Naci Cem Öncel

Ramazanı dinliyorum

15 Mayıs 2020
Bu ramazan belki de şehirlerde bugüne kadar hiç duymadığımız kadar çok kuş sesi duyuyoruz. Ses kaydının henüz icat edilmediği zamanlarda ramazan, özel sesleri dinlemek için bir fırsattı.

Güncel Türkçedeki en ilginç çelişkilerden biri “müzik” ve “mûsiki” ayrımıdır. Müzik deyince akla güncel şarkılar veya “Batı müziği”, musiki deyince Osmanlı döneminin eserleri veya “Türk sanat musikisi” geliyor. Oysa kelimenin aslında böyle bir ayrım yoktur: Müzik-musiki aynı şeydir. Her ikisi de eski Yunan kültüründeki “ilham perisi” anlamına gelen “mûs” kelimesinden türemiştir. (Sanatçıya ilham veren bu mitolojik perilerin ismi, ayrıca sanat eserlerinin sergilendiği “müze” kelimesinin de köküdür). Yani aynı kelime, Türkçeye Arapçadan “musiki”, Batı dillerinden “müzik” olarak geçmiş. İkisinin de kaynağı, öz anlamı bir: İlhamla gelen güzel sesler...

İLHAM NEREDEN GELİR

Sanatı ve müziği besleyen “ilham”, İslamiyet’te de ilahi bir armağan olarak görülmüştür. İnsanın kalbine, zihnine ‘indirilen’ bir bilgidir. İlham “geldiği” zaman bir bestekâr, sadece gönlünde, aklında beliren melodileri duyar; adeta başka şey işitmez olur. “İçinden taşan (feyz)” o sesleri dünyaya duyurmak için sabırsızlanır... “İçli” bir beste, “içten” okunan bir ilahi, dinleyenlerde farklı duygular uyandırır. Vecd halinde gazel veya mevlid okuyan birinin gözleri dış dünyaya kapanır... Güzel bir nâme, özel bir ses, insanın “içini” titretir, gönlüne dokunur. Hal böyleyken “Müzik ruhun gıdasıdır” denmesi çok tabii değil mi? İslami sanatlar içinde en kitlesel ve yaygın olanı da zaten müziktir. İslam şehirlerinin en özgün ses karakteristiği, günde beş kez okunan ezandır. Üç Müslüman bir dağ başında bir araya gelse, içlerinden biri namaza başlamadan önce -kabiliyeti olsun olmasın- “kamet” getirir. Tüm ilahi kitapların öğretiminde olduğu gibi Kuran eğitiminde de ritmik, melodik okuma esastır. Yunus Emre’nin “Sordum Sarı Çiçeğe” gibi ilahileri, yüzyıllar boyunca Anadolu’da küçük çocukların ilk söyledikleri “parça”lardan olmuştur: “Çiçek eydür (der ki) derviş baba, annem babam topraktır.”

SAHUR VAKTİNDE

Eski devirlerde geceler, günümüzün şehir uğultusuyla karşılaştırılmayacak kadar sessizdi. Ama bunun bir istisnası vardı: Ramazan. Bir ay boyunca geceler canlanır, evdeki hareketlilik “sabaha kadar” sürerdi. Gecenin sessizliğini gümbür gümbür yaran davul, mahalleyi inlete inlete söylenen maniler ramazana özgü seslerdi. Sahur vaktinde artık günümüzde kaybolmuş sesli bir gelenek daha vardı: Müezzinlerin minarelerden okuduğu “temcid”. (Temcid, halk arasında sahur anlamında da kullanılmıştır ve tekrar ısıtılıp sofraya getirilen “temcit pilavı” sözü de burada gelir). Asıl anlamı “yüceltme” olan temcid, Allah’a yakarışlara ve duaya salavatın eşlik ettiği bir biçimdi. Başka zamanlarda da okunsa bile daha çok sahurdakiler hatıralarda yer etmiştir. İlahiler ve salavatlar, sadece sabahların değil, camide kılınan teravih namazlarının da ayrılmaz parçasıydı. Örneğin Topkapı Sarayı’nda, Hırka-i Saadet dairesinde kılınan teravih namazlarında, her dört rekât başında farklı makamlardan Türkçe ilahiler okunması bir gelenek halini almıştı.

CAMİLERİN BAYRAMI

İslam medeniyetinde Kuran “okumak” ile şarkı “okumak” arasında doğrudan bir bağ vardı. Kuran’ın sesli okunması aslında müzikli okumadır; “kıraat ve musiki” bir bütündür. Camilerin ve dergâhların müzik kültüründe merkezi bir yeri vardı. Önemli isimler buralardan yetişirdi. Kuran’ı ezbere okuyan hafızlar içinden hafızalarda yer eden “ses sanatçıları” çıkmıştır. Ses kaydının olmadığı devirlerde “canlı” dinleme tek seçenek olduğu için ramazan, özel sesleri dinlemek için kaçırılmayacak fırsattı. Çünkü ramazan boyunca camilerde “mukabele” geleneği vardı. Yani sabah, öğle ve ikindi namazından sonra sesli Kuran okunur, cemaat de bunu takip ederdi. Hem mukabele, hem de teravih vesilesiyle güzel sesli hafızlar ve gazelhanlar ramazanda büyük kitleleri camilere çekmiştir. Öyle ki “cemaatin azalmaya başladığı o koca mabetler halkı alamaz” hale gelirdi. Hafız Sami (1874-1943) gibi bazı isimler, söz konusu heyecanı 20. yüzyıla taşımıştır. Tabii ramazanın özel sesleri sadece dini müzikten ibaret değildi. İftardan sonra Karagöz-Hacivat gösterilerindeki çocuk kahkahaları meydanlardaki satıcıların seslerine karışırdı. Ayrıca konaklarda veya mevsimine göre bahçelerde fasıllar düzenlenirdi. Bayram geldiğinde ise kutlamalar, eğlenceler ve tabii ses cümbüşü doruğa çıkardı.

 

Yazının Devamını Oku

Kendisiyle baş başa kalanlar

14 Mayıs 2020
Karantina, sokağa çıkma yasağı derken belki de hiç olmadığımız kadar ‘kendimizle’ vakit geçiriyoruz. Hz. Peygamber de ramazanın son on gününde ‘itikâf’ adı verilen bir ‘izolasyon’ süreci yaşardı.

İslam medeniyetinin ilk şehri olan Medine’deki Mescid-i Nebevi, ramazanda farklı bir ibadete tanıklık ederdi. Hz. Peygamber ramazanın son on gününde, Mescid-i Nebevi’de kendini dış dünyadan izole eder, vaktini tefekkürle (düşünerek), Kuran’la ve namazla geçirirdi. Bu ibadete “itikâf” adı verilir. “Kendini dünyadan alıkoyarak, yalnızca ibadete vermek” anlamına gelen itikâf, Kuran’da da geçer: Biz (...) İbrahim ve İsmail’e, ‘tavaf edenler, itikâfa girenler (ibadete kapananlar), rükû ve secde edenler (namaz kılanlar) için Beyt’imi (Kâbe’yi) temiz tutun’ diye emretmiştik.” Buna göre itikâf, önceki peygamberlerden intikal etmiş bir ibadettir. Hz. Peygamber, ramazan itikâfına Mescid-i Nebevi’de kurulan bir çadırda girerdi. Yani kendisini ayrı, kapalı bir bölümde tümüyle izole eder, sadece zaruri ihtiyaçları için dışarı çıkarken gündelik meselelerden uzak dururdu.

HER ŞEY ORADA BAŞLADI

Aslında Müslümanlığın yolculuğu da yine bir ramazan ayında ve böyle bir “manevi izolasyonda” başlamıştır. Hz. Peygamber, özellikle 35 yaşından sonra her yıl belirli günlerde Mekke yakınlarındaki Hira Dağı’nda, küçük bir mağarada inzivaya (halvete, uzlete) çekilirdi. İşte Kuran’ın “Oku!” emriyle başlayan ilk ayetleri, Hz. Muhammed’in 610 yılındaki inziva döneminde nazil oldu. Resulullah, mağaradaki bu manevi halini mescitteki itikâf çadırında farklı bir boyuta taşımış gibidir. İtikaf, tüm fıkıh kitaplarında yer alan bir ibadettir. Ne var ki sünnet olmasına rağmen diğer ibadetlere göre daha az bilinir. Bu durum cami mimarisindeki değişimde de görülür. İslam medeniyeti büyüyüp yayıldıkça, Mescid-i Nebevi’deki toplanma, ibadet, eğitim ve yönetim gibi fonksiyonlar da ayrı binalarda, ayrı kurumlarda sürdürülür oldu. Hz. Peygamber’in “çadırdaki” itikâf ibadeti içinse camilerde ayrı odalar, küçük bölmeler yapılmıştır. Bu odalar, zamanla camide namaz kılınan alanın dışına kaymış, hatta tamamen ayrılmasıyla, “halvethane, tevhidhane, çilehane” adıyla bilinen müstakil bölümler ortaya çıkmıştır. Bunlardan günümüze ulaşan en eski yapı Ahmet Yesevi’nin Türkistan’daki halvethanesidir. Ankara’da Hacı Bayram, Gelibolu’da Yazıcıoğlu Ahmet Bîcan ve Kastamonu’da Şâbân-ı Velî külliyeleri içindeki halvethaneler, Anadolu’da bilinen örneklerdendir. Bunlara İstanbul’dan Vefa, Merkez Efendi ve Hekimoğlu Ali Paşa Külliyesi’ndekiler eklenebilir.

TUR DAĞI’NDAN ANADOLU’YA

Hz. Peygamber’in Hira Dağı’nda inzivaya çekilmesiyle Mescid-i Nebevi’deki on/yirmi günlük itikâfları, “halvet, uzlet” uygulamalarının esasını oluşturur. Buna ilaveten Kuran’da anlatıldığı biçimiyle Hz. Musa’nın Tur Dağı’ndaki 40 günlük ibadeti de ilham kaynağı olmuştur. Öyle ki Arapça “kırk” yani “erbain” kelimesi, zamanla “kırk gün süreyle özel bir mekânda inzivaya çekilip kendini ibadete vermek” anlamında kullanılmıştır. Tüm bunların temel gayesi, insanın dünyevi kaygılardan uzaklaşarak gönlünü sadece Yaradan’a yöneltmesi; manevi arınma için gayret göstermesidir. Halk arasında “Yedi Uyurlar” adıyla bilinen Ashab-ı Kehf de aynı şekilde “inancını korumak amacıyla uzaklaşma” simgesidir. Kuran’da bunlar eski bir devirde, putperestlerin baskılarından kurtulmak için bir mağaraya sığınan inançlı gençler olarak anlatılırlar. İspanya’dan Doğu Türkistan’a kadar pek çok yerde “Yedi Uyurlar” mağaraları karşımıza çıkar. Keza Anadolu’daki en eski halvethanelerden birisi Afşin-Elbistan (Kahramanmaraş) yakınlarında bulunan Ashâb-ı Kehf Ribâtı’nda yer alır. Burada “erbain çıkaranlardan” birisi de Anadolu’nun gönül sultanlarından Hacı Bektâş-ı Velî’dir. Anadolu halkının manevi ikliminde derin tesirler bırakan Hacı Bektaş (ö.1271?), Velayetname’de şu sözlerle anlatılır: “Kimsenin ayıbını görüp yüzlemedi ve her giz taharetsiz yere basmadı. İbadetten ve taatten bir dem bir saat hâli olmadı.” Aynı kaynağa göre Hacı Bektaş, Medine, Necef, Şam ve Kudüs’e yaptığı ziyaretlerde de halvete girmiş, oruç tutarak erbain çıkarmıştır. Günümüzde yüz binlerce kişinin ziyaret ettiği Kırşehir yakınlarındaki Hacı Bektaş-ı Veli Külliyesi’nde de bir halvethane bulunuyor.

Yazının Devamını Oku

Gökyüzüne yazı yazmak

13 Mayıs 2020
Günümüzde ışık ve lazer gösterileri, üç boyutlu yansıtmalar nasıl heyecan yaratıyorsa, eski devirlerde de ramazan mahyaları öyle hayranlık uyandırırdı.

Tarih boyunca insanlığın en büyük ideallerinden biri oldu “geceyi aydınlatmak”. Karanlık ve ışık, neredeyse tüm inançların, dinlerin en temel kavramlarındandır. Tevrat, Yaradılış Kitabı’nda şöyle der: “Rab, ‘Işık olsun’ diye buyurdu ve ışık oldu. Rab ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı”. Kuran’da Allah, “nur üstüne nur” benzetmesiyle anlatılırken kutsal kitap ve Peygamber de “karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için” gönderilmiştir. Aydınlık-karanlık yanında gece-gündüz, güneş, ay, sabah ve yıldız da Kuran’da pek çok defa geçer. Elbette ışık, aynı zamanda insanın içindeki karanlığın aydınlanmasıdır: “Kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu?” Manevi yolculukta gayenin “iç karanlığın aydınlatılması” olduğunu öğreten dinler, ibadethaneleri aydınlatmaya da çalışmışlar, ayrıca mumları, kandilleri, meşaleleri, yani ışığı ritüellerin parçası olarak kullanmışlardır.

BÜYÜK KANDİLLER

Işık, İslamiyet için pratik bir öneme sahiptir. İbadet, sabah hava aydınlanmadan önce başlayıp karanlıkta sürdüğü (akşam ve yatsı) için yapay aydınlatma bir gerekliliktir. Hz. Peygamber zamanında son derece alçakgönüllü bir yapı olan Medine’deki Mescid-i Nebevi, başlarda hurma yaprakları yakılarak aydınlatılıyordu. Bir sahabenin Şam’dan getirdiği kandiller, zamanla sultan-halifelerin gönderdiği gösterişli altın-gümüş kandillere dönüştü. Daha büyük, daha yüksek ibadethaneler inşa edildikçe aydınlatma ihtiyacı da büyüdü. Süleymaniye, Selimiye ve Sultanahmet gibi camiler için her biri başlı başına sanat eseri olan dev asma kandillikler üretilmiştir. Bunları her gece yakıp gündüzleri de söndürmekten sorumlu görevliler vardı. O zamanlar ışığın kaynağının ateş olduğunu, bunun da her an yangın tehlikesi taşıdığını unutmayalım.

IŞIK BİR ŞENLİKTİR

Eski devirlerin gece karanlığını tasavvur etmek bizler için hayli zor. Ama şurası açıktır ki gece karanlığındaki ışık, insanların ve medeniyetin habercisiydi. Aydınlatma, medeniyetin büyüklüğü ile doğru orantılıydı. Işık, aynı zamanda kutlama ve şenlik demektir. Özel gecelerde sokakların, evlerin aydınlatılması Çin’den İskandinavya’ya kadar hemen her yerde görülen evrensel bir gelenektir. Bu gelenek İslam medeniyetinde de eski zamanlara uzanır.

HER EVE IŞIK

Örneğin Halife Ömer bin Abdülaziz (ö.720), ramazanın ilk günü Mekke’de herkesin evinin önüne ışık koymalarını emretmişti. Gezginler bize ramazanda mum ve kandil sayısının da arttırıldığını söylüyor. Belirli dönemlerde Mekke’de “mevlid” gecesinde, fanus kandiller ve meşaleler eşliğinde Kâbe’den Hz. Peygamber’in doğduğu eve yürünmüştür. Bir başka ışıklı ramazan geleneği Medine’de karşımıza çıkar: Teravih namazından sonra düzenlenen “mum alayı”. Mısır’da Fatımi halifesi Muiz-Lidînillâh (ö.975) zamanından itibaren ramazanda alaylar düzenlenip ev ve sokakların aydınlatılması âdetten olmuş ve günümüze kadar uzanmıştır. Türkçede dini anlamı olan gecelere “kandil gecesi” denme nedeni de özel aydınlatmalardır.

GECENİN SÜSÜ

Yazının Devamını Oku

30 günlük devrialem

12 Mayıs 2020
Pasifik’ten Atlantik’e uzanan 1.8 milyarlık Müslüman âleminde ‘on bir ayın sultanı’ için çok farklı gelenekler var. İşte Endonezya, Fas, Kırgızistan, Tunus, Mısır, Çin, Senegal ve Balkanlar’dan renkli ramazan adetleri...

İslam dininin temel ibadetlerinden olan orucun kuralları her yerde aynı. Ayrıca dünyanın hangi ülkesine giderseniz gidin ramazan, Müslümanlar için oruç ve yardımlaşma ayıdır. Bu ayda kılınan teravih namazının yanı sıra Kuran okuma gibi dini pratikler artar. Ne var ki ramazan etrafında oluşan kültürde, yerel koşullar ve gelenekler doğrudan rol oynar. Örneğin havanın çok sıcak olduğu Arap ülkelerinde ramazanda gündüz uykusu sıra dışı bir durum değildir. Endonezya’da fitre olarak genellikle pirinç dağıtılır. Dolayısıyla “ramazan medeniyeti” deyince bizim gözümüzde Osmanlı’dan miras kalan gelenekler canlansa da aslında Pasifik’ten Atlantik’e uzanan büyük bir kültürel çeşitlilik söz konusu. Elbette tüm bu renkli tabloda dikkat çeken ortak yanlar var. Öncelikle Afrika’dan Çin’e kadar her yerde ramazana özel yemekler, yiyecekler hazırlanıyor. Buna bayram yemeklerini de ekleyebiliriz. Türkiye’de nasıl pide ve güllaç ramazanın değişmez yiyecekleri ise Senegal’de “ramazan şekeri”, Arap ülkelerinde “kadayıf dolması” (Türkiye’deki kadayıftan çok farklı), Fas’ta nohutlu-etli “harire çorbası”, Özbekistan’da “nişalda tatlısı”, Endonezya’da hindistancevizinden yapılan “kolak” böyleymiş. Çin’de ise genellikle “la mien” adı verilen bir tür erişte tercih edilirmiş. Yeri gelmişken, Anadolu’nun pek çok yöresinde ramazana doğru kadınların “erişte kesmek” için toplandığını da söyleyelim.

AYNI SOFRANIN BAŞINDA

İftar sofrasında misafir ağırlamak ve kalabalık iftar, tüm dünyada yaygın bir gelenek. Balkan ülkelerinde ramazan davetleri evin dışına taşar, İslam’ın yayılıp benimsenmesinde önemli rol oynayan dergâhlarda (Bektaşi, Rufai, Halveti vb) din, dil, ırk farkı gözetilmeden herkese açık iftar sofraları kurulurdu. Evliya Çelebi, bugün Yunanistan’da bulunan “Müslüman, Hıristiyan veya diğer dinlerden herkese minnetsiz sofrası açık” Memi Baba Türbesi’ndeki bir ramazan iftarına bizzat katılmıştır. Aynı gelenek günümüzde Makedonya’da (Ohri, Kalkandelen) sürüyor. İlginç bir şekilde 11 Eylül olaylarından sonra ABD’de ve Avrupa’da yaşayan Müslüman azınlıklar, yaşadıkları toplumlara ve yöneticilere kendilerini daha yakından tanıtmak için benzer bir uygulamaya yöneldiler.

İnsanları sahura kaldırmak için tokmak sallayan davulcuları Ortadoğu’da da duymak mümkün. 80’li yıllarda Fas’ta ramazanın başladığını ilk duyuransa şehirlerdeki siren sesleri olurmuş. Bu ülkede ayrıca iftara az zaman kala oynanan futbol turnuvaları düzenlenirmiş. İslam coğrafyasında yaygın bir başka gelenekse küçük çocukların mahallelerinde dolaşıp maniler okuyarak evlerden şeker gibi ikramlar toplaması. Kırgızistan’da buna “Caramazan” adı veriliyor. “Masum, günahsız” olan çocukların bu vesileyle ettikleri duaların kabul olacağına inanılıyor. Bu ülkede ramazan başlamadan önceki günde kabir ziyaretleri yapılıp mezarlara mum bırakılması âdetine günümüzde bile rastlamak mümkün. Arife günlerindeyse çamaşır yıkamak, iğne kullanmak ve elbise dikmek hoş karşılanmıyor. Ramazanın en renkli, en cümbüşlü yaşandığı ülkelerin başındaysa Endonezya geliyor. Öncelikle nehirlerde arınma amaçlı yıkanma törenleri düzenleniyor. Sokaklardaki karnaval geçitlerinde “Burak”ı (Miraç yolculuğunda Hz. Peygamber’ı taşıyan varlık) andıran “Warak” kuklaları, geceleri de meşaleler taşınıyor. Evliya Çelebi bu şenliklerin bir benzerine 17. yüzyılda Mısır’da tanık olmuştur. Bu ülkede ramazan hilalinin görülmesiyle her taraf rengârenk kandillerle fanuslarla donatılır ve bir alay düzenlenirdi. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre, “muhtesip gecesi” olarak bilinen bu şenlik yürüyüşüne kadınlar da katıldığı için “kadınlar bayramı” dendiği olurmuş. Hatta yıl boyu heyecanla beklenen bu şenlik o kadar sevilirmiş ki, kadınlar evlenmeyi “bu şenliğe katılmalarına engel olunmaması şartıyla” kabul ederlermiş!

HAYIRLISI OLSUN

Bir de ramazanın “manevi feyzinden ve bereketinden” yararlanmaya yönelik gelenekler var. Örneğin Tunus’ta nişan törenleri en fazla ramazanda gerçekleşiyormuş. Aynı durum erkek çocuklarının sünneti için de geçerli. Hatta sünnet töreninde özellikle ramazanın 27. gecesi (Kadir Gecesi) tercih ediliyor. Ramazan Bayramı’nda kabirlere gidilip dua okunması pek çok ülkede yaygın bir gelenek. Bunun ardından genellikle ailenin büyüklerine gidiliyor. Malezya’daysa geleneksel kıyafetler giyilerek yapılan bu ziyaretlere ayrı bir önem veriliyor: Büyüklerden onlara karşı işlenen hataların affedilmesi istenerek bir tür “helallik” alınıyor.

Yazının Devamını Oku

Türkiye için çarşı vakti

11 Mayıs 2020
Salgın nedeniyle kapalı bulunan AVM’ler bugünden itibaren kapılarını açıyor. ‘Eski ramazanlarda’ olduğu gibi alışveriş hareketliliği yeniden başlıyor.

Çok eski devirlerden beri hac merkezi olan Mekke, aynı zamanda bir alışveriş şehriydi. Hz. Peygamber de Medine’ye hicret ettikten kısa bir süre sonra tümüyle yeni, vergiden muaf bir pazaryeri açılmasını istemiştir. Bu pazarın hem müşterileri hem denetçileri (muhtesip) içinde ilk zamanlardan itibaren kadınlar da vardı. Yani ticaret ve alışveriş, İslam medeniyetinin ilk safhasından itibaren önemli bir faaliyet olmuştur. Bu anlayışı çok geniş bir coğrafyaya taşıyan Müslüman devletler, pazarların kesintisiz çalışmasına özen gösterirken, bir yandan da yeni çarşılar yaptırdılar. Bunların bazıları şehir merkezinde, bazıları ise şehir surları veya liman civarında olurdu. Tüm bu çarşı tipleri Anadolu’da gündelik konuşmaya “eski çarşı, yeni çarşı, büyük çarşı” gibi isimlerle yansımıştır. İstanbul’daki meşhur Kapalıçarşı’nın da asıl adı “Çârşû-yı Kebîr” yani “büyük çarşı”dır. Yabancı dillerde “Grand Bazaar” olarak anılmasının nedeni de budur.

ÇADIRDAN KAPALI ÇARŞIYA

Bugün pazarlarda gördüğümüz yan yana tezgâhları örten çadırlar, çarşıların temelidir. Müşteriyi ve malları güneşten koruyan tentelerin yerini zamanla sabit dükkânlar ve küçük çatılar almış, sonrasındaysa sokaklar tümüyle kapatılarak “kapalı çarşı”lar meydana gelmiştir. İşte bunlar, günümüz AVM’lerinin atasıdır. Dünyanın en ünlüsü “Kapalıçarşı” ise yüzyıllar boyunca Ortadoğu-Avrupa coğrafyasının en büyük AVM’si konumundaydı. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden hemen sonra Kapalıçarşı’nın çekirdeği sayılan bedesteni inşa ettirmiş, gelirini de kurduğu vakfa bağışlamıştır. Zamanla muazzam ölçülere ulaşan Kapalıçarşı, elbette tek değildi. Ona İstanbul’da Mısır Çarşısı, Galata Bedesteni ve Üsküdar Çarşısı eşlik ediyordu. Anadolu-Balkan şehirleri de Selçuklu-Osmanlı medeniyetinin kapalı/uzun çarşıları (bedestenleri, arastaları) ile doludur. Akla ilk gelenler Bursa, Edirne, Manisa, Amasya, Konya, Kayseri, Trabzon, Urfa, Hatay, Antep ve Çanakkale’nin tarihi çarşılarıdır. Bunlara sadece büyük şehirlerde değil Merzifon, Beyşehir, Tire, Zile, Safranbolu, Buldan gibi yerleşimlerde de rastlarız. Ayrıca Balkanlar’da Üsküp, Saraybosna, Selanik, Larissa, Sofya, Filibe ve Şumnu’yu, Ortadoğu’da Şam’ı da unutmayalım.

RAMAZAN BEREKETİ

Elbette mesele sadece “AVM” inşa etmekten ibaret değildi. Bir de bu dükkânları dolduracak ürünleri üretmek, kimilerini ta Çin’den, Hindistan’dan getirtmek, güzel şekilde sergileyip doğru fiyattan satmak gerekiyordu. Osmanlı’da ürün temini, kalite ve fiyat denetimi hassas bir konuydu. Çünkü gündelik yaşamı doğrudan etkiliyordu: Fiyatlar çok düşük belirlenirse şehre getirilecek gıda/ürün miktarı azalıyor, yüksek belirlenirse de halk zorlanıyordu. Yılın en büyük “shopping fest”i ise tabii ki ramazan ayıydı. Bu dönemde her türlü gıdanın yanı sıra temizlik ve aydınlatma malzemelerine, mutfak ve sofra eşyalarına, halıdan havluya, minderden örtüye kadar pek çok ürüne talep hızla artardı. Tabii ramazanın sonuna doğru bir de bayram alışverişi vardı ki bu da kumaş, giyim, ayakkabı ve hatta oyuncak alışverişinin canlanması demekti.

SATICININ AHLAKLISI

Ama alışveriş dünyasında belki de hepsinden önemlisi, tüccarın-esnafın “meslek etiğine” sahip olmasıydı. Kuran’daki “Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın, insanlara eşyalarını eksik vermeyin” gibi ayetlerin yanı sıra ürünün kaliteli olması, özelliklerinin açıkça belirtilmesi üzerine çok sayıda hadis vardır. Bu titizlik zamanla fütüvvet ve Ahilik gibi “erdem sahibi esnaf” örgütlerini oluşturdu. Mesleğe giriş, yetişme ve ustalık belirli usullere bağlandı. Hatta Yahudi ve Hıristiyan esnaf da bu ilkeleri paylaşırdı. Ahilik, “meslek odası” olmanın yanı sıra aynı zamanda “kişisel gelişim” ve “sosyal dayanışma” fonksiyonlarını içermiştir. “Ben bugün satış yaptım. Siz komşumdan alın, o henüz siftah yapmadı” cümlesi, bu dayanışma ruhunun özeti gibidir. Osmanlı’nın yerleşmesinde önemli rol oynayan Ahilik, yerini zamanla devletin doğrudan denetlediği esnaf birliklerine bıraksa da temel ilkeler değişmemiştir. Örneğin esnaf, sabah namazından sonra kapalı çarşının “dua meydanı” veya “dua kubbesi” adı verilen bölümünde toplanır, hep birlikte doğruluk yemini ettikten sonra “helâl ve bereketli” kazanç için dua ederdi. İşte eski zaman AVM’lerinde gün böyle başlardı...

Yazının Devamını Oku

Eli öpülecek anneler

10 Mayıs 2020
Belki bu Anneler Günü’nde ve Ramazan Bayramı’nda bazılarımız annelerini gönlünce ziyaret edemeyecek. Ama anne sevgimiz yüzyıllardır olduğu gibi eksilmeden devam edecek...

İlahi kitaplardaki annelikle ilgili anlatılardan birisi, din öğretilerinin sınırlarını aşmış, evrensel bir kıssaya dönüşmüştür... Hz. Süleyman, 40 gün oruç tuttuktan sonra kendisine bilgelik (hikmet) verilir. Bir zaman sonra karşısına iki kadın çıkagelir. Her ikisi de aynı çocuğun annesi olduklarını söylerler. Hz. Süleyman hikmetiyle durumu açıklığa kavuşturmak için bu çocuğu aralarında “paylaştırmayı” önerdiğinde “gerçek” annenin yüreği buna dayanamaz. Çocuğunun hayatını kurtarmak için annelikten vazgeçmeyi bile göze alır ve davadan çekildiğini söyler. Annenin bu büyük fedakârlığı onu evladına kavuşturur.

FEDAKÂR ANNELER

Evlat sahibi olmak için dua eden, zorluklara sabreden fedakâr annelerden Kuran’da pek çok ayette bahsedilir: “İlk ana” Hz. Havva, Hz. İshak’ın annesi Sâre, Hz. İsmail’in annesi Hacer ve Hz. Meryem’in annesi Hanna... Hz. Musa’nın (ve Hz. Harun’un) annesi Yokebed, çocuğunun hayatını kurtarabilmek için -ilahi bir ilhamla- onu sepet içinde Nil Nehri’ne bırakır. Neyse ki sütannesi olarak oğluna tekrar kavuşur. Kuran’daki annelere Hz. Musa’yı sahiplenerek ona sarayda annelik yapan Asiye de eklenebilir. Anne şefkati, ibadetlere bile yansımıştır. Haccın en önemli ibadetlerinden olan Sa’y, Hz. İsmail’in annesi Hacer’in çölde oğluna su bulabilmek için Safa ve Merve tepeleri arasında, kucağında bebeğiyle koşmasına dayandırılır. Elbette kendisinden pek çok ayette bahsedilen “Meryem Ana” da İslam kültüründe özel bir yere sahiptir. Hz. İsa, Kuran’da “Meryem oğlu İsa” olarak anılmıştır. Kuran’da anne olmanın zorluklarına da dikkat çekilmiştir: “Biz insana, anne ve babasına güzel muamele etmesini emrettik. Zira annesi onu nice zahmetlerle karnında taşımış ve nice güçlüklerle doğurmuştur.” Anne (ve babaya) yaşlandıklarında “öf bile dememek” gerekir.

CENNETİN KAPISI

Hz. Peygamber’in “Cennet annenin ayakları altındadır” hadisini duymayan pek azdır. Ancak anneliğin değeriyle ilgili sözleri bundan ibaret değildir. Bir sahabe, “İnsanlar arasında iyilik yapmama en layık kimdir?” diye sorduğunda Hz. Peygamber “Annendir” diye cevap verir. Adam, “Sonra kimdir?” diye sorduğunda “Sonra yine annendir” cevabını alır. Adam, aynı soruyu üçüncü kez sorduğunda yine aynı cevabı alır: “Sonra yine annendir”. Cevap ancak soru dördüncü kez tekrarlandığında değişir: “Sonra babandır”. Ayrıca “[Namazdan] sonra en değerli ibadet hangisidir?” diye soran birisine doğrudan “Anne-babana iyi muamele etmendir” demiştir. Müslüman toplumlarda Resulullah’ın annesi büyük hürmet görmüş, kız çocuklarına Emine (Amine) ismi verilmiştir. 6 yaşında annesini kaybeden Resulullah, Hz. Ali’nin de annesi olan yengesi Fâtıma bint Esed tarafından büyütülmüştür. Hz. Peygamber ona hayatı boyunca büyük hürmet göstermiş, “Annemden sonraki annem” demiştir. Onunla aynı ismi taşıyan kızı Hz. Fâtıma’ya da kendisine gösterdiği ihtimam nedeniyle “Ümmü Ebiha” yani “Babasının annesi” demiştir.

ANA KARNINDAN DÜNYAYA

Annelikle ilgili ayetler ve hadisler İslam medeniyetinde âlimlere ilham kaynağı olmuştur. Onlara göre Kuran’ın ilk ayetindeki geçen “Rahman ve Rahim” sıfatlarıyla annelerin “merhamet” vasfıyla “ana rahmi” kelimelerinin aynı kökten gelmesi anlamlıdır. Müslüman düşünürlere göre “Allah’ın yaratıcılık sıfatı insanlarda anneler aracılığıyla tecelli eder”. Ayrıca insanın varlık yolculuğuyla anne karnı arasında benzerlik kurulmuştur. Onlara göre insanın bu âleme gelmeden önceki âlemi ana karnıdır: “İnsan o âlemde iken bu âlemi bilmez idi. Orada öldük ve dünyaya geldik”. İşte bu düşünceden hareketle içinde yaşadığımız dünya/kâinat da ana karnına benzetilmiş, bu dünyadaki ölüm “sonraki âleme doğuş” olarak tasvir edilmiştir.

ANNELERİN HAKKI

Yazının Devamını Oku

Ruhu doyuran şiirler

9 Mayıs 2020
Ahmet Yesevî’den Yunus Emre’ye kadar yüzyıllar boyunca halkın sevgilisi olmuş ‘gönül sultanları’, orucun manevi anlamını daha ziyade şiirle anlattılar.

Hz. Peygamber, oruç hakkında “Yalanı ve yalandan hareketleri terk etmeyenin yemeyi içmeyi bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur” demiştir. Ayrıca şöyle dua etmiştir: “Allah’ım! Huşû duymayan kalpten, doymayan nefisten sana sığınırım.” Yani oruç, “yemeyi-içmeyi bırakmaktan” ibaret değildir. Orucun gayelerinden birisi “doymayan nefisten” uzaklaşıp sükûnet ve tevazu içinde “huşû duyan” kalbe yaklaşmaktır. Bu anlayış sadece hadislerde kalmamış, yüzyıllar içinde halkın inanç dünyasında da yer etmiştir: “Oruç, aç kalmak değildir”. Türklerin bu manevî değerleri gönül rızasıyla benimsemesinde Ahmet Yesevî, Yunus Emre gibi “gönül dostları” tarih boyunca önemli rol oynadılar. Onlar ibadetlerin gözle görünmeyen anlamlarını, halka sade bir şekilde anlatmak için genellikle şiirden yararlandılar. Bu şiirler hem sözlü hem de yazılı kültür aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarılıp günümüze ulaşmıştır.

İLK PEYGAMBERDEN BUGÜNE

Orta Asya’dan tüm Türk coğrafyasına ve Anadolu’ya uzanan Yesevî gelenek, İslam’ın esaslarının kolayca anlaşılmasına aracı olmuştur. Ahmed Yesevî’nin halifelerinden Hakîm Süleyman Ata (ö.1186), orucun Hz. Âdem ile başladığını, cümle peygamberlerin oruç tuttuğunu dile getirir (günümüz Türkçesiyle): “O ilk atamızı, Hak yarattı/ Topraktan suret kılıp can verdi/ O can ile namaz kılıp oruç tuttu/ Orucunuz kabul olsun ya Ramazan! (...) Yazmış Yûnus derya içinde yuttu balık/ Hoş-kadr dili kurtardı Tanrı’m Halık/ Bu oruç bütün yaratılmışlara mucizedir/ Muhammed ümmetine ya Ramazan!”

ORUÇ TUT AMA KİBİRLENME

Yunus peygamber ile aynı adı taşıyan Yunus Emre (ö.1320?) de ibadetin ve orucun gerekliliği üzerinde durmuştur: “Yunus sen kendini görme, ibadet kıl mahrum kalma/ Benden öğüt ister isen söyleyeyim bildiğimden/ Budur Çalab’un (Yaradan’ın) buyruğu, tutun oruç kılın namaz.” Bununla birlikte ibadetlere güvenip kibre kapılmamak gerektiğini de vurgular. Çünkü gönülden yakarış (niyaz) olmaksızın yapılan ibadet, Yaradan’ın sevgisine kavuşmak için tek başına yeterli değildir: “Orucuna güvenme namazına dayanma/ Cümle tâ’at (ibadetler) tak olur nâz ü niyâz içinde.” Orucun, bilinen biçimlerinin yanında, bir de “savmü’l-kalp” denilen “gönül orucu” kavramı vardır ki, “kalbe Hak’tan başkasını koymamak” anlamını taşır. Ramazan orucunda nasıl bedene dışarıdan bir yiyecek girmezse, bu manevi oruçta da kalbe Allah sevgisinden başka şey girmemeli; âşık daima maşukunu anmalıdır. Yunus, oruçtan bahsederken buna da dikkat çekmiştir: “Gayrısına gönül verme Allah sevgisi var iken.”

Yazının Devamını Oku

Okumak ve yazmak sanattır

8 Mayıs 2020
610 yılının ramazan ayıydı... Her şey “Oku” ayetiyle başladı. Ve Kuran-ı Kerim o günden başlayarak 1410 yıl boyunca hem okundu, hem de pek çok sanata ilham verdi.

Bir ramazan ayında, Mekke yakınlarındaki Hira Dağı’nda başlayan Kuran’ı-Kerim’in yolculuğu, Hz. Peygamber’in vefatından kısa bir süre öncesine kadar sürdü. Kuran tüm ayetleriyle 632 yılında tamamlanmıştır. Ancak yolculuk aslında burada sona ermedi. Kuran’ın seslendirilmesi, yazılması ciltlenmesi ve hatta saklanması, pek çok sanat faaliyetinin gelişmesini sağladı.

YAZININ YOLCULUĞU

Araplar, 3. yüzyıl sonlarında Ortadoğu’daki daha eski örneklerden devraldıkları bir yazı biçimini kendilerine özgü hale getirmişlerdi. Elbette okuma-yazma çok az sayıda kişi tarafından biliniyordu. Kuran, Arabistan yarımadasından başlayarak okuma-yazmanın yaygınlaşmasına aracı oldu. Kuran ayetlerinin iki kapak arasında toplanıp, “fiziki anlamda” tek bir kitap haline getirilmesi Hz. Ebu Bekir’in halifeliğinde (632-634) başlasa da standart bir biçime kavuşması Hz. Osman (644-656) zamanındadır. Fetihlerle birlikte muazzam bir coğrafyaya yayılan Müslümanlar gittikleri yerlere Kuran’ı da götürdüler. Elbette bu, Kuran’ın çoğaltılmasını ve tabii büyük dikkatle yazılmasını gerektiriyordu. Matbaadan önceki yüzyıllarda yazıcılık mesleğinin gelişiminde bu faaliyetin büyük rolü vardır.

BÜYÜYEN YAZILAR

Kuran’ın yazımı, zamanla çoğaltılma amacının ötesine geçerek başlı başına bir sanata dönüştü. “Hüsn-i hat”, yani “güzel yazı” dediğimiz sanat, çok farklı biçimler aldı. Örneğin başlardaki geometrik yazılar daha akışkan hale geldi. Harfler bazen uzadı, bazen iç içe geçip başlı başına bir desene hatta resme dönüştü. Üstelik Emevî devrinden itibaren gösterişli ibadethaneler inşa edilmesi, yazının kitapların dışına çıkıp binalara taşınması demekti. Taşlara kazınan, ahşaba işlenen ayetler, bazen de titizlikle boyanarak duvarlara nakşedilmiştir. Böylece yazının sadece malzemesi değil ölçeği de değişiyordu. Örneğin hat sanatının büyük ölçülerdeki nadide örnekleri, İstanbul’da Ayasofya’dadır. Her biri 7.5 metre çapındaki levhalarda “Allah, (Hz.) Muhammed, (Hz.) Ebu Bekir, (Hz.) Ömer, (Hz.) Osman, (Hz.) Ali ile (Hz.) Hasan ve (Hz.) Hüseyin” yazmaktadır.

YAZIYI KORUMAK

Yazının Devamını Oku