, cennetten bir parça sayılan Hacerü’l-Esved taşını selamlayarak başladığı dönüşünü, yine onu selamladığı noktada sona erdirir. Böylece, büyük hayat yolculuğunu sembolize eden küçük döngüyü tamamlamış olur. Hac ile manen arınıp dünyaya ilk geldiği günkü temiz haline döner. Böylece aslına dönmüştür. Hac ibadetlerinin sonu da zaten temiz kıyafetlerin giyildiği bayramdır: Kurban Bayramı.
GELECEĞE DÖNÜŞ
Elbette hepimiz sağlıklı, güzel günlere “dönmek” istiyoruz. Ama bir de daha güzel günlere doğru “gitmek” var. Hz. Peygamber, bayram sabahları evden çıktıktan sonra yanı başındaki mescide yürümek yerine farklı, uzun bir güzergâh izlermiş. Dönüşte de ilkinden değişik bir yol kullanırmış. Böylece daha fazla kişiyle karşılaşıp daha çok insana güzel dileklerde bulunma imkânı olurmuş. İşte o bayram sabahlarında selam verdiklerinden birisi, Hz. Peygamber’in vefatından sonra bir rüya görür. Anlattığına göre Resulullah ona şöyle der: “İki günü birbirine eşit olan zarardadır.” Yani asıl marifet, ‘normaldeki’ hatalara dönmek değil, her gün daha iyiye doğru kendini geliştirmektir. Aynı o bayram sabahlarındaki gibi, bilindik yollar yerine yeni yollar tercih etmektir. İnsanlar arasında selamı, yani barış ve esenliği yaymak için farklı yollar aramak, keşfetmektir. Eğer böyle yaparsak, dünya bayram etmeye daha layık bir yer olmaz mı? Ramazandaki ibadetlerin gayesi de daha makbul bir insan olmak değil midir zaten? Şimdi ramazan okulundan “mezuniyet” zamanı. Mezuniyet kutlamaları başlasın, bayramınız mübarek olsun. Çok daha güzel bayramlarda, sağlıkla buluşmak dileğiyle...
NELERİ UNUTTUK?
İftara gecikme kaygısıyla trafikte acele etmeyi...
Sıkışan trafikte kalıp sadece suyla oruç açmayı...
Kalabalık sofralarda ailece iftar etmeyi...
Misafirlikte “Eline sağlık, ne çok şey yapmışsın” demeyi...
Anneanne-babaanneye gidip ev güllacı yemeyi...
Mutlaka neyli müzikler çalınan restoran iftarlarını...
Pek az kişinin oruç tuttuğu kalabalık şirket iftarlarını...
‘Arkası gelmez dertlerimin, bıktım illallah’ der, Türk rock müziğinin efsanesi Erkin Koray. Haline isyan ederken bir yandan da korku içindedir: “Böyle gelmiş böyle gidecek, korkarım vallah.” Ama şunu da eklemeyi ihmal etmez: “Kader bir gün bize de güler, güler inşallah.” Erkin Baba’nın ‘Fesupanallah’ adlı şarkısında bir çırpıda dile getirdiği, aslında İslam kültürünün önemli kavramlarıdır: Yeis, havf ve reca. Bu “eski” kelimeler gözünüzü korkutmasın. Gündelik dilde “korku ile ümit arasında olmak” diye özetlenir bu hal. “Yeis” ümitsizliğe düşmek demek. “Havf”, kişinin durumundan korkuya kapılması. “Reca” ise ilahi rahmete güvenerek, işin sonunun iyi olacağını düşünmektir. Yani, “ümitli olmak.” Bu anlayışa göre, korkuya kapılıp ümitsizliğe düşmek, nefsin doğal tepkisidir. Ancak “Allah’tan ümit kesilmez”, çünkü her zorluğun yanında bir kolaylık, bir çıkış yolu vardır. İşte tüm bu kavramlar, tarih boyunca pek çok öğretinin merkezinde oldu.
MURADINA ERENLER
Eski zamanlarda kahvehanelere asılan “duvar yazıları” içinde en sık görülenlerden biri “Bu da geçer yâ hû!” olurdu. Bu yazıya hemen her yerde rastlamak mümkündü. Bazen sarayda hat sanatının nadide bir örneği olarak, bazen de Ömer Seyfettin’in ‘Nakarat’ isimli hikâyesindeki gibi izbe bir odanın duvarında, el yazısıyla... Pek çoğumuz bu meşhur cümledeki “yâ hû” ifadesini “yahu” diye biliriz. Aslında “yâ hû”, “Ey Rabbim” anlamına gelir. Yani sözün sahibi, derdini “dertlerin dermanı”na niyaz etmektedir. “Bu da geçer yâ hû!” diyen, ümidini koruyarak kendini teskin eder. Aynı Âşık Daimî’nin (1932-1983) dediği gibi: “Ne ağlarsın benim zülfü siyahım/Yusuf sabır ile vardı Mısır’a/Bu da gelir bu da geçer ağlama.” Bu dokunaklı dizeler, İslam âlimlerinin “Kuran’daki kıssaların en güzeli” dediği, Hz. Yusuf kıssasına göndermedir: Hz. Yakub’un gözü gibi baktığı, sevgili oğlu Yusuf, kardeşlerinin kıskançlığı yüzünden bir kuyuya atılır. Onu kurtaranlarsa Mısır’a götürüp köle olarak satarlar. Genç Yusuf, zengin bir yöneticinin evinde hizmetkârdır artık. O kadar yakışıklıdır ki, evin hanımı Züleyha ona âşık olur ve birlikte olmak için her şeyi göze alır. Yusuf karşılık vermeyince Züleyha’nın iftirasına uğrar ve hapse düşer. Aynı Yusuf, hapisteki sabrı ve ümidiyle peygamberlik makamına erişecek, hem Mısır’a vezir olacak, hem de babası Hz. Yakub’a ve ailesine kavuşacaktır. Yaşadığı derin acıya rağmen kaybolan evladıyla bir gün tekrar buluşacağına inanan Hz. Yakub da muradına erer. Yani “sabrın sonu selamet”tir.
AKLISELİM SAHİPLERİNE
“Sabır” kelimesinin, Hz. Yusuf’un kuyuda ve hapiste kapalı kalmasıyla ilginç bir bağlantısı var. “Sabır” kök anlam itibarıyla “engellemek, hapsetmek” demek. Yani sabreden kişi, içindeki korkuları, kaygıları, olumsuz düşünceleri hapseder. Ümidini koruyarak, korku ve kaygının kendini ele geçirmesine izin vermez. Ne kadar dertli olursa olsun, elindekilerin kıymetini unutmaz. Konu sabır olunca Eyyûb Peygamber’den bahsetmemek olmaz. Tevrat’a göre Hz. Eyyûb, çok varlıklı, kalabalık bir aileye sahip, sağlıklı ve yakışıklı bir adamdı. Uğradığı felaketler sonucunda malını, mülkünü, ailesini kaybederken amansız hastalıklara kapıldı. Ama o tüm bu musibetlere ve hastalığa sabırla direndi. Kuran’da onun sabrının karşılığı olarak sağlığına, ailesine ve varlığına tekrar kavuştuğu anlatılır: “Aklıselim sahiplerine bir ibret olmak üzere ona hem ailesini, hem de onlarla beraber bir mislini armağan ettik. Gerçekten biz onu sabreden bir kul bulmuştuk. Ne güzel kuldu o!”
ÇIKIŞ YOLU
Bu kıssalardaki sabrı, olumsuz anlamda kullanılan “kadercilik” ile karıştırmamak lazım. Yusuf Peygamber, sabrının yanına erdemli olmayı, özgüveni, zekâyı ve çalışkanlığı katarak sıkıntılardan kurtulmuştur. “Aklıselim” ile hareket edip hapistekilerin saygısını kazanması ve kurduğu iyi ilişkiler, güzel günlere giden yolu açmıştır. Hz. Peygamber’in dediği üzere “Sabır, ışıktır”. Elbette ışığı sadece görmek yetmez, aydınlığa erişmek için ışığa doğru ilerlemek gerekir. Yunus’un dediği gibi, “Derdine sabretmeyen yolda kalagan olur.” Biz de ışığı gördüğümüz şu zor günlerde, metanetin yanına bilgiyi ve çalışkanlığı katarak ümitli şeyler söyleyebiliyoruz: Bu da geçer ya hu... “Ne de olsa kışın sonu bahar”, ramazanın sonu bayramdır.
‘Emekli’ ne güzel bir sözdür. Çünkü emeklilik çağına gelmek emek ister, tecrübe ister. Artık zaman verdiğiniz emeklerin karşılığı olarak, onca yıl yapmayı hayal ettiklerinizi yapma zamanıdır: Doğada olmak, seyahat etmek, torunlarla oynamak, okumak ve yazmak... Parkta, lokalde, sahilde, camide arkadaşlarla sohbet etmek... Elbette bu “keyifli” emekliliğin mazisi, taş çatlasa yüz yıllık. Ondan önce emeklilik değil ‘ihtiyarlık’ vardı. 1800’lü yıllarda bile dünya genelinde ortalama yaşam beklentisi 29 yıldı! (1950’lerde 46, günümüzde 72, Avrupa Birliği’nde 81). Demek ki eski çağlarda 40’lı yaşlarına gelmiş birisi artık yaşlıydı. 16. yüzyılda İngiltere’de nüfusun sadece yüzde 8’i 60 yaş üzerindeydi. Bugünse yaşlılık 65’ten başlıyor. “Gözümüz artık toprağa bakıyor evlat” diyen ihtiyarların değil, “Yaşlıyız ama ihtiyar değiliz” diyen, “yaşını hiç göstermeyen” hayat dolu +65’lerin zamanındayız. Tabii tüm bunlar çalışma, beslenme ve sağlık koşullarının iyileşmesiyle bağlantılı.
‘ÖF’ BİLE DEME
Eski devirlerde ihtiyar olmak son derece güçtü. Kaynakların kıt, nüfus baskısının yüksek olduğu bazı kültürlerde yaşlılar köylerini terk eder, hayatlarının son bölümünü ormanlarda, dağlarda geçirirdi. Bizim coğrafyamızda böyle örnekler olmasa da yaşlılar genellikle engelli ve kendine yetemez durumda kalabiliyordu. Nitekim Osmanlı belgelerindeki yaşlılar, vergi muafiyeti dilekçelerinde karşımıza “aciz, malul, geçimini kazanamayan” gibi sıfatlarla çıkar. Tüm bu zorlukları hafifletmek için Osmanlı’da devlet ve vakıflar, bazı çözümler üretmiş, imparatorluğun son devrindeyse Darülaceze kurulmuştur. Ancak bu maddi hizmetlerin bir de manevi tarafı olmalıydı. Kuran bu konuda çok net bir çizgi çekmiştir: “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine ‘Öf!’ bile deme, onları azarlama, ikisine de güzel söz söyle.” Yani yaşlı anne-babaya güzel davranmak, bir Müslüman’ın Allah’a inanmaktan sonraki görevidir.
AĞLATMA GÜLDÜR
Hadislerde de “ömrü uzun, ameli güzel olan” yaşlılardan sıkça söz edilir. Bir gün Müslüman olmak üzere Hz. Peygamber’e gelen biri “Ben sana hicretle biat etmeye geldim. Fakat geride ağlayan iki yaşlı insan bıraktım” dediğinde sarsıcı bir cevap almıştır: “Dön, o ikisini ağlattığın gibi güldür.” Resulullah kendi yaşlılığını olumsuz bir durum olarak görmemiş, ayrıca yaşlılığın doğasıyla ilgili olarak “İnsan ihtiyarlasa bile, onun iki duygusu hep genç kalır: Dünya sevgisi ile çok yaşama arzusu” demiştir. İslam, ramazan orucu başta olmak üzere yaşlılara ibadet kolaylıkları getirmiş, onlardan kimi yükümlülükleri kaldırmıştır. Arap yazılı kültüründe uzun yaşayanlar özel ilgi görmüş, ayrıca Hz. Peygamber’i görenlerden uzun yaşayanlar hadis ilminin en önemli kaynaklarından olmuştur. Arapça “şeyh”, Farsça “pîr” kelimelerinin kök anlamı da ‘yaşlı’dır.
BİLGELİK SEMBOLÜ
Tevrat’ta “Çok yaşayanlar bilgeliği öğretsin” dendiği gibi Türklerde de yaşlılık tecrübe ve bilgeliğin simgesidir. Öyle ki çok eski devrilerde bazı yaşlılar, at sırtında, kendileri için yapılan özel sepetlerde savaş meydanına bile giderdi. Günümüzün kurmayları gibi cenk meydanını izler, komutanlara danışmanlık yaparlardı. Yani beden gücü olmasa da bilgi gücü, savaş meydanında bile kendini gösterirdi. “Dede Korkut” örneğinde görüldüğü üzere “baba” ve “dede”, Türk-Osmanlı kültüründe önemli bir makamdı; sözüne başvurulacak, en doğrusunu bilen ve yol gösteren kişi anlamına gelirdi. Masallardaki “ak sakallı dede”, “nur yüzlü nine” figürleri de böyledir. Ayrıca “koca” kelimesi ‘kocamış’ anlamına geldiği gibi “Koca Sinan” gibi örneklerde büyük, saygı uyandıran, hürmet edilen demekti. Osmanlı kültüründe yaşlılara hürmet, özellikle bayramlarda en görünür şeklini almıştır. Hepimizin bildiği üzere “büyüklerin ellerinden öpmek” ve onların şevkle dile getirdikleri hayır dualarını almak, yüzlerce yıldır değişmeyen bayram klasiğidir. Bu sene bazılarımız için bayramlaşma belki yalnızca görüntülü konuşmayla veya telefonla olacak. Ama büyüklerimizin hayatımızdaki ve gönlümüzdeki büyüklüğü, yerini her daim koruyacak.
‘Beş şey gelmeden önce beş şeyin değerini iyi bilmelisin’ dedi Resulullah ve devam etti: “İhtiyarlığından önce gençliğinin, hastalığından önce sağlığının, yokluğundan önce varlığının, meşguliyetinden önce boş vaktinin ve ölümünden önce hayatının.” Bu sözleri söyleyen Muhammed ül-Emin’in peygamberliği bir ramazan ayının “bin aydan hayırlı” bir gecesinde, yani Kadir Gecesi’nde başlamıştı. Ona ilk inanan gencin adı Ali b. Ebu Talib idi, yani Hz. Ali. O yıllarda Hz. Peygamber’den Kuran dinleyenler, örnek gençlerin kıssalarını öğrendiler: Putperestliğe zekâ ve cesaretle karşı çıkan genç Hz. İbrahim; ailesinden koparılıp köle olarak satılan, iftirayla hapse düşse de sonunda vezirliğe yükselen genç Hz. Yusuf; Hz. Musa’ya her koşulda yoldaşlık eden genç Hz. Yuşa; zorluklara sabırla dayanan asil genç Hz. Meryem; inancını korumak adına bir mağaraya sığınan gençler, yani Ashab-ı Kehf... Tüm bu ayetler, Hz. Peygamber’in gençlere gösterdiği sevgi ve nezaketin habercisi gibiydi. Torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i “cennet gençlerinin efendileri” diyerek severdi. İslam’ın en doğru şekilde anlatılması için gençlere sorumluluk vermekten çekinmedi. Hayatının son günleri yaklaşırken Doğu Roma’ya gidecek önemli sefere bir genci komutan atamıştı. Adı Usame b. Zeyd’di. İleri gelenlerden bazıları “Usame’nin çok genç olduğu, bu göreve daha ‘büyük’ birinin layık olduğunu” söyleyerek itiraz ettiler. Ama Resulullah, bu itirazlara rağmen Usame’ye güven duyduğunu ve onu görevden almayacağını herkese duyurmuştur.
GENÇ BİR SULTAN
Hz. Muhammed, bu olaydan kısa bir süre sonra 632’de dünyaya veda etti. Tam 800 yıl sonraysa, dünyaya son peygamber ile aynı adı taşıyan bir şehzade geldi. 21 yaşında tahta oturan o genç şehzade, sadece iki yıl sonra Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkentini fethederek “Fatih Sultan Mehmed” oldu. Yüzyıllar içinde İslam medeniyetinin en önemli merkezlerinden birine dönüşen İstanbul, 1918 yılındaysa düşman işgali altındaydı. 1919 ramazanında Beyoğlu Ağa Camii’nde ezan okunmamasından büyük üzüntü duyan 20 yaşında bir genç, şu dizeleri yazmıştı: “Havsalam almıyordu bu hazin hali önce/Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce/Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım/Allah’ımın ismini daha çok candan andım.” Bu dizeleri kaleme alan o gencin adı Nâzım Hikmet’ti. Halk büyük bir moral çöküntü içindeydi.
KESME ÜMİDİNİ
Tüm bu umutsuzluğa rağmen 38 yaşındaki bir komutan, toplarını meclise çevirmiş olan düşman gemilerinin “geldikleri gibi gideceklerine” inanıyordu. Adı Mustafa Kemal’di. Mücadeleye Anadolu’dan başlamak için 19 Mayıs’ta Samsun’a gitti. Buruk duygularla yaşanan o ramazan ayında (Haziran 1919) Amasya’da yayınlanan bildiride, “milletin istiklaline” inanan herkesi Sivas Kongresi’nde toplanmaya çağırdı. Kurtuluş yolunda gençlere yine büyük bir sorumluluk düşüyordu. Yüz binlercesi Balkanlarda ve Dünya Savaşı’nda şehit düşen gençlik, kalan gücüyle bir kez daha cepheye koştu. Sakarya’da, Dumlupınar’da, Afyon’da bayram edecekleri günlerin umuduyla, inançla mücadele ettiler: “Kesme ümidini kadir Mevlâ’dan, kadir Mevlâ’dan/Ver elini karlı dağlar aşalım, bayramlaşalım.” “Aziz İstanbul”, nice zorluklar aşıldıktan sonra, ancak 1924 ramazanını özgürce yaşadı ve Ramazan Bayramı’nı gerçek anlamda kutlayabildi. Bu aynı zamanda, umudunu yitirmeyip güzel günlere inananların bayramıydı.
GENÇLİĞİN ARMAĞANI
Mevlânâ gençlik çağı için Hz. Peygamber’in hadisini hatırlatan bir ifadeyle şöyle der: “Ne mutlu o kişiye ki, gençlik çağını ganimet bilir de borcunu öder. Kudretli olduğu günlerde, sıhhatli ve kuvvetli bulunduğu zamanlarda bu işi başarır. Çünkü gençlik çağı, yemyeşil, terütaze bir bahçe gibi esirgemeksizin meyveler verir”. İşte Kurtuluş Savaşı’nda ve sonrasında ülkenin ayağa kalmasında büyük sorumluluk üstlenen o gençler, “kudretli oldukları günlerin ganimet borcunu” fazlasıyla ödediler. O fedakârlık sayesinde bugün bizler ramazanları, Kadir gecelerini ve bayramları özgürce kutlayabiliyoruz. Onları Atatürk’ün 1923 yılı ramazanı vesilesiyle yayınladığı mesajla analım: “Gelişi ile övündüğümüz bu mübarek ayın hürmetine Allah’tan vatanımız ve cümlemiz için selamet niyaz ederken, aziz şehitlerimizin ruhuna Fatihalar ithaf ediyorum.” 19 Mayıs bayramınız kutlu, Kadir Geceniz mübarek olsun...
Anadolu’da ramazan, öncesinde yapılan hazırlıklarla dahi kendini belli ederdi. Kadınlar hep birlikte yufka açar, makarna keserdi. Bazı yörelerde mahalle mahalle dolaşılarak ramazanda dağıtılması için yardım toplanırdı. Ramazan sevinçle karşılanır, örneğin Siirt’te büyük “melede ateşi” yakılır, Isparta’da camiler “tırtır” adı verilen renkli kâğıtlarla süslenirdi. Ramazan davulu, Anadolu’da kimi yörelerde “teneke çalma” şeklini almıştır. Çocuklar ramazanın başrol oyuncularındandır. Örneğin Sinop’ta ramazanın 15. gecesinde fenerlerle süslü, boş bir ahşap tekne taşıyarak şehirde dolaşma geleneğine “helesa yalesa” adı verilirdi. Tabii esas gaye, ihtiyaç sahiplerine sadaka toplanmasıydı. Bu ve benzeri âdetlere bir ölçüde günümüzde de rastlayabiliyoruz.
İFTARIN TADI
Anadolu’da ramazan mutfağı çok zengindir. Uzun uzun anlatmak gerekir. Ama şu kadarını söyleyelim: Tarhana başta olmak üzere çorbalar, tahinli olanları dahil içli pideler, ana yemekte keşkek, meyveyi ve şerbeti bir kâsede birleştiren üzüm hoşafı iftar sofralarının vazgeçilmezleri olmuştur. Elbette her yörede bunlar farklı biçimler, lezzetler ve isimler alıyordu. Örneğin yumurtalı/ıspanaklı çorba Erzurum’da; unlu gıdalardan kahke ve gerebiç Antep ile Kilis’te, cennet çöreği Sivas’ta hazır edilirdi. Isparta’da bu aya özel olarak “şakşak helvası” çıkarılırdı. Ayrıca camilerde ve tekkelerde toplu iftarlar düzenlenirdi. Elbette hangi yiyecekler yenirse yensin, iftar sofrasının değişmezi, ihtiyaç sahipleri başta olmak üzere misafirler olurdu.
ÖZEL RAMAZAN KADROSU
Eski devirlerde küçük beldelerde iyi eğitimli din görevlisi bulmak kolay değildi. Bu nedenle “ramazan hocası” tutulurdu. Bu hoca gün içinde vaaz verir, “mukabele” ile Kuran okur, gece de teravih namazını kıldırırdı. Hatta bazı yerlerde halkı sahura kaldırmak bile onun göreviydi. Osmanlı bu ihtiyacı gidermek için pratik bir yöntem geliştirmiştir. Günümüzün yüksek eğitim kurumuna denk olan medreseler recep, şaban ve ramazan aylarında tatil olurdu. Medrese öğrencileri de Anadolu’daki beldelere “stajyer” olarak gönderilir, ramazanı burada geçirirlerdi. Hem halk hizmet alırdı, hem de “aday öğretmen” deneyim kazanırdı. Öğrencilerin yemeği-konaklaması yöre halkınca karşılanır, hatta imkân olursa cebine bir miktar harçlık konurdu. Bu uygulamaya “cerre çıkmak” adı verilmiştir.
HİKÂYE VE MÜZİĞİN GÜCÜ
Uzun ramazan gecelerindeki sohbetlere bazen gezgin hikâye anlatıcıları (kıssahan, meddah) da katılırdı. Bunlar Hz. Peygamber’in hayatı başta olmak üzere din büyüklerinden bahsederdi. Anlatılanlar içinde Hz. Ali’nin, Battal Gazi’nin kahramanlık hikâyeleri olduğu gibi Kuran’a dayanan “Yusuf ile Züleyha”, tasavvufi anlama sahip “Leyla ile Mecnun” da olurdu. Ayrıca ‘ramazaniyye’ adı verilen manzum eserler okunur, bunlara bazı şehirlerde Mevlânâ’nın Mesnevi’si ve Yazıcıoğlu Mehmed’in (ö.1451) Muhammediye’si eşlik ederdi. Ramazan, cami ve tekke musikisinin de en yoğun zamanıydı: Teravih namazıyla birlikte “cumhur müezzinleri” tekbîr, salavât ve ilâhiler okurdu. Ayrıca Kadir gecesinde mevlid, mîrâciyye ve regâibiyye bölümleri okunurdu. Mardin ve Urfa gibi pek çok şehirde bu gelenekler günümüze kadar uzanır.
ZİYARET GELENEĞİ
Arapçada “savm” kelimesi, Türkçedeki oruç kelimesinin karşılığı. “Bir şeyden uzak durmak, bir şeye karşı kendini tutmak” anlamına geliyor. Yani orucun anlamı yemek yememekten daha geniş. Kuran’daki “Sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındı” ayeti, orucun çok eski bir ibadet olduğuna işaret eder. Şintoizm, Brahmanizm/Hinduizm, Budizm ve Taoizm’de farklı biçimlerde oruç tutulur. Keza Mecûsilik, Maniheizm ve Sabiilikte de oruç vardı. Kimi oruçlar, sadece ruhban sınıfına aitti. Bazı kültürlerde krallar, tahta geçmeden önce oruç tutuyordu. “Güneşin oğlu” Japon imparatorunun oruç sonrasına özel, kutsal bir yemeği vardı. Elbette tüm kültürlerde orucun kuralları farklıdır. Yine de bazı ortak manevi değerler öne çıkar: Arınma, nefis terbiyesi ve adak olarak sunma.
PEYGAMBERLERİN İZİNDE
Abdülkadir-i Geylani (ö. 1165), Gunyetü’t-Talibin adlı eserinde şöyle yazar: “Âdem aleyhisselam, Resulullah’tan (sav) önce kendisine oruç farz kılınanlardandır”. Müslüman âlimlere göre Hz. Adem’den başlayarak diğer peygamberler de oruç tutmuştur. Örneğin oruç, Hz. Musa ve Yahudilik için önemli bir ibadettir. Yıl boyunca farklı günlere yayılmış oruçlar içinde 25 saat kadar süren Yom Kippur özel bir yere sahiptir. Yedinci ayın 10. günü tutulan bu oruçta, yemek, içmek, cinsel ilişki, yağ (eski zamanların parfümü) sürmek ve deriden yapılmış eşyalar giymek yasaktır. Yahudilikte oruç, öncelikle kefaret için tutulur. Anma, duaya hazırlık veya şükür için tutulan oruçlar da vardır. Bunun yanında dua, sadaka ve tevazu orucun uzantısıdır.
ÇEŞİTLİ BİÇİMLERİ VAR
Hz. İsa, İncil’de oruç tutarken gösterişten kaçınmanın, orucu insanların takdirini kazanmak için değil “Allah rızası için” tutmanın önemine işaret eder: “Oruç tuttuğunuz zaman, ikiyüzlüler gibi surat asmayın. Onlar oruç tuttuklarını insanlara belli etmek için kendilerine perişan bir görünüm verirler”. (Matta, 6: 14-20). Hıristiyanlıkta orucun biçimi kiliselere göre değişir. 40 günlük oruç dönemi de vardır ama oruçlar daha ziyade belirli gün ve saatlerde bazı yiyeceklerden uzak durma biçiminde uygulanır.
Oruç, tarih boyunca beden sağlığı için de tavsiye edilmiştir. Örneğin “İlaç içeceğine oruç tut” diyordu Greko-Romen düşünür ve tarihçi Plutark. Ondan 500 yıl önce yazan Hipokrat’a göre, “Hastayken yemek yemek, hastalığı beslemek” demekti...
SON YILLARDA POPÜLER
Son yıllarda sağlıklı kilo vermek, bedeni tazelemek için oruç tutmak hayli popüler. Buna İngilizcede “intermittent fasting” yani “aralıklı oruç” adı veriliyor. Aralıklı oruç diyetinin yemek yemeden geçirilen süreye bağlı olarak farklı biçimleri var. Bu konuda tüm dünyada klinik araştırmalar yapılıyor, bulgular tıp dergilerinde yayınlanıyor. Pek çok kuruluş ve hekim sağlıklı yaşam için aralıklı orucu tavsiye ediyor. Yemek şirketleri, buna uygun mönüler hazırlıyor. Elbette bu tür oruç/diyet uygulamalarının en önemli farkı, manevi öğretilerdeki beden-ruh, kalp-kalıp ilişkisinin sadece “beden/kalıp” bölümüne odaklanıyor olması.
‘Ne içindeyim zamanın/ Ne de büsbütün dışında/ Yekpare, geniş bir ânın/ Parçalanmaz akışında...’ Ahmet Hamdi Tanpınar, o güzelim şiirinde böyle tarif eder zamanla ilişkisini. Günümüzde neredeyse dakikalarla bile sürekli bağlantı halindeyiz. “Saat kaç?” diye merak ettiğimizde ilk baktığımız cep telefonumuz oluyor. Veya bilgisayarımız, kol saatimiz; hatta fırının elektronik saati... Zamana hükmedemesek de en azından saatlere hâkimiz. Gelin görün ki eskiden değil saati, ayları, yılları bile bilmek zor zanaat idi. İslamiyet, takvimlerin doğru düzgün tutulmadığı bir çağda, kendinde özgü yaşam ritmine sahip bir coğrafyada başladı.
EVVEL ZAMAN İÇİNDE
Arabistan’da mevsim farkları olsa da bunun gündelik yaşama doğrudan etkisi fazla sayılmaz. Hicaz’da tarımı etkileyen yoğun yağışlar, nehir taşması gibi kritik tekrarlar yoktu. Dolayısıyla yıllık güneş takvimi bir zaruret değildi. Ancak ayları bilmek yine de gerekliydi. Çünkü Araplar İslamiyet öncesinde bazı faaliyetleri zaman dilimlerine ayırmışlardır: Savaşmanın yasak olduğu “haram” aylar, ticaret ve hac ayları gibi. İslam’dan sonraysa ramazan, özel ibadetleri olan bir ay oldu. Oruç nedeniyle bu ayın “tam olarak” hangi akşam başladığını bilmek önem kazandı. Hz. Peygamber bunu en kısa biçimde “Ramazan hilâlini gördüğünüzde oruç tutun, şevval hilâlini gördüğünüzde bayram edin” diyerek ifade etmiştir. Bu o kadar yalın bir yöntemdir ki çölde, dağda bir başına olsanız bile kolayca uygulayabilirsiniz. Yani, gelişmiş aygıtların, hesaplamaların olmadığı çağlarda ramazan ayının geldiğini “gözle görmek” yeterliydi. Bununla birlikte ramazan orucuna herkesin aynı zamanda başlaması için hilalin görüldüğünü cümle aleme duyurmak gerekiyordu.
TOP ATILMA ZAMANI
Osmanlı’da ramazan hilalinin görülmesi (rüyet-i hilal) heyecanlı, biraz da eğlenceli bir olaydı. Genellikle şehrin en yüksek noktalarına, kale burçlarına veya tepelere çıkılır, hilalin kendini göstermesi beklenirdi. Onu ilk kimin göreceği bir yarış halini alır; o beldenin yöneticisi hilali gördüğünü yeminle veya şahitlerle bildiren ilk kişiye hediye verirdi. Ayrıca ramazanın başladığı, kaleden yapılan top atışıyla herkese bildirilirdi. Tüm şehir halkını ilgilendiren önemli olaylarda atılan top, ramazan ve bayram başlangıcının yanında iftar saatinin duyurulması için de kullanılmıştır. Elbette “top atma” geleneğinin doğuşu, İslamiyet’in doğuşundan yüzyıllar sonradır. Top, bildiğimiz şekliyle ancak 14. yüzyılın başlarından itibaren Akdeniz-Ortadoğu bölgesinde kullanılmaya başlandı. Bizim bahsettiğimiz toplar, kaynaklarda “şenlik topu” olarak geçer.
BİLİM ZAMANI