DAHA bu dünyaya gelmeden önce, anne karnında başlarız sesleri dinlemeye. Varlığımız, annemizle bir bütündür. O alemde duyduğumuz seslerse, kalp atışı ve nefestir. Kendi kâinatımızda, anne sesinin dışında sesler de duymaya başlarız zamanla. İşittiğimiz sevgi dolu nidalar ve sakin müzikler bizi rahatlatır.
Derken anne karnında “ekmek elden, su gölden” yaşadığımız hayata veda vakti gelir. “Göbekten bağlı” olduğumuz alemden mecburen ayrılır, yeni bir aleme doğarız. Bu dünyada ilk duyduğumuz ses ise, nefes alabilmek için çıkardığımız o güçlü feryattır. Neyse ki kucağına başımızı koyduğumuzda, annemizin tanıdık kalp atışı, nefes sesi bizi sakinleştirmeye yeter. Kendimizi ait olduğumuz aleme dönmüş gibi hissederiz. Orası, “ana” vatandır.
MÜKEMMEL SES
İslam kültüründe insanın ruhani yolculuğu, anne karnından ayrılıp bu dünyaya gelişimize benzetilmiştir: Bu alemden önce hepimiz, “elest meclisi”ndeydik. Ruhlarımız orada Yaradan’ın harikulade hitabına şahit oldu (A’raf, 172). O eksiksiz alemde hakiki mutluluğu tecrübe ettik. Bu dünyaya geldiğimizdeyse hep ezeli vatanımızı özledik, her yerde O’nun sesini aradık.
İNLEYEN NAĞMELER
Mevlana’nın Mesnevi’si, Kuran’ın “oku” çağrısından ilham alırcasına, “dinle” diyerek başlar: “Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları [nasıl] anlatıyor / [Diyor ki]: Beni kamışlıktan kestiler keseli, feryadımla erkek-kadın ağlayıp inledi.” Neyin yapıldığı kamış, nasıl doğal ortamından ayrıldığı için inlerse, ruhumuz da ezeldeki yurdundan koparak geldiği bu alemde, derin bir ayrılık acısı çeker.
KENDİNİ DİNLE
Pandemi nedeniyle öyle ciddi sağlık sorunları yaşanıyor ki, “oruç ve sağlık” başlıklı haberler, nostaljik bir hoşluk gibi kaldı: Oruç tutarken sağlığımız için nelere dikkat etmeli, iftarda ne yemeli, ne zaman, ne kadar yemeli... Tüm bunlar medyanın gelenekselleşmiş ramazan soruları. Ancak geçtiğimiz yıl olduğu gibi bu ramazanda da çok daha kritik bir konumuz var: Salgından korunmak ve hastalığı çevremize bulaştırmamak.
TUT KENDİNİ
Bize Farsça’dan gelen oruç kelimesinin Arapça’daki karşılığı “savm” kelimesidir. Savm, “uzak durmak, bir şeye karşı kendini tutmak” demek. Yani orucun aç kalmaktan daha geniş bir anlamı var. Demek ki pandemi ramazanlarında, olumsuz davranışların yanı sıra, hastalık kapma veya hastalığı yayma ihtimali bulunan tüm hareketlerden uzak durmaya gayret etmeliyiz. Yani oruçla beraber kendimizi de tutmalıyız.
KALABALIK ORUCU
İslam düşüncesinde beden, bize verilmiş bir emanettir. Hz. Peygamber’in ifadesiyle “bedeninin senin üzerinde hakkı vardır”. Ayrıca “kendi kendinizi tehlikeye atmayın” ayeti, bu konuda net bir tanım getirir. Öyleyse, “Müslümanım” diyen herkes için kendisinin, yakınlarının ve tüm insanların sağlığını, canını korumak kutsal bir görev değil mi?
*
Sorumluluk listesine sağlık çalışanlarını gereksiz yere yormamayı, acil ihtiyaçlara mâni olmamayı, vakit kaybına ve kaynak israfına yol açmamayı da ekleyebiliriz. Sağlıklı kalmak için gelin bu ramazan riskli tercihlerden, evlerde elzem olmayan toplantılardan ve davetlerden uzak durup şifa niyetine “kalabalık orucu” tutalım.
VAR MISINIZ İTİKÂFA?
Pek çoğumuz büyüklerimizin okuduğu sofra duasına aşinadır: “Artsın eksilmesin / Taşsın dökülmesin / Bu yensin, ganîsi gelsin” Elbette sofra zenginliği dendiğinde akla ilk gelen çeşit sayısı ve yemek miktarıdır. Ne var ki İslam medeniyetinde ve Türk kültüründe sofranın bereketi, esasen o sofradan yiyenlerin çokluğuna ve hayrına göredir. Nitekim sofra duası, şöyle devam eder: “Hak, Halil İbrahim bereketi versin aşımıza.”
BEREKETİ BOL OLSUN
“Bereket”, inanç tarihinin en evrensel motiflerinden biri. Tarladaki mahsulün veya hayvanların çoğalması için dua etmenin bereket getirdiği inancı, neredeyse tüm kültürlerde mevcut. Bereket sembollerinin en zengin örneklerini Anadolu’da buluyoruz.
*
Nicedir ayrı kaldığımız bir dostumuzla karşılaşınca nasıl mutlu oluruz değil mi? Birbirimizi görünce neşeyle selamlaşıp, kucaklaşırız... Gerçi pandemi nedeniyle, bu sene de içimizden geldiği gibi sarılma imkânımız yok. Hatta maskeliysek güler yüzümüzü bile tam gösteremiyoruz birbirimize. Neyse ki içten gelen tek bir bakış, tek bir söz bile yeter bazen; dostumuzun yüreğine dokunan bir selam olur.
AİLEDEN BİRİ
Ramazan da İslam coğrafyasında yaşayan hemen herkes için kadim bir dost gibidir. Görüşmek için bir yıl bekleyip, sonrasında 30 günü beraber geçirdiğimiz... Çocukken tanıştığımız bir aile dostudur ramazan; her daim sofra arkadaşımızdır. Radyodan, televizyondan gelen bir ney sesidir bazen, bazen de minarelerde yanan ışıklar. “.....” şehri için iftar vaktidir. Milyonlarca insanla, aynı anda sofraya oturup, ortak dileklerle yemeğe başlamaktır... Yediğinin içtiğinin değerini daha iyi bilmek; bilip de unuttuğun bazı değerleri hatırlamaktır.
ZAMANDA YOLCULUK
Ramazan her yıl yeniden yaşanan gelenekleriyle, çocukluğumuza uzanan bir yolculuk öte yandan da hızla değişen dünyamızda bizi geçmişle buluşturan bir zaman makinesi. Kimimiz koşarak sarılırız ramazana, kimimiz biraz mesafeli dururuz. Ama şöyle veya böyle, hep hoşlukla karşılanır 1440 yıllık dostumuz; daima nezaketle ve neşeyle selamlanır.
*
BARIŞ VE ESENLİK
Elbette, selamlaşmak kendini karşıdakine belli etmenin ötesinde bir anlam taşıyor. “Selam”, Arapça’da ve diğer Sami dillerinde barış demek; esenlik, güvenlik, rahatlık demek. “Selam” vermek, karşındakine dostça yaklaştığının göstergesidir: “Barış, esenlik seninle olsun” anlamı taşır. Selam kelimesi, karşındakini saydığını, onunla iletişim kurmak istediğini anlatan bir paroladır. Sosyal medyada “slm” diye kısalttığımız bu parola, bize maddi-manevi yeni kapılar açar veya kapanmış kapıları yeniden aralar.
Aslında sıkça kullandığımız “online” görüntülü sohbet de bir tür “yüz yüze” görüşme. Ne var ki sevdiğimiz birini ekranda değil de “kanlı-canlı” karşımızda görmenin çok farklı fizyolojik etkileri var.
Malum, sevdiğimiz birine sarıldığımızda oksitosin hormonu salgılıyor ve rahatlıyoruz. Üstelik rahat ve güvende hissedebilmek için karşımızdakilerin mimiklerini ve vücut dilini yakından görüp “hissetmeye” muhtacız. Ayrıca insanlar arasında “pozitif elektrik almak-vermekle” ilgili araştırmalar da giderek artıyor. Kısacası, “gerçek” muhabbetin olumlu etkileri, artık bilimsel yöntemlerle ölçülebiliyor.
MUHABBET DEDİĞİN NEDİR?
Milletçe çok sevip son zamanlarda özlemini çektiğimiz “muhabbet”, “hubb” kökünden türemiş bir kelime. “Hubb” Arapça’da sevgi, gönülden bağlılık demek. Dolayısıyla “muhabbet” kelimesinin karşılıklı konuşmaktan daha derin bir anlamı var: “Sevgi alışverişi”. Zaten ahbap (sevilen kimse, dost), habip (sevgili) ve muhip (seven) de hep aynı kökten türemiş kelimeler.
İslam kültüründe Hz. Peygamber için sıkça kullanılan benzetmelerden biri de “Habibullah”tır; yani, “Allah’ın sevdiği, sevgilisi”. Örneğin Süleyman Çelebi, Vesiletü’n-Necat’ta şöyle yazar: “Ya Habîbullah bize imdâd kıl / Son nefes dîdârun ile s’âd kıl”.
*
Elbette, sahabe dışındaki Müslümanlar o
Ne acıdır ki, olumsuz bir imgeden daha ağır yükler de devralabilir evlatlar... İzi hayat boyu silinmeyen kan davaları gibi. Atalarımız boşuna dememişler, “dedesi ekşi erik yemiş, yedi göbek torununun dişi kamaşmış” diye.
HESABINI SİZDEN SORARIM
Kuşaktan kuşağa aktarılan düşmanlıkların, kan davası meselesinin kökleri neredeyse medeniyet tarihi kadar eskidir. Yunan şehir devletlerinden Japonya’ya kadar tüm coğrafyalarda ve hemen her devirde çıkar karşımıza. Elbette Arap kültüründe de durum farklı değildi. Öyle ki bir kişinin işlediği suçtan bazen tüm kabile sorumlu tutulurdu. Döneme ait bir şiirde ifade edildiği gibi: Affetmem, hesabını sorarım o kabilenin oğullarından... / Alırım şerefimin öcünü ileri gelen eşrafından.
YENİ BİR DEVRİN BAŞLANGICI
İslamiyet’in doğduğu yıllarda, Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki yıkıcı kan davası, Medine’nin (Yesrib’in) en önemli meselesiydi. Evs ve Hazrec, bu sonu gelmez çatışmadan çıkış yolu bulamayınca, şehrin idaresini tarafsız ve adaletli birine teslim etmeye karar verdi. İki taraf arasında köprü görevini üstlenip barışı sağlayacak o güvenilir arabulucu, “Son Peygamber” Hz. Muhammed idi. Resulullah’a gelen bu beklenmedik davet, Mekke’de ambargo altında varlık mücadelesi veren Müslümanlar için bir tür yeniden doğuş gibiydi. Tabii Medine şehri için de.
HERKESİN HATASI KENDİNE [Mİ?]
Medine’deki 120 yıllık kan davasının son bulmasını sağlayan Hz. Peygamber, Veda Hutbesi’nde tüm Müslümanlara şöyle seslenmiştir: “Cahiliyeden kalma tüm adetler kaldırılmıştır... Cahiliye döneminde var olan kan davaları, - kıyamete kadar, daimî olarak - kaldırılmıştır.” Nitekim Kuran’a göre herkes sadece kendi suçlarından sorumluydu. Yakınlık, akrabalık derecesi ne olursa olsun, kimse bir başkasının işlediği suçtan ötürü cezalandırılamazdı: “Hiçbir suçlu, başkasının suçunu yüklenmez.” (En’am, 164).
“İstiklal Marşı şairi” Mehmet Âkif Ersoy, bir şiirinde dünyayı, üzerinde milyarlarca oyun oynanan dev bir sahneye benzetir. “Sahne düzenlemesi”, takdir-i ilahînin eseridir. Ne var ki Âkif’e göre, bu “sahnede” yaşanan dramlara insanların gafleti yol açmaktadır... İnsan, kendi tercihlerinin sonuçları üzerinde düşünmelidir... Ayrıca dünyada olup biten her şeyi topyekûn kadercilikle açıklayan “cebrî” düşünceye saplanmamak gerekir...
KADER AĞLARINI ÖRÜNCE
Peki nedir Âkif’in andığı bu “cebriyye” düşüncesi? Bunu tarif etmeden önce Müslümanlık tarihinden çok daha geriye uzanmalıyız... Yunan mitolojisinde “Moira”lar adıyla bilinen üç tanrısal kadın vardır. Bunların işi, iplik eğirmek ve yaşayan herkes için bu iplerden bir parça kesmektir. Paylaştırılan bu ipler, her ölümlünün belirlenmiş hayat çizgisinin ve kaderinin simgesidir. Keza antik tragedyalarda insanlar, tüm açık uyarılara rağmen “acımasız kaderin ördüğü ağlar”dan kaçamaz ve “trajik” bir şekilde felakete, sonlarına sürüklenirler. En yiğit kahramanlar bile kendilerine “biçilen” rolün dışına çıkamazlar.
TRAJEDİDEN TAZİYEYE
İslam kültüründe tiyatro ve tragedyanın en yakın akrabalarından biri “taziye” adıyla bilinen gösterilerdir. Şiî toplulukların sahnelediği bu gösterilerin ana konusu, Kerbela Faciası’dır. Kerbela, aynı zamanda “kader” konusundaki tartışmalarla doğrudan ilişkilidir.
Sabah başlayan bu diriliş hali, bazı günlerde farklı bir heyecan taşır. Mesela yüzyıllar boyunca doğanın dirilişini simgeleyen “nevruz” gününde olduğu gibi. Farsça kökenli “nevruz” kelimesinin Türkçedeki tam karşılığı da “yeni gün”dür zaten.
*
Nevruz, Orta Asya’dan Balkanlar’a uzanan geniş bir coğrafyada baharın gelişini haber veren özel bir gündür. Kutlanmasının kökeni binlerce yıl öncesine gider. Kültürden kültüre değişen çağrışımları vardır. Özellikle de İranî ve Türkî kültürlerde...
BAHARI GETİREN HÜKÜMDAR
İran-Fars efsanelerinde ateşin yaratıldığı gün veya destansı hükümdar Cemşid’in arabasıyla gökyüzüne çıkışıdır, nevruz. “Işık saçan” Cem, Azerbaycan’a gelerek, tahtını doğuya bakan yüksek bir yere kurdurur. Sabah doğan Güneş’in ışığı, tahtındaki ve tacındaki tüm mücevherlere yansır ve etrafa rengârenk parıltılar saçar. Böylece aydınlık, baharı getirir. Ne var ki 700 yıl hüküm süren Cemşid, zalim Dahhak tarafından tahtından indirilir. Yıllar süren karanlıktan sonra demirci Gâve/Kawa önderliğindeki bir grup, kral Dahhak’ın zulmüne isyan ederek aydınlığın geri gelmesini sağlarlar. Kürt mitolojisinde bu anlatının çeşitli biçimleri vardır.
DEVAM EDEN GELENEK