Oruç zamanı bolluk içinde geçen bir dönemdir. Bu yüzden de halk ramazanı büyük bir hevesle bekler. Bu ayda... Kedi ve köpeklere de sadaka verilir. Türkler her gün ikindi zamanı Şehzade Mehmet Camii’nin önüne gelerek kedilerle köpeklere et ve küçük şişlere geçirilmiş kızarmış ciğer parçaları verirler. Bu, çok önemli bir sadaka yerine geçer... Bazı kişiler kafesteki bir kuşu satın alıp onu serbest bırakarak sevap kazanmayı umut ederler.” Alman seyyah Schweigger, 16. yüzyılda bir ramazan günü İstanbul’da gördüğü manzarayı, bu sözlerle anlatır. Türklerin hayvan sevgisini hayretle yazmış tek gezgin de o değildir. Örnekleri çoktur...
MERHAMET TİMSALİ
Zamanı bile “12 hayvanlı takvim”le izleyen Türkler için at, kurt, keçi, kartal, şahin, turna özel değer taşımış; koyunlar ve köpekler başta olmak üzere hayvanlar adeta ailenin ayrılmaz parçası sayılmışlardır. Bu sayede İslamiyet’in hayvana verdiği değeri benimsemeleri hiç de zor olmayacaktır.
*
RAMAZANIN ortaları... 12 Haziran 1919. Yunan işgali yayılıyor... “Paşam! Bütün Amasya emrinizdedir. Gazanız mübarek olsun... Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.” Bu sözlerin sahibi, şehrin ileri gelenlerinden Müftü Hacı Hafız Tevfik Efendi’ydi. Karşıladığı kişiyse Mustafa Kemal [Atatürk] ve arkadaşları. Evlerden gelen yemeklerle hükümet konağında hemen bir iftar sofrası kuruldu. Paşa, dualarla açılan iftar sofrasında, kurtuluşa dair görüşlerini anlattı. Aldığı destek, onu çok sevindirmişti.
*
Ramazanın son haftası... 22 Haziran 1919. Mustafa Kemal Paşa ve yol arkadaşları, Amasya Genelgesi’ni açıkladılar: “Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” Zorlu bir mücadelenin umut dolu ilk günleriydi...
*
11 Temmuz 1921. Başta şehitlerin yetimleri ve gazi çocukları olmak üzere tüm çocuklara hizmet için Ankara’da kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin koruyuculuğunu, Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa, “kemâl-i iftihar ile kabul etti”.
28 Kasım 1921. Sakarya Meydan Muharebesi zaferle sonuçlanmış... “Gazi Hazretlerinin annesi Zübeyde Hanım”, yetim öğrenciler için çok anlamlı bir bağışta bulundu: “Her sene ramazan ayının Kadir Gecesi’nde, Darüşşafaka öğrencileri tarafından okunacak Kuran-ı Kerim’in sevap ve mükâfatının öncelikle Peygamberimiz Efendimizin mübarek ruhlarına, [onun] ailesine, bütün peygamberlere... Hakk’a eren velilerle kadın-erkek bütün müminlerin ve şehitlerin temiz ruhlarına... hediye edilmek şartıyla, Allah rızası için 20.000 kuruş kağıt parayı malından” vakfetti.
*
Kuran-ı Kerim, pek çok ayette kendinden “kitap” olarak söz eder. Ayrıca Tevrat, İncil ve diğer peygamberlere gönderilen kutsal metinler de “kitap”tır. “Oku” kelimesiyle başlayan “kitap”, İslam medeniyetinin temelinde yer alır. Dolayısıyla kitaba ve yazıya saygı esastır. Önce Hz. Peygamber’in gönlüne ve zihnine işlenen; ardından ezberlenip yazıya geçirilen Kuran, hem okuma-yazmanın gelişimine doğrudan etki etmiştir, hem de yazı sanatı ve kitap kültürüne.
İNSANLAR YAZA YAZA
Kuran’ın ve İslam’ın doğru şekilde aktarılması ihtiyacı, yazı faaliyetlerinin gelişiminde önemli rol oynadı. Hukuk (fıkıh), hadis, kelam/felsefe, tarih gibi kollara ayrılan bilimler için yazı ve kitap temel bir ihtiyaçtı. Tabii ki astronomiden tıbba, kimyadan coğrafyaya kadar uzanan diğer tüm bilim dallarıyla birlikte... Bunlara yazının gündelik hayattaki kullanımlarını da eklemek gerek. Sonuçta Atlantik Okyanusu’ndan Çin’e uzanan İslam coğrafyasında, devlet idaresi ve ticaret için, kayıt tutma ve yazılı haberleşme kaçınılmazdı.
GÖZLERİN GIDASI
Yazı, zamanla bir görsel sanata da dönüştü. Hat, yani güzel yazı, İslam medeniyetinde engin bir kültürdür. Düz yazıdan resme uzanan; malzemesine, zamana ve ustasına göre değişen çok farklı türleri vardır. Üstelik hat, sadece “kâğıt üstünde” kalmamış, mimarinin en temel unsurlarından biri olmuştur. Hatta, taş oymacılığı ile üç boyutlu bir hale dönüşmüştür. Cami kubbelerinden saray kapılarına, hatta mezar taşlarına kadar hemen her mekânda hat sanatı örneklerine rastlamak mümkündür. Bakır işlemeden çiniye kadar pek çok el sanatı, güzel yazıyla zenginleşmiştir. Ayrıca tezhip (süsleme) ve ebru, kitap kültürünün ayrılmaz parçası olarak hat sanatıyla birlikte gelişmiştir.
*
Ramazanda sesiyle ruhumuzu doyuran ney gibi, geleneksel kalem de sazdan kesilerek imal edilirdi. Zaten
Bakmayın siz tapu dairesindeki kayıtlara... Aslında hiçbirimiz tam anlamıyla sahibi değiliz üzerinde yaşadığımız bu dünyanın. Hele de havanın, denizin, yeraltının. Ve dahi cümle mahlukatın... Atalarımızın konakladığı bu mülkü, torunlarımıza devretmek üzere emaneten idare ediyoruz. İşte vakıf kurmak da böyle bir şey: Elinizdeki varlığın sadece size ait olmadığı inancıyla... birikimlerinizle kalıcı bir hizmet kurumu meydana getirmek.
MEYVESİNİ HERKES YESİN
Hz. Ömer sahip olduğu bir hurma bahçesini hayır işlerinde kullanmak istemiş, bunu nasıl yapması gerektiğini Hz. Peygamber’e danıştığındaysa şu cevabı almıştı: “Satılmaması, hibe edilmemesi, miras bırakılmaması ve ancak meyvesinden infak edilebilmesi (yararlanılması) şartıyla oranın aslını tasadduk et (sadaka ver).” Vakıf, İslam medeniyetinin geliştirdiği bir kurum. Temel gayesi, uzun vadeli bir sadaka kaynağı sağlamak. Geliri veya mahsulüyle vakfettiğiniz mülk, sizin olmaktan çıkar; vakıf senedinde belirtilen hizmet ne ise sadece onun için kullanılabilir.
YÜZYILLARCA YAŞASIN
Birini düşünelim: İnsanlara daima tebessüm eder... Kimseye sesini yükseltmez... Muhatabı kim olursa olsun yüzüne dönerek konuşur... Topluluktaki en az bilgili kişi kimse onun anlayacağı biçimde anlatır... Sokakta yürürken küçük çocuklar dahil herkese güler yüzle selam verir... Alçakgönüllüdür... Teşekkürü unutmaz... İnce düşünür ve kimseyi incitmemeye dikkat eder...
*
Günümüzde bir erkeği bu vasıflarla tanıtacak olsak ne kadar ilgi görür acaba? Acaba fazla efendi, fazla nazik mi bulunur? 21. yüzyılı tam olarak kestiremiyoruz... Ama böyle bir erkeğin, 7. yüzyılda, ona düşman olanların bile saygısını kazandığını biliyoruz. Hem de sertliğin, “maçoluğun” norm olduğu bir ortamda... O insan, Hz. Muhammed Mustafa’dır.
*
Ramazan ayı, farklı yaşam ritmi ve sofra alışkanlıklarıyla, çocukken hafızamıza güçlü şekilde kaydedilir. Hatta tatlı anılarla dolu çocukluk ramazanları, nostalji sebebidir. Örneğin 1911-1922 arasını savaşlarla geçiren kuşağı ele alalım. Onların çocukluğundaki ramazanlar, güzel barış yıllarını hatırlatıyordu. Bir sonraki kuşaktaysa elektriğin yaygınlaşması ve kentleşme nedeniyle, pek çok gelenek adım adım kayboldu. Tüm bu değişimler, beraberinde “Nerede o eski ramazanlar?” klişesini getirdi. Düşünsenize... Bizler bile pandemi öncesi “eski” ramazanları özler olduk.
HATIRLA ‘SEVGİLİ’Yİ
İslam tarihinde de Hz. Peygamber ile birlikte geçirilen yıllar, “asr-ı saadet” olarak hatırlanmıştır. Resulullah’a gönülden inanıp sohbetlerine katılan “sahabe”, onunla birlikte geçirdikleri zamanı kendi çocuklarına özlemle ve muhabbetle anlattı. “Sevgili” Peygamber’in hiç unutulmaması istenen söz ve davranışları ezberlendi. Bunlar zamanla bir araya getirildi ve nihayetinde yazıya döküldü. İslam medeniyetinin ortak hafızası olan hadis ve sünnet külliyatı işte bu şekilde oluştu. Çok fazla sayıda hadis ezberleyenlere “hafız” dendi. Aynı Kuran’ı ezberleyenlere dendiği gibi...
GÜÇLÜ HAFIZA İÇİN
Eğer sen başkalarını davet etmek istersen... evvelce çok iyi hazırlık gör. Evin barkın, sofra ve tabakların temiz; odan minderlerle döşenmiş; yiyecek ve içeceklerin de seçkin olmalı.” Böyle diyordu 11. yüzyılda Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig’te. Yani “Saadet Bilgisi” adlı meşhur eserinde: “Bütün konukların sofradan doyarak kalkması için yiyecek ve içeceği olabildiğince iyi ve temiz hazırla... Yemekte konuğun içeceğini eksik etme; biri biter bitmez diğeri hazır bulunsun... Mümkün ise diş kirası (diş teri) ver ki tatmin olsunlar.”
HEP BİR FAZLASI
Türk kültürünün adeta genetik kodlarına işlemiş olan konukseverlik geleneği, İslam’la beraber kesintisiz devam etmiştir. Çünkü misafirin bereketiyle geldiği inancı, Hz. Peygamber’in sözlerinde de mevcuttu. Örneğin sahabeden birileri, “Ey Allah’ın Resulü, yiyoruz ama doymuyoruz!” diye yakınınca Hz. Peygamber “Ayrı ayrı yiyor olmalısınız” der. Onlar “Evet, doğru” diye cevaplayınca şu tavsiyeyi verir: “Yemeği topluca yiyin ve (başlarken) Allah’ın adını anın ki, bereketli olsun.” Resulullah, bir diğer hadisindeyse, “Kimin yanında iki kişilik yemek varsa üçüncü kişiyi, dört kişilik yiyeceği olan beşinci ya da altıncı kişiyi misafir etsin!” diyordu.
KARŞILIK BEKLEMİYORUZ
Karagöz-Hacivat’ı bilmeyenimiz pek yoktur. Ne de olsa Türk-Osmanlı kültürünün en meşhur görsel simgelerinden biri. Çizgi filmin/animasyonun atası sayılabilecek gölge oyunu, nicedir geçmişe mahkûm: Ona ancak turistik eşya dükkânlarında ve ramazanlarda denk geliyoruz. Elbette özünden uzaklaşmış haliyle...
PERDENİN YILDIZLARI
Malum... Karagöz ve Hacivat gösterisi, başroldeki iki karakterin zıtlığı üstüne kuruludur. Hacivat, Karagöz’e göre daha bilgilidir. Açık sözlü Karagöz biraz kaba-saba, “Hacı cav-cav” ise daha bir naziktir. Aralarındaki kültür farkı, yanlış anlamalara ve Karagöz’ün celallenmesine yol açar. Zaten olaylar da genellikle onun attığı “kötek” ile son bulur.
*