Bu taşıyıcılar herhangi bir hastalık belirtisi göstermese de etraflarına virüs bulaştırabiliyor. Peki ama bizim o 200 bin kişiden biri olmadığımızın garantisi var mı? Elbette yok. Ama “hayalet taşıyıcı” bile olsak hiç değilse sevdiklerimizi, yakınlarımızı nasıl koruyacağımızı biliyoruz: Şarkıda dediği gibi “Seni uzaktan sevmek, aşkların en güzeli.”
BÜYÜKLERİN ELLERİNDEN
Allah’ın Kuran’da geçen sıfatlarından birisi “Bâtın”dır: Yani gözle görülmeyen, duyulara gizli kalan. Sevgi de böyledir. Gözle görülmez, ölçülemez ama hissedilir. “Bâtın” sıfatının bir de tamamlayıcısı var: “Zahir”. Yani görülebilen, aşikâr. Allah’ın varlığı, yarattıkları (mahlukat) ve yansımaları (tecelli) vasıtasıyla görünür. Basit bir örnek verecek olursak, sevdiğimiz kişi “zahir”dir, ona duyduğumuz sevgi ise “bâtın”. Yaradan sevgisinin bir tezahürü, zahiri ibadetlerdir (namaz, oruç vd) İnsanî sevgi ise kucaklaşarak, “büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperek” gösterilir.
YANAK YANAĞA DEĞİL GÖNÜLDEN GÖNÜLE
Geçtiğimiz Ramazan Bayramı’ndaki kısıtlamalar olumlu sonuç vermiş, 10 gün sonraki vaka sayısında yüzde 15 azalma sağlanmıştı. Bu bayramda ise kamusal değil, “gönüllü kısıtlamalara” muhtacız. Gelin hepimiz, kendimizi doğrudan taşıyıcı olarak kabul edelim. Böyle bir durumda, bayram sevincimizi “zahiren” yaşamakta ısrar eder miyiz? Sevdiklerimizi, alışkanlıklarımızı tekrarlamak uğruna, bile bile hasta etmeyi göze alır mıyız? Elbette hayır. Gelin bu bayram, sevgimizin “zahirî” boyutunu “sosyal mesafeli” bir şekilde, “bâtınî” boyutunu ise en içten dileklerle, gönülden gönüle yaşayalım. Sonuçta hepimizin ortak duası, dünyamızı altüst eden bu salgının bir an önce sona ermesi değil mi?
KOLONYALAR HAZIR MI?BAYRAM ziyaretlerinin vazgeçilmezlerinden olan kolonya, malum sebeplerden ötürü yine revaçta. Kolonya bize Batı’dan gelmiş olsa da çıkış noktası İslam coğrafyasıdır. İslam medeniyetinde Hz. Peygamber’e atfedilen simge (rumuz) güldür. Gülün kokusunu yapraklarından alıp bir şişeye kalıcı şekilde aktarmak hiç de kolay bir iş değildi. Ancak Ortaçağ’ın Müslüman âlimleri, gülün suyunu damıtmayı başardılar. Cabir ibn Hayyan ve El-Kındî’yi izleyen İbn Sina, bir damıtma (distilasyon) tekniği icat etti. İlkeleri halen geçerli olan bu esans çıkarma tekniği, damıtılmış alkol elde etmenin de öncüsüdür. Nitekim Arapçada göze çekilen sürme anlamındaki “al-kuhl”, parfüm yapımında kullanılan imbiğin Avrupalılara geçmesiyle “alkol” olarak anıldı! 18. yüzyılda ise etil alkol, su ve güzel koku kullanılarak kolonya geliştirildi.
MAHLUKATA EZİYET EDİLMEZESKİLER, nedensiz yere denize taş atmamayı öğütlermiş: “O taş, bu kıyıya varmak için nice seneler yolculuk yaptı evlat. Nice badirelerden geçip karaya ulaştı. Sen o taşı denize atarak kat ettiği onca yolu heba etmiş oluyorsun. Yazıktır, yok yere zahmet verme. Hem balıkları da ürkütmesen keşke.” Ne kadar ince bir düşünce değil mi? (Günümüzde denize taş atan birine bu sözleri söyleyen, bir taş da kafasına yeme ihtimalini göze almalı!) “Eşref-i mahlukat”, yani “insan” olabilmenin temel gereklerinden birisi hayvanlara, bitkilere, eşyalara, hatta kıyıdaki taşa bile eziyet etmemek. Çünkü doğadaki, kainattaki her şeyin üzerimizde bir hakkı var. Köpeklerin, kedilerin, eşeklerin... Bu hak sahipleri içinde bize etinden postuna kadar her şeyini “kuzu kuzu” sunan kurbanlık hayvanlar, ayrı bir değer taşıyor.
Sevgili, eski sevgili, sözlü, nişanlı, nikâhlı, evli, bekâr, ayrı, ayrılmış, boşanmış, dul, çocuksuz-çocuklu, dargın, yakın veya uzak olması, sevip sevmemesi fark etmez...
Sevsen de, çok sevsen de, delice sevsen de, kızsan da, kıskansan da, aklından çıkaramasan da, unutamasan da, nefret etsen de fark etmez... Kadınları öldürmeyeceksin.
*
Çocukları da öldürmeyeceksin. Yaşlı, genç, erkek fark etmez... İnsanları öldürmeyeceksin.
Hayvanları, bitkileri, ağaçları, doğayı, geleceğini, yaşama sevincini, kendini... Kısacası insanlığını ve insanlığı öldürmeyeceksin.
*
Yüreğinin en derinlerine yaz. Tekrar tekrar yaz. Bıkmadan usanmadan her gün yeniden yaz. Hiç silinmeyecek kadar güçlü yaz ki, “gözün kararsa, aklın başından gitse” bile gönlün hatırlasın:
Bu mozaiklerdeki ‘Hz. Meryem ve Çocuk İsa’ figürü, Hıristiyan ikonografisinin en bilinen örneklerindedir. İşin ilginci, anlatılanlara göre o figürün bir benzeri, vakt-i zamanında Kâbe’de de bulunuyordu.
*
600’lü yılların başlarıydı... Fırtınaları ve zorlu akıntılarıyla ünlü Kızıldeniz’de bir Bizans gemisi, günümüzdeki Cidde yakınlarında, kayalıklara çarparak parçalandı. Mekke bölgesi büyük ağaçlardan yoksun olduğu için kereste temini zordu. Geminin akıbetini öğrenen Mekke’nin ileri gelenleri, karaya vurmuş büyük ahşap parçaları ve yelken direklerini satın alarak Kâbe’nin yeniden inşasında kullanmaya karar verdiler. İşte o tahta sütunlardan birinin üzerinde ‘Hz. Meryem ve Çocuk İsa’ resmi vardı.
*
Kâbe’nin yeniden inşasında görev almış olan Muhammed-ül-Emin, yıllar sonra artık ‘Allah’ın Elçisi (Resulullah)’ idi. Anlatılana göre Resulullah, Mekke’nin fethinden (630) sonra Kâbe’nin içindeki tüm putların dışarı çıkarılıp kırılmasını istedi. Putlar çıkarıldıktan sonra girdiği Kâbe’nin iç duvarlarında pek çok figür bulunuyordu. Bunlardan birinde Hz. İbrahim ve Hz. İsmail, ellerinde fal okları tutarken resmedilmişti. Hz. Peygamber, “Yemin ederim ki onlar fal okları çekmemiştir” diyerek iki peygamberin bu şekilde resmedilmelerini kınadı. Hemen Zemzem suyu ve bez getirtti. Önce ellerini bir resmin üstüne koydu ve “Elimin altındaki hariç tüm resimleri silin” dedi. Rivayete göre Kâbe’nin içinde Cahiliye devrinden kalıp da o gün silinmeyen tek resim, Hz. Peygamber’in elinin altındaki ‘Hz. Meryem ve Çocuk İsa’ figürüydü.
*
Pek çok İslam tarihçisi, Ezrakî’nin (ö.864) ‘Ahbaru Mekke’ adlı eserinde yer verilen bu rivayete şüpheyle yaklaşır. Elbette İslam’dan önce Kâbe’de ‘Hz. Meryem ve Çocuk İsa’ figürü bulunmasına değil... Asıl itirazları, Mekke’nin fethinden sonra bu resmin silinmemiş olmasınadır. Çünkü anlatılan olayın, putperestliği çağrıştırdığı için suretlere doğru ibadet etmemeye özen gösteren Hz. Peygamber’in genel tavrıyla örtüşmediğini savunurlar. Peki ama tüm itirazlara rağmen bu rivayet doğru olabilir mi? Bunu tam anlamıyla bilmemiz mümkün değil. Çünkü 683 yılındaki iç savaş sırasında Kâbe yandı. Ayrıca atılan mancınıklarla çatısı hayli zarar gördü. Bu nedenle yıkılıp tekrar inşa edildi. Dolayısıyla Hz. Peygamber’den sonraki yıllarda da görüldüğü rivayet edilen bu resimden herhangi bir iz kalmadı.
*
Yaşadığımız çağda neredeyse hepimiz zamanlama bağımlısıyız. Hayatımızdaki her şeyin tam vaktinde gerçekleşmesine öyle alışmışız ki... “Gecikme, rötar, iptal” kelimeleri, sinir olmak için yeterli. Salgın gibi mücbir (zorlayıcı) sebeplerle rutinimiz ve planlarımız bozulunca, ruh halimiz altüst oluyor. Tabii bir de karar almamızı zorlaştıran belirsizlik hali var. Koşullara göre hayatımızın ritmi baştan sona değişiyor. Geriye sadece kısa vadeli, günübirlik, hatta anlık planlar kalıyor. ‘As Time Goes By’ (Zaman Geçtikçe) şarkısıyla meşhur, II. Dünya Savaşı döneminde geçen ‘Casablanca’, böyle zamanları çok iyi yansıtır:
Rick: “Dün gece neredeydin?”
Ilsa: “Üstünden çok zaman geçti, hatırlamıyorum.”
Rick: “Seni bu gece görebilecek miyim?”
Bu tablonun Bellini’ye aidiyeti kesin olmasa bile İtalyan sanatçının meşhur Fatih portresini bilmeyen yoktur. Padişahın bunun dışında Osmanlı tasvir sanatçılarınca yapılmış portreleri de vardır. Saray ressamı Nakkaş Sinan Bey’e ve öğrencisi Şiblîzâde Ahmed’e atfedilen bu resimler, minyatür geleneğinin devamı olsa da bu tarzın ilk örnekleri sayılır. Bunlardan birisi “Gül Koklayan Fatih” adıyla bilinir ki sonradan pek çok benzeri yapılmıştır. Peki ama neden gül? Edebiyatta gül, sevgiliyi sembolize eder; “sevgili” ise öncelikle Hz. Muhammed’dir. Yani ‘çiçeklerin sultanı’ olan gül, rengi ve kokusuyla “Allah’ın sevdiğinin” (Habibullah) rumuzudur. Örneğin Yunus Emre, daima güzel koktuğu anlatılan Hz.Peygamber’in gül ile bağını şu dizelerle kurar: “Sordum sarı çiçeğe gül sizin nenüz olur/Çiçek eydür: Ey derviş, gül Muhammed teridir.” Fuzuli’ye göreyse “Şebnem-i gül-zâr-i ruhsâr-i Resûlullâhdur” (Gül bahçesinin çiy damlası, Resulullah’ın yanağı/yüzüdür). Fatih’in resimde kokladığı iki gülden birinin gonca, diğerininse açık yapraklı olması, sadece estetik bir tercih midir, bilinmez. Ancak tasavvufta goncanın Allah’ın birliğini (vahdet), yaprakları açık gülün çokluğu (kesret) anlattığını biliyoruz. Bazen de gonca taze bir derviştir, açılmış gül ise olgunlaşıp kemale eren. Ve tabii gül koklayan bülbüldür, yani gülün sadık âşığı. Fatih döneminin büyük şairi Sinan Paşa’ya göreyse (ö.1486) gülün güzelliğini ortaya çıkaran ona duyulan aşktır: “Aşktır gülleri peydâ eden/Aşktır gül yüzlüleri hüveydâ eden”.
FATİH’İN ÜNİVERSİTE SINAVI NASIL GEÇTİ?
Böyle diyordu Ajda Pekkan’ın seslendirdiği, 1967 tarihli Fecri Ebcioğlu şarkısı. Bu şarkıyı birkaç gün önce Hürriyet’teki “Bulaşırsa bulaşsın” başlıklı haberi okuyunca hatırladım. Şöyle yazıyordu haberde: “Neden maske takmadıkları sorulan bazı gençlerin yanıtları şaşırttı: ‘Zaten herkese bulaşacak diyorlar. Ölen ölsün kalan sağlar bizimdir.’, ‘Zaten bu hayatı şans eseri yaşıyoruz.’, ‘Gençler bir şekilde atlatıyor.’
Antik çağlardan beri yetişkinler, gençleri eleştirip durdular. “Zamane gençleri”, umursamazlığın, kaybolan değerlerin, bozulan dünyanın sembolü olarak görüldü. Bu Roma’da da böyleydi, Osmanlı’da da... Şimdi gündemde Z kuşağı (belki de “zıtlaşma kuşağı” demeli) var. Kuşaklar arası değer çatışması, bugün de ortadan kalkacak gibi değil. Haliyle yukarıdaki haberi okuyanların en hafifinden “Vay vicdansızlar”, “Şu hale bak” gibi tepkiler vermesi şaşırtıcı olmaz. Ama gelin görün ki kızmak, “delikanlı diye kesip atmak işin kolay yolu.” Zor olansa gençlerin neden böyle konuştuğuna kafa yorup umursamazlığın önüne geçebilmekte. MFÖ’nün dediği gibi: “Bunun bir başı sonu yok mu? Sebepsiz sonuç olur mu?” EMPATİ ÖĞRENİLİR Mİ? Araştırmalara göre ders kitaplarındaki bilgiler (buna ahlâk bilgisi de dahil) gençlerin “bilişsel” gelişimine katkı sağlıyor ancak duygulara etki eden “duyuşsal” yeteneklerin gelişimi için farklı yöntemler gerekiyor. Bu yöntemlerden ilki, sahada çalışmak. Yani başkalarına, “ötekine” faydası dokunan projelerde yer almak. Kendinden daha zor durumdaki insanları, hayvanları veya doğal çevreyi ‘dünya gözüyle’ görmenin farklı bir dönüştürücü gücü var. Empati “yüz yüze” olunca daha derinden gelişen bir duygu. Hani denir ya “Görünce içim acıdı” veya “Görünce içim açıldı” diye... Saha ziyaretlerine yararlı işleri, geliştirecekleri bilim projelerini de eklemek gerek. Çünkü kişisel katkısıyla -küçük de olsa- bir şeyleri değiştirebilmek insanlara umut veriyor, idealler hayata anlam katıyor. Başkasına hayrı dokunanın, kendine de hayrı dokunuyor. Elbette tüm gençlerin koşa koşa böyle projelere katılmasını beklemek hayal. Ama bu tür faaliyetler temel eğitimin parçası olursa yaşayacakları olumlu değişimi hayal etmek zor değil. İyi düşünce ve umut kendi kendine yeşermiyor, düzenli olarak beslemek gerekiyor.
LAFTA KALMAYAN ÖRNEKLER
Değerler eğitiminin bir yolu da rol modelleri. İnsanlık tarihi boyunca peygamberler ve onların izinden giden veliler, bilgeler, değerler eğitiminde hep en ön sırayı aldılar. Modernleşmeyle birlikte bu kadim gelenek farklı bir boyut kazandı: Devlet liderleri, bilim insanları ve sanatçılar, rol modeli oldular. Öğretmenlerin değeriyse hiç azalmadı. Ne var ki gençler üzerinde en etkili rol modelleri öncelikle anneler, babalar ve aile büyükleri. Hal böyleyken, biz yetişkinlerin gençleri kınayıp onlara “ayar vermekten” daha önemli bir görevimiz var: Kendimize çekidüzen vermek. “Yalan dünya, her şey bomboş” nakaratlarıyla, hayatımızın sadece olumsuz yanlarını dile getirirken nasıl doğru örnekler olabiliriz ki? Israrla “Biz düzelemeyiz, bizden adam olmaz”, derken “hazret-i insan” olduğumuza inanmak mümkün mü? Tabii şunu da hatırlayalım: Onların yaşındayken büyüklerin gözünde biz nasıldık acaba? Öyleyse gelin, dünyayı iyileştirmeye kendimizden başlayalım. Mesela en basitinden çatık bir ifade yerine gülümseyen bir bakış... Bakarsınız maskenizin üstünden görünen o olumlu bakış, zamanla başkalarına da bulaşır. Zaten konu iyilikse, bırakalım gönlümüzdeki güzellikler -genç, çocuk, yetişkin, yaşlı- herkese bulaşsın.
Bu pazar “Babalar Günü”. Malum, millet olarak “baba” kavramını çok severiz. Gönlümüzde yer etmiş “baba” çoktur: Meydanlarda “Kurtar bizi baba!” nidalarıyla karşılanan Süleyman Demirel, Orhan Baba, Müslüm Baba, Erkin Baba... Eski filmlerimiz ve dizilerimiz efsane baba karakterleriyle doludur. Ayrıca baba, arkadaşa-dosta samimi sesleniştir: Baba n’aber! Bu sevginin kökleri çok eskilere dayanır. Türkler, Müslüman olduktan sonra manevi büyüklerine “baba” dediler, büyük hürmet gösterdiler: Arslan Baba, Geyikli Baba, Gül Baba... Elbette “baba” vasfını kazanmak kolay bir iş değildi. Ne de olsa gönüllerdeki babalık, eskilerin ifadesiyle öyle “bir maşrapa sıcak suyla” elde edilmez; sabır, emek ve fedakârlık gerektirir. Gazalî, 12. yüzyılda şöyle yazmıştı: “Ey oğul! Nasihat vermek kolaydır. Onu kabul edip mucibince amel etmek ise güçtür.” Yani başkasına söylediğini kendisi uygulamayan (kâli ile hâli bir olmayan) kişinin babalığı laftadır. Ayrıca büyüklük taslayıp “babalanmakla” baba olunmaz. 90’lı yılların mizahi şarkısındaki gibi “Ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur” diyenden “baba bir adam” çıkmaz. Nitekim Lokman Hekim, şu nasihatte bulunmuştu: “Yavrucuğum... İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme.”
ANNELİKTEN DAHA BAŞKA
Bırakın insanları, hayvanlarda bile “anne şefkati” diye bir hakikat var. Ama “babalık” öyle değil. Doğadaki aslanlar gibi sert babalar da var, fedakâr “penguen” babalar da. Mesafeli duranlar da var, yumuşak kalpli sevecen babalar da... “Baba-okulunda” görerek edinilen değerler, çocuklar aracılığıyla toplumun değerleri oluverir: “Oğul atadan görmeyince sofra kurmaz.” Bir Arap atasözüne göre “çocuk babasının sırrıdır”, yani onun izlerini taşır. Hal böyleyken babanın yanlış seçimleri sonraki kuşakları da etkiler: “Baba koruk yer, yedi göbek torununun dişi kamaşır.” Elbette babadan iyi bir rol model olması beklenir. Eski Türkçedeki “Ata orunu, oğulka kalır” (babanın şerefi, oğluna kalır) sözü boşuna değildi. Hz. Peygamber bu konuda şöyle demişti: “Hiçbir baba, evladına güzel terbiyeden daha üstün bir hediye vermemiştir”. Çocuklar babalarına senede bir gün hediye alsa da iyi bir baba, davranışlarıyla çocuğuna her gün “en üstün hediyeyi” sunmak durumunda. Ataerkilliğin yerini giderek “çocuk-merkezli” yaşamın aldığı çağımızda, bitmek bilmeyen maddi-manevi talepleri karşılamak zor zanaat olsa da...
Hiç şüphesiz eski devirlerde babalığın merkezinde erkek çocuk sahibi olmak vardı. Atasözlerindeki “baba-oğul” kalıbı bunun en açık yansımasıdır. Öte yandan tarihte kız evlatlarına sevgisini gösteren babalar da vardır. Hz. Peygamber, kendi babasını hiç görmemiş, ayrıca evlat acısı yaşamış bir babaydı. Onun, “Benim bir parçamdır, ona eziyet eden bana eziyet etmiş gibidir” dediği Hz. Fatıma başta olmak üzere, kızlarına gösterdiği sevgi ve ilgi iyi bilinir. Ayrıca kız torunu Ümame’yi çok sever, onu namaz kılarken sırtına çıksa bile eliyle tutar, secdede dahi omzundan indirmezdi.
AYNI UNVANI TAŞIRLARDI
Tüm eşitsizliklere karşın Osmanlı padişahlarının kızları da “sultan” unvanı taşırlardı. Bu zaman zaman tefrişat kuralının ötesine geçmiş, padişahlar kızlarıyla yakın olmuşlardır. Örneğin Kanuni Sultan Süleyman’ın çocukları içinde kendine en yakın gördüğü, kızı Mihrimah Sultan idi. Ayrıca geçmişte babaların çocuklarına sevgilerini açıkça ifade etmedikleri görüşü de fazla iddialı bir genellemedir. Örneğin Keykavus b. İskender 11.Yüzyıl’da şöyle demiştir: “Ciğer köşem... Baba ve ana senin için ölmeye razı olurlar, ta ki sana bir elem değmesin diye.” Şair Nabi de 1699 civarında, ‘Hayriyye’ adlı eserinde “can-ı peder”ine (babasının canı) şöyle sesleniyordu: “Pertevi-i nûr-ı hayatım sensin/Mahz-ı hayr-ı berekâtum sensin” (Ömrümün nurunun ışığı sensin, bolluk ve bereketimin özü sensin). Yürekten seven ve sevilen tüm babalara, canımız babalarımıza selam olsun... Bu dünyadan göçenlerin de ruhları şâd olsun.BABA HAKKI VARSA VAR HAKEMİNE NE GEREK VAR?BEŞİKTAŞ’ın efsane futbolcusu, kaptanı ve başkanı Hakkı Yeten, “baba” lakabını herkese sahip çıkması, saygı uyandıran otoritesi ve tabii iş ahlakı sayesinde kazanmıştı. Baba Hakkı’ya öylesine güven duyulurmuş ki, hakemler tartışmalı pozisyonlarda onun fikrini sorarlarmış. Sahadaki Baba Hakkı da adının hakkını verir; Beşiktaş’ın ister lehine, ister aleyhine olsun hiç tereddüt etmeden gördüğünü, doğru bildiğini söylermiş. Eğer günümüzde de her futbolcu maç içinde Baba Hakkı gibi davranabilse VAR hakemlerine gerek kalmazdı. Genel kural, sporda da geçerli: Bireysel erdemin zayıfladığı yerde sıkı denetim ve polisiye tedbirler artar. Atatürk boşuna dememiş “Ben sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim” diye.
‘İYİLEŞMEK’ ne güzel bir kelime değil mi? Hem beden sağlığına, hem de iyi olmaya işaret ediyor. COVID-19 virüsü gündelik hayatı esir aldığından beri gözümüz hep iyileşenlerin sayısında. Umudumuz tüm hastaların iyileşmesi ve salgının son bulması. Ama gelin görün ki insanlığın tarihi kadar eski, başka bulaşıcı hastalıklarımız var. Örneğin kin, nefret, ırkçılık... Bakın Amerika’da olup biten şu son olaylara. Ayrımcılık ve merhametsizlik, hepimizin vicdanını derinden yaralanmıyor mu? Hadi o kadar üst perdeden gitmeyelim, daha sıradan hastalıklara bakalım: Başkalarının derdini görmezden gelmek; kendini büyük, başkalarını küçük görmek; kıskançlık, haset... Tüm bunlar bir sözle, bir davranışla bulaşan, insanın yüreğini daraltan virüsler değil mi? Nitekim gönlümüz (psike) hastalandığında bedenimiz de (soma) hasta oluyor. Bunun bilimsel adı: Psikosomatik rahatsızlıklar. Dolayısıyla yüreklerimizi, yıpratıcı tavırlara bağışıklık kazanacak şekilde güçlendirmeye ihtiyacımız var. Sonuçta kalıcı iyileşmenin yolu, hepimizin “iyi”leşmesinden geçiyor.
İYİLİĞE VE İÇ GÜZELLİĞE YOLCULUK
CUMA kelimesi, “toplamak, bir araya getirmek” anlamındaki ‘cem’ kökünden türemiştir. Biz de bundan böyle cuma günleri sizlerle bu köşede bir araya gelecek; iyiliğe, iç güzelliğine ve etik değerlere uzanan bir yolculuğa çıkacağız. Gündelik davranışlarımızın insanlık ve inanç tarihindeki köklerini keşfetmeye çalışacağız. Kültürümüzü şekillendiren Anadolu, Türk ve İslam medeniyetinin bize aktardığı mirastan yararlanacağız. Ayrıca toplum bilimlerini bu mirasla harmanlamaya gayret edeceğiz. Bunun için akılla gönlü, bilimle vicdanı ortak bir zeminde ele almalıyız. Geleneğe başvurmaktaki amacımız, daha iyi bir geleceğe doğru ilerlemek. Ne demiş atalarımız: “Niyet hayır, akıbet hayır.”
SİYAH TENLİ KIRMIZI TENLİ
“Ey insanlar!... Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır”. İslam Peygamberi, 632 yılında Veda Hutbesi’nde kendisini dinleyen on binlerce kişiye işte böyle seslenmişti. Bu sözlerden de kolayca anlaşılacağı üzere İslam, ırk ayrımcılığını, ırka dayalı üstünlüğü her şekilde reddeder. Kabileciliği, “Cahiliye âdeti” olarak görür. Ancak bu idealin her durumda aynı doğrulukla uygulandığını söylemek mümkün değil. Bu konuşmadan yüzyıllar sonra “siyah tenli”, insan hakları savunucusu bir rahip olan Martin Luther King, ABD’de ırk ayrımcılığının son bulması için çabalarken tarihi konuşmasında şöyle diyecektir: “Bir hayalim var. Gün gelecek, dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar.” Dünyamızın mevcut haline bakarsak, bu ideallere erişmek için önümüzde hayli “uzun, ince bir yol” var. Hep birlikte “iyileşmek” için gitmeliyiz “gündüz-gece”...
GÖLLER KURUMADAN ÖNCE