Murat Bardakçı

Savaş sırasında 93 bin 88 Rum başka viláyetlere nakledildi

26 Nisan 2006
Sadrazam Talát Paşa’nın evrakı, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ermeniler’in yanı sıra, güvenlik gerekçesiyle ve geçici olarak, batı viláyetlerinden 93 bin 88 adet Rum’un ve Suriye’den de 701 adet Arap ailenin başka yerlere nakledildikleri gösteriyor. /images/100/0x0/55eb383af018fbb8f8b323291915 olaylarıyla ilgili sayılar, tehcirin mimarı Talát Paşa’nın özel arşivinde bulunan belgelere göre şu şekilde: Tehcirden önce Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermeni nüfus 1 milyon 256 bin 403’tür ve 924 bin 158 kişi başka yerlere nakledilmiştir. Tehcir hastalara, yaşlılara ve küçük çocuklara uygulanmamış, 10 bin 314 Ermeni çocuğu Anadolu’daki Müslüman ailelere verilmiş ve Türk olarak büyütülmüşlerdir. Konunun en önemli tarafı da, aslında her iki taraf için de acılarla dolu olan tehcirin bir "soykırım" değil, cephedeki birliklerimizin arkadan vurulmalarının ve içerideki karışıklıkların giderek artması üzerine devletin kullandığı bir meşru müdafaa hakkı olmasıdır.

SADRAZAM Talát Paşa’nın 1915 tehcirinden sonra İçişleri Bakanlığı’na bağlı olan "İskán, Aşiretler ve Muhacirler Müdürlüğü"ne hazırlattığı istatistiklerde, savaş yıllarında Ermeniler’in yanı sıra, güvenlik gerekçesiyle ve "muvakkaten" yani geçici olarak, batı viláyetlerinden 93 bin 88 adet Rum’un ve Suriye’den de 701 adet Arap ailenin başka yerlere nakledildikleri görülüyor.

Arap ailelerin sürgünleri, İttihad ve Terakki’nin üç liderinden biri olan Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın Dördüncü Ordu Kumandanı sıfatıyla Şam’da bulunduğu sırada yapılmıştı. Paşa, o yıllarda alevlenen Arap isyanına karışan bazı Arap liderleri Beyrut yakınlarındaki Áliye’de kurduğu Harp Divanı’nda yargılatıp idam etmiş, bazı önde gelen aileleri de Anadolu’nun değişik bölgelerine sürgüne göndermişti.

TEHCİRİN ANAHATLARI

Bugün son bölümünü yayınladığım "Talát Paşa’nın Tehcir Belgeleri" dizisine kaynaklık eden evrakın önemli noktalarını, maddeler halinde sıralıyorum:

1915 tehcirinden önce Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Ermeniler’in sayısı 1 milyon 256 bin 403’tür.

Tehcir kanunu uyarınca, 924 bin 158 Ermeni, imparatorluğun başka yerlerine nakledilmişlerdir.

Tehcir hastalara, yaşlılara ve küçük çucuklara uygulanmamış, 10 bin 314 Ermeni çocuğu Anadolu’daki Müslüman ailelere verilmiş ve Türk olarak büyütülmüşlerdir.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında Anadolu’nun batı viláyetlerinde yaşayan 93 bin 88 adet Rum, iç kesimlere yerleştirilmiştir.

Bu yazı dizisine başlarken yaptığım bir açıklamayı, şimdi diziye son verirken tekrar etmem gerekiyor: Tehcir, tarihimizin büyük acılarla dolu bir hadisesidir ama bir "soykırım" değil, dünya savaşı yıllarında cephedeki birliklerimizin arkadan vurulmalarının ve içerideki karışıklıkların giderek artması üzerine devletin başvurmak zorunda kaldığı bir tedbirdir. İttihad ve Terakki iktidarı Ermeni meselesi konusunda Nazi Almanyası örneğinde olduğu gibi bir "kesin çözüm"ü hiçbir zaman düşünmemiştir. Dolayısıyla, "Talát Paşa’nın Tehcir Belgeleri", devletin, savaş sırasında maruz kaldığı bir iç ayaklanma karşısında başvurduğu "meşru müdafaa"nın yazılı kanıtıdır.

-SON-

AHVÁL-İ HARBİYE HASEBİYLE DÁHİLE NAKLOLUNAN RUMLAR

(Savaş şartları yüzünden memleketin

iç kısımlarına nakledilen Rumlar)

İstanbul viláyeti4166

Edirne Viláyeti58955

Çatalca Sancağı986

Hüdavendigár Viláyeti13558

Kal’a-i Sultaniye15423

YEKUN93088

Bu mezarlardan biri katile, diğeri de şehide ait

BURADA, hiç yorum yapmadan iki fotoğraf yayınlıyorum. Önünde papazların göründüğü resim, Sadrazam Talát Paşa’yı 15 Mart 1921 günü Berlin’de katleden Sogomon Tehliryan adındaki Ermeni teröristin, Kaliforniya’nın Fresno şehrindeki mezarıdır.

1896’da doğan Tehliryan, Paşa’yı vurmasından hemen sonra çıkartıldığı Alman mahkemesinde beraat edip /images/100/0x0/55eb383af018fbb8f8b3232bAmerika’ya yerleşmiş, 1960’ta burada ölmüş ve Fresno’daki Masis Mezarlığı’na defnedilmişti. Tehliryan’ın mezarı bugün diaspora Ermenileri tarafından anıt gibi muhafaza ediliyor ve mezarın başında birçok yıldönümleri vesilesiyle törenler ve dini merasimler yapılıyor.

Diğer resim ise, Sadrazam Talát Paşa’nın İstanbul’da, Şişli’deki Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nde bulunan mezarının hemen yanıbaşı. Paşa’nın yanısıra çok sayıda İttidahçı’nın ve Hürriyet şehidinin de son uykularını uyudukları mezarlığın sorumluluğu İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait. Hürriyet-i Ebediye Tepesi gündüzleri piknik ve mangal keyfi yapanların, geceleri de akşamcıların mekánı.

Biri şehidin, diğeri de katilin mezarında çekilmiş fotoğrafların yorumunu size bırakıyorum./images/100/0x0/55eb383af018fbb8f8b3232d

Talát Paşa’nın kendisinden sonraki sadrazam adayı, İzmir Valisi Rahmi Bey’di

Osmanlı İmparatorluğu’nun varlıklı bir ailesine mensup olan Rahmi Bey, İttihad ve Terakki’nin lider kadrosundandı ve partisinin iktidar yıllarında İzmir Valiliği yapmıştı.

Şimdi ailesi tarafından muhafaza edilen özel arşivindeki yazışmalar, Rahmi Bey’in Ermeni tehcirinin yanı sıra Rum tehcirine de karşı çıktığını, İzmir’deki Ermeniler arasından sadece militanları seçtiğini ve bu kişileri de uzak viláyetlere göndermek yerine Manisa’da iskán ettirdiğini gösteriyor.

Bu arşivde bulunan diğer bazı belgelerden, Sadrazam Talát Paşa’nın 1918’in 8 Ekim günü istifasından sonra yerine Rahmi Bey’in gelmesini istediği ve zamanın hükümdarı Sultan Vahideddin’i bu konuda iknaya çalıştığı ama başaramadığı anlaşılıyor.

Aşağıda, Talát Paşa’nın istifasından bir gün sonra, Rahmi Bey’e gönderdiği şifreli bir telgrafı yayınlıyorum. Telgrafın dilinin değişik olması, o devirde şifreli metinlerde kelimelerin karşılığında rakamların kullanılmasından ve kelimenin rakamlarla aynen ifade edilememesi şeklindeki şifreleme sisteminden kaynaklanıyor. Dolayısıyla "Buyurmak oldular", "reddetmek oldu", "söylemek oldum" gibisinden kelimelerin "buyurdular, reddetti, söyledim" diye anlaşılması gerekiyor.

GEÇİCİ HÜKÜMET

/images/100/0x0/55eb383af018fbb8f8b3232fİşte, Talát Paşa’nın İzmir Valisi Rahmi Bey’e 9 Ekim 1918 günü gönderdiği şifreli telgrafın çözümü:

"Sulh teklifinden sonra bizim mevki-i iktidarda kalmak olamayacağımız (kalamayacağımız) anlaşılmış oldu. Her iki ihtimale karşı müzakereye (görüşmeleri) başka kabinenin idare etmesi lüzumu her tarafta hissolunmaya başlamak oldu (başladı). Bizzarure bu fikir kararımızı atabe-i ulyá-yı mülukáneye (padişaha) arz ve kabul-i istifa bir kabinenin ihzara lüzumunu eyledim. Zát-ı hazret-i padişahi bu lüzum tasdik buyurmak oldular (Padişah, bu lüzumlu işi tasdik ettiler). Sizin kabine teşkil etmek olmanıza muvafık buyurmak olmadılar (Sizin hükümet kurmanızı kabul etmediler). Esbábını (sebeplerini) bilmek oluyorsan (bilmek istersen): Tevfik Paşa’yı gayrıresmi memur etmek oldular (görevlendirdiler). Tevfik Paşa’nın büyük kabine şeklinde bir hükümet yapmaya çalışmak olduğunu öğrenmek oldum (çalıştığını öğrendim). Tehlike ise Fethi Bey’e de anlatmak olarak muhalefetten vazgeçmek olmasını söylemek oldum. (Fethi Bey’e muhalefetten vazgeçmenin tehlikeli olduğunu söyledim). Muvafık kalmak olduk (anlaştık). Bunun üzerine dün gerek zát-ı hazret-i şehriyariye (padişaha), gerek Tevfik Paşa’ya ism-i aslisi (temel isimleri) Tevfik, İzzet Paşalarla Rahmi (ve) Cavid Beyler’den mürekkep olmayacak bir kabineye müzáharet imkánı olmayacağını anlatmak oldum. Padişah sizin behemehal kabineye dahil olmanız için çalışmak oluyor. Tevfik Paşa bu teklifimize reddetmek oldu (teklifimizi reddetti). Hattá bu kabineye Fethi Bey’in de dahil olabilmek olacağını söylemek oldum (söyledim). Düşünmek olduğumuz şudur. Bu kabine muvakkat (geçici) olacak. Siz içinde bulunmak olunca başkalarına köprü olamaz. Ahvále (duruma) göre bir müddet sonra senin riyasetinde (başkanlığında) bir kabine teşkil edilmek olur (kurulur). Düşünmek olan (Düşünülen) fenalıklara meydan kalmak olmaz (kalmaz). Ben şimdi başka çare görmek olmuyorum (görmüyorum). İşin müsaid ise İstanbul’a gel, Padişah da böyle düşünmek oluyor (düşünüyor). Müsaid değilse mütaleanızı şifre ile bana yazmak olunuz (yazınız). Kopyeleri telgrafhaneden aldırmayı unutmak olma (unutma) kardaşım. Şayed size bir teklif váki olur ise reddetmek olmayarak (reddetmeyerek) hemen İstanbul’a gelmek olunuz (geliniz). 9. 10. 34 (9 Ekim 1918). Sadrazam Mehmed Talát."
Yazının Devamını Oku

Tehcir edilen Ermeniler’den 41 bin 117 adet boş bina kaldı

25 Nisan 2006
Talát Paşa’nın belgeleri arasında, tehcir edilen Ermeniler’den kalan gayrımenkullerin listesi de bulunuyor. Paşa’nın "İskán, Aşiretler ve Muhacirler Müdürlüğü"ne yaptırdığı çalışmaya göre, 18 adet viláyetle sancağa dağılmış bulunan Ermeni mallarının adedi, 41 bin 117. Nüfus hesaplamaları ise, tehcirin en yüksek sayıda uygulandığı viláyet olan ve 1914 yılında 141 bin Ermeni’nin yaşadığı Sivas’ta, 1915 sonrasında sadece 8 bin 97 Ermeni’nin kaldığını gösteriyor.

Yoğun çatışmalara ve cephede savaşan orduya arkadan saldırılara sahne olan Erzurum, Bitlis, Van, Diyarbakır, Trabzon ve Elázığ’daki toplam 471 bin 928 Ermeni’nin ise tamamı başka yerlere nakledilmiş ve bu şehirlerde tek bir Ermeni bile bırakılmamış.

SADRAZAM Talát Paşa’nın 1915 tehcirinden sonra, o zamanki adı "Dáhiliye Nezáreti" olan İçişleri Bakanlığı’nın bünyesindeki "İskán, Aşiretler ve Muhacirler Müdürlüğü"ne hazırlattığı sonuç listelerinde, tehcir edilen Ermeniler’den kalan gayrımenkullerin dökümleri de yeralıyor.

Dökümlerde, viláyetlerdeki gayrımenkul listelerinin hemen altında bunların ilçelere göre dağılımı gösteriliyor. Daha sonra, Ermeniler’e ait olan maden imtiyazlarıyla yine onlardan kalan çiftlikler ve Yunanistan’a kaçan Rumlar’ın bıraktıkları gayrımenkuller sıralanıyor.

Bugün, tehcir sonrasında Ermeniler’den kalan boş binaların listesini yayınlıyorum. Paşa’nın "İskán, Aşiretler ve Muhacirler Müdürlüğü"ne yaptırdığı çalışmaya göre, 18 adet viláyetle sancağa dağılmış bulunan Ermeni binalarının adedi, 41 bin 117.

Yazının Devamını Oku

İşte, 1915 tehcirinin il il dökümü

24 Nisan 2006
Ermeni tehcirinin mimarı olan Dahiliye Nazırı ve Sadrazam Talát Paşa, 1915 tehcirinin tamamlanmasından sonra, İçişleri Bakanlığı’nın bünyesindeki "İskán, Aşiretler ve Muhacirler Müdürlüğü"ne sonuç listeleri hazırlatmış ve listelerin bir kopyasını da kendisine almıştı.

 Ben, ilk defa yayınlanan bu belgeleri 1982 yılında Paşa’nın o sırada hayatta bulunan eşi Hayriye Talát Hanım’dan temin etmiştim. Belgelerde yer alan sayılar, eminim, birçok okuyucuya tahmin ettikleri miktarlardan daha yüksek gelecektir ve bunun sebebi de, bu konuda bugüne kadar sayılara dayanan akademik bir yayın yapmamamız ve Ermeni diasporasının iddialarına karşı sadece kendimize yönelik bir propagandaya dayalı cevaplar vermemizdir. Dolayısıyla, "Talát Paşa’nın Tehcir Belgeleri" Türkiye için "suç delili" değil, dünya

savaşı sırasında sınırlarda savaşan birliklerimizi son derece zor durumda bırakan bir ayaklanmaya karşı devletin "meşru müdafaa" kanıtıdır.

Sadrazam ve Dahiliye Nazırı Mehmed Talát Paşa’nın özel arşivinde bulunan tehcir dosyaları, tehcirin üzerinden 91, Paşa’nın Berlin’de bir Ermeni terorist tarafından katledilmesinin üzerinden de 85 sene geçmesinden sonra, ilk defa bugün, bu sayfada yayınlanıyor.

Ben, bu belgeleri Sadrazam Talát Paşa’nın 1983 Ocak’ında vefat eden eşi Hayriye Talát Hanım’dan 1982 sonbaharında aldım ve çeyrek yüzyıla yakın bir zaman boyunca muhafaza ettim. O yılların şartlarında değil yayınlanmaları, varlıklarından bahsedilmesi bile zordu. Aradan geçen 25 sene boyunca, başta Hayriye Talát Hanım’ın torunu Ayşegül Bafralı olmak üzere, İttihad ve Terakki’nin lider kadrosunun soyundan gelenlerden sağladığım diğer belgelerle beraber bu arşiv daha da zenginleşti. Paşa’nın arşivinde bulunan tehcir belgeleri, üç gün boyunca bu sayfada yerimiz ölçüsünde yayınlanacak.

Yazının Devamını Oku

Talát Paşa’nın tehcir belgelerini 91 yıl sonra ilk defa yayınlıyorum

23 Nisan 2006
Hürriyet’te, yarından itibaren 1915’teki Ermeni tehcirini konu alan "Talat Paşa’nın Tehcir Belgeleri" başlıklı üç günlük bir dizi yayınlayacağım. Dizide, Ermeni tehcirinin mimarı Dahiliye Nazırı ve Sadrazam Talát Paşa’nın ailesinden temin ettiğim, tehcirle ilgili olan ve bugüne kadar hiçbir yerde yayınlanmayan belgelerin yanısıra, İttihad ve Terakki’nin önde gelen liderlerinin tehcir konusundaki bazı yazışmaları, şifreli telgrafları ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra gittikleri sürgündeki faaliyetlerini anlatan başka evrak da yeralacak. "Talat Paşa’nın Tehcir Belgeleri" dizisi, bu konularda çalışanların önünde umarım yeni bir pencere açar.

UZUN senelerden buyana sergilenen bir oyunun yeni perdesi, yarın açılıyor. Diaspora Ermeniler’i "soykırım günü" ilán ettikleri 24 Nisan münasebetiyle dünyanın dört bir kıt’asında ortalığı birbirine katacak, Türkiye’yi soykırım yapmakla suçlayan toplantılar düzenleyip demeçler verecekler, soykırım anıtları açacaklar ve bu koroya birçok yabancı politikacı da katılacak.

Soykırım suçlamalarının yarattığı tablo, artık bütün netliğiyle önümüzde uzanıyor: Senelerdir devam eden bu tartışmada, ibre aleyhimize dönmek üzere! 1915’te yaşananları "soykırım" boyutuna getiren diaspora, hadiseleri "Türkler 1.5 milyon Ermeni’yi kestiler" şeklinde aktarıp bütün dünyayı ikna etmek üzereyken, biz bu propagandalara karşı gözümüzü ve kulağımızı kapatmış, hálá kendimize yönelik yayın yapmakla ve dünyaya değil, Türk kamuoyuna sesleniyoruz.

Ermeni tarafı ölü sayısını milyonların üzerine çıkartırken biz gittikçe aşağılara çekiyoruz, tehcirin "devletin meşru müdafaası" olduğunu anlatmaktan áciz kalıyoruz ve tehcirle ilgili "sevk defterleri"ni de her nedense hálá yayınlamıyoruz. İşin bir başka tuhaf tarafı, çok daha geniş boyutları olan Ermeni meselesi, koyun saymayı andıran bir "ölü sayma" seviyesine iniyor.

BAŞIMIZI KUMA GÖMDÜK

Soykırım iddiasının yalan olduğunu söylemek artık bazı memleketlerde suç sayılırken, biz "Aslında, onlar bizi öldürmüşlerdi" yahut "Evet, az sayıda Ermeni’yi başka yerlere gönderdik ama sonraki senelerde sayıları daha da artmış olarak geri geldiler" şeklinde sadece kendimizi tatmine çalışmakla meşgulüz. Entellektüelliğin şartının milli ve mukaddes kabul edilen bütün değerlere hakaret olduğuna inananların yaptıkları da ortada: Diasporanın her iddiasını áyet gibi kabul etmek, Ermeni Konferansları toplamak, arşivlerden içeriye bir defa olsun adım atmamalarına rağmen bu konferanslarda "Türkiye suçludur" diye ahkám kesmek ve hiç sıkılmadan "Suçumuzu kabul edip özür dilersek işler hallolur" demek!

Herhalde hatırlarsınız: 1915 tehciri konusunda, tehcirin mimarı olan Talát Paşa’nın evrakına dayanan ve sayılar veren ilk yayın, "Talát Paşa’nın Kara Kaplı Defteri" başlıklı bir yazı dizisi halinde geçen sene bugünlerde ve yine bu sayfalarda, tarafımdan yapılmıştı. Paşa’nın belgelerine göre, tehcire tabi tutulan Ermeniler’in sayısı 924 bin 158 idi ve hayli ses getiren bu yayına ilk tepki, 1915 olayları konusunda çalışan resmi araştırmacılardan gelmişti. Zira, Paşa’nın rakamları, senelerden buyana bir türlü kesin bir çizgiye oturtamadığımız ve devamlı değiştirdiğimiz sayıların oldukça üzerindeydi ve bu sebeple tehcirin mimarı olan Talát Paşa’nın "rakamlarda hata yaptığını" yahut birinci derecede kaynak olma özelliği taşıyan bu belgelerin "yanlış olduklarını" söylemeye kalkışanlar bile çıktı.

ÖZEL ARŞİVİN ÖNEMİ

İşte, bir sene aradan sonra, Hürriyet’te yarından itibaren 1915’teki Ermeni tehcirini konu alan üç günlük bir başka dizi daha yayınlayacağım: "Talat Paşa’nın Tehcir Belgeleri"... Dizide, Paşa’nın ailesinden temin ettiğim, tehcirle ilgili olan, bugüne kadar hiçbir yerde yayınlanmayan ve tehciri il il gösteren belgeler yeralacak.

Belgelerin öyküsünü merak edenler için, kısa bir açıklama yapayım: Daha önce de yazmıştım; benim Talát Paşa’nın hatırası ile ilk temasım, bundan 25 sene kadar önce, o yıllarda hayatta olan eşi Hayriye Talát Bafralı ile tanışmamla başlamış ve Hayriye Hanım’ın Milliyet’te "Kocam Talát Paşa" başlığıyla 1982’de yayınladığım hatıraları, ASALA terörünün zirvede olduğu o günlerde geniş yankı yaratmıştı.

Hayriye Talát Hanım, Paşa’nın Berlin’de 1921’in 15 Mart’ında bir Ermeni terörist tarafından katledilmesinden sonra ikinci bir evlilik yapmış, ama Paşa’sının hatırasına ikinci evliliğinden doğan çocuklarından birine "Talát" adını verecek derecede bağlı kalmıştı. Sürgün yıllarında memleket memleket dolaşırken Talát Paşa’nın evrakını büyük bir titizlikle muhafaza etmiş ve 1983 Ocak’ında hayata veda etmesinden kısa bir müddet önce de, Paşa’nın hususi arşivindeki bazı belgeleri bana vermişti.

Ben, bu belgeleri tam çeyrek yüzyıl boyunca muhafaza ettim. Hiçbirini yayınlamadım, zira o yılların şartlarında değil yayınlanmaları, varlıklarından bahsedilmesi bile gayet netameliydi. Aradan geçen 25 sene boyunca, başta Hayriye Talát Hanım’ın torunu Ayşegül Bafralı olmak üzere, İttihad ve Terakki’nin lider kadrosunun soyundan gelenlerden sağladığım diğer belgelerle beraber bu arşiv daha da zenginleşti.

TEMİZLİKYAPMADIK

İşte, yarın başlayacak olan "Talat Paşa’nın Tehcir Belgeleri" isimli dizi, çeyrek asır boyunca topladığım bu belgelerin sadece bir bölümünden ibarettir.

Paşa’nın evrakı dikkatli bir şekilde incelendiğinde, tehcirin "Anadolu’yu Ermeniler’den temizlemek" maksadıyla yapılmadığı ve uygulamanın güvenlik amacıyla düzenlenen geniş çaplı bir "yer değiştirme" olduğu görülüyor. Meselá, Van’daki Ermeni nüfusun bir kısmı İzmit’e, İzmit Ermenileri’nin bir bölümü Kütahya’ya, Kütahya’dakilerin bazıları da Afyon’a naklediliyor ve bu nakiller birçok viláyette tatbik ediliyor. Dolayısıyla, tehcirin Anadolu’daki Ermeniler’i iddia edildiği gibi "çöllere nakledilmesi" değil, yerleşik ve yoğun olan nüfusu dağıtma maksadına yönelik olduğu anlaşılıyor.

Geçen sene yayınladığım "Talát Paşa’nın Kara Kaplı Defteri" başlıklı dizinin sunuş yazısı "Paşa’nın vereceği ve çoğumuza bir hayli farklı gelecek olan sayılar, bu konularda çalışanların önünde umarım yepyeni bir pencere açar" cümlesiyle sona eriyordu.

Bu dizinin öncesinde de aynı temennide bulunuyor ve yarın başlayacak olan "Talat Paşa’nın Tehcir Belgeleri" dizisinin taraflar arasında kısır tartışmaların nihayet bulmasında katkı yapmasını temenni ediyorum.

Tehcirin bütün ayrıntıları Paşa’nın bu belgelerinde gizli

YARIN başlayacak olan "Talat Paşa’nın Tehcir Belgeleri" başlıklı dizinin temelini, tehcir sayılarının yerleşim merkezlerine göre dağılımı teşkil ediyor.

Talát Paşa’nın Dahiliye Nezareti’nin "İskán, Aşiretler ve Muhacirler Müdürlüğü"ne hazırlattığı ve bir nüshasını kendi arşivi için sakladığı bu listelerde 23 adet viláyet, mutasarrıflık ve livádaki yerli Ermeniler’in sayısı, bu yerleşim merkezlerine nakledilenler ve buralardan başka bölgelere gönderilenler ayrıntılarıyla yazılı. Bu sayıları, sayfadaki yer ölçüsünde nakledeceğim.

Dizide, tehcir rakamlarının yanısıra, Paşa’nın İttihad ve Terakki’nin önde gelen liderleriyle yine tehcirle ilgili olarak yaptığı bazı yazışmalar ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki sürgün günlerinde giriştiği faaliyetlerini anlattığı bazı belgeler de yeralacak.

Burada, geçen yıl yayınladığım "Talát Paşa’nın Kara Kaplı Defteri" başlıklı diziden sonra çıkan bazı rivayetlere kısaca cevap vermem gerekiyor:

Hürriyet’te dizilerle ilgili genel teamül, bir dizinin üç gün yayınlanmasıydı ve "Kara Kaplı Defter" dizisi de üç gün için hazırlamıştı. Ama, yayının hemen ardından "Dizinin aslında çok daha uzun olarak planlandığı fakat devletin yayını durdurduğu" yolunda söylentiler çıktı. "Durdurma sebeplerinden" biri de, güya, bir gün öncesinden anonsunu verdiğim ama yayınlamadığım "Ermeni binaları" başlıklı liste idi! Yayının tamamlanmasından sonra en yakın dostlarımdan bile "geçmiş olsun" telefonları aldım ve "Neyse ki başına bir iş gelmedi" diyenler hálá çıkıyor.

İşin aslı şudur: Diziyi üç günlük olarak hazırlamıştım, yayın planlandığı gibi sona erdi ama bu arada benim de bir hatam oldu ve üçüncü günün altına "son" ibáresini koymayı ihmal ettim! "Ermeni binaları" başlıklı listenin yayınlanmama sebebi ise gayet basitti, fotoğrafları büyük kullanmamızdan dolayı sayfada listeye yer kalmamıştı.

Geçen sene yarım bıraktığım işi bu yıl tamamlayacak ve "durdurulduğu" iddia edilen "Ermeni binaları" listesini iki gün sonra yayınlayacağım.
Yazının Devamını Oku

Biz de İsa’nın Çemberlitaş’ın altındaki çivilerini mi çıkarsak?

16 Nisan 2006
National Geographic dergisi, son sayısında Mısır’da 1700 sene öncesinden kalma yeni bir İncil bulunduğunu yazıyor ve Hazreti İsa’yı ihbar edip çarmıha gerilmesine sebep olduğu için Hristiyanlar’ın iki bin yıldan buyana lánetledikleri Yahuda İskaryot için "masumdur" diyordu. Son 60 sene içerisinde bol bol bulunan bu İnciller, bana Hazreti İsa ile ilgili bazı kutsal objelerin, meselá İsa’nın çarmıha gerilmesinde kullanılan çivilerle çarmıhın parçasının Çemberlitaş’ın altındaki gizli bir hücrede saklandığı yolundaki asırlar öncesinden kalma söylentileri hatırlattı. "Gidip Çemberlitaş’ın altını kazalım" demek niyetinde değilim ama, artık her toprağı kazanın bir İncil buduğunu görünce, bu çok önemli objelerin İstanbul’da olduğu yolundaki efsanelerden bahsetmeden de edemiyorum.

NATIONAL Geographic dergisinin son sayısının kapak konusu, Hristiyan dünyasını bir hayli karıştıracak gibiydi: Dergi, "Yahuda İncili" denilen 1700 yıllık yeni bir İncil’in bulunduğunu yazıyor ve Hazreti İsa’yı ihbar edip çarmıha gerilmesinin tek sorumlusu kabul edilen Yahuda İskaryot’un bu İncil’e göre masum olduğunu ve ihbarı İsa’nın emriyle yaptığını ileri sürüyordu.

Derginin anlattığına göre, 13 adet papirüsün üzerine Kıpti dilinde yazılmış olan Yahuda İncili, Mısır’da, 1970’lerde Minye taraflarındaki bir mağarada bulunmuş ve 1700 yıl boyunca el sürülmemiş olan sayfalar bir antikacıya satılmıştı. Antikacı, sayfalara müşteri çıkmaması üzerine İncil’i New York’a götürüp senelerce bir kasada saklamış ama papirüslerin kendi kendilerine tahrip olmaya başlamaları üzerine Tchacos Nussberger adında İsviçreli bir kadın antikacıya satmış, İncil’in bu yeni sahibesi de 2 milyon dolar karşılığında yayın hakkını National Geographic’e devretmişti.

Hristiyan dünyası, şimdi, Kilise’ye 2 bin seneden buyana hákim olan inançları temelinden değiştirecek gibi olan Yahuda İncili’nde yazılı olanların yarattığı şaşkınlığı yaşıyor. Zira, papirüsler üzerinde yapılan testler belgelerin üçüncü asırdan kaldığını kesin olarak gösteriyor ama, papirüslerdeki bilgiler, her inançlı Hristiyan’ı bir hayli düşündürüyor.

VATİKAN HEP REDDETTİ

Filistin’de yahut Mısır’da son 60 seneden buyana bol bol İncil yahut Hristiyanlıkla ilgili daha başka kutsal metinlerin bulunur olması bilmem dikkatinizi çekti mi?

Bilenler bilir, İznik’te dördüncü asırda toplanan Konsil, Hazreti İsa’dan sonra yazılan yüz küsur İncil’in dördünü kilisenin resmi kitabı olarak seçmiş, diğerleri imha edilmişlerdi ama başka İncillerle ilgili tartışmalar hep varolmuştu.

İznik Konsili’nin üzerinden 1400 sene geçtikten sonra, Avusturya’da Barnabas’a ait olduğu söylenen bir İncil ortaya çıktı. Bu İncil, İspanya’da 1970’lerde bir başka kopyasının bulunması üzerine bir hayli moda oldu, üstelik içerisinde "Hazreti İsa’nın Hazreti Muhammed’in geleceğini müjdelediği" şeklinde ifadelerin bulunması sebebiyle uzun zaman tartışıldı ama Vatikan tarafından "düzmece" diye nitelendi ve kabul edilmedi.

Avusturya’daki Barnabas İncili’ni, 1945’te Mısır’ın Nag Hammadi bölgesinde bulunan ve Thomas’a ait olduğu söylenen bir başka İncil takip etti ve ardarda başka İnciller geldi, mesela 1958’de, Markus İncili’nin o zamana kadar varolmayan bazı bölümleriyle Yuhanna İncili’nin farklı bir metninin bulunduğu açıklandı.

Ama asıl keşif, 1946’da ortaya çıkartılan "Kumran Tomarları" idi. Muhammed el Dib adında genç bir Bedevi, o senenin sonbaharında Ölüdeniz civarındaki Kumran Köyü’nde, bir mağarada, Romalılar’dan kalma el değmemiş küpler ve küplerin içerisinde de tomar tomar káğıt buldu.

Birkaç hafta sonra Bedevilerle papazlar Kumran’ın heryerini kazmaya başladılar, yeni tomarlar çıkarttılar. Tomarlarda, Hristiyanlığın ilk zamanları hakkında bugüne kadar duyulmamış çok önemli bilgiler vardı ve bu bilgiler bazı inançları zedeler mahiyetteydi.

İŞE CIA BİLE KARIŞTI

Derken, macera filmini andıran hadiseler yaşandı. Tomarların bir kısmı satıldı, bir kısmı Amerika’ya yollandı, hattá işe CIA bile karıştı, İsrailliler ise belgelerin bir kısmını Amerika’dan kaçırıp Kudüs’e getirdiler ve Vatikan’ın karşı çıkmasına rağmen bir güzel yayınladılar. Yayınlanan belgelerde yazılı olanlarla ilgili tartışmalar ise hálá devam ediyor.

Bulunduğu söylenen bütün bu metinlerin herbiri ayrı bir tartışma başlattı ve bu kutsal metin tartışmaları, National Geographic’in geçtiğimiz hafta Yahuda İskaryot’a ait olduğu söylenen bir İncil’i yayınlamasına kadar devam etti.

İlk Hristiyanlar’ın yaşadıkları bölgeleri kazan hemen herkesin son 60 seneden buyana bir İncil yahut kutsal bir metin keşfetmesi, bana Hazreti İsa’ya ait olan ve İstanbul’da saklandığı söylenen bir başka hatırayı hatırlattı: İsa’nın çarmıha gerilmesinde kullanılan çivileri ve çarmıhın bir parçasını...

HEYKEL DÜŞTÜ, HAÇ KONDU

Şimdilerde artık unutmuşuzdur ama, asırlardan buyana, çivilerle gerçek haçın bir parçasının İstanbul’daki Çemberlitaş’ta bulunduğu söylenirdi. Çemberlitaş, 330 yılında kendisine başkent yapan Doğu Roma İmparatoru Konstantin tarafından dikilmiş; Konstantin, taşın üzerine kendi heykelini oturtmuştu. heykelin baş kısmı tanrı Apollon’u andırıyordu ve imparatorun annesi Helen, o zamana kadar Kudüs’te bulunan çivilerle haç parçasını İstanbul’a getirterek heykelin içerisine koydurmuştu.

Fakat, 11. yüzyılın ilk senelerinde çıkan bir fırtına heykeli devirince sütunun tepesine som altından bir haç yerleştirildi, heykelin içerisinde bulunan çivilerle haçın parçası da Çemberlitaş’ın altında hazırlanan bir hücreye saklandı. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u almasından sonra sütunun üzerindeki haçı indirdi ama Hristiyanlar’ın kutsal emanetlerinin oldukları yerde kalmasını istedi ve hücreyi açtırmadı.

İşte, bu söylentilere bakılırsa çivilerle tahta parçaları hálá Çemberlitaş’ın altında bulunuyorlar...

"Gidip Çemberlitaş’ın altını iyice kazalım ve işin aslını ortaya çıkartalım" demek niyetinde değilim. Ama, artık işin her toprağı kazanın bir İncil bulur hále geldiğini görünce, bu çok önemli objelerin İstanbul’da olduğu yolundaki söylentileri hatırlatmadan edemiyorum.

İsa’nın kardeşi Yakup iddiası palavra, kemik kutusu da sahte çıktı

İNGİLTERE’de bundan iki sene önce yayınlanan "İsa’nın Kardeşi" isimli kitap, Yahuda İncili hadisesinde olduğu gibi Hristiyan dünyasını karıştırmış ve Hazreti İsa’nın ailesiyle ilgili olarak çok önemli bir tartışma başlatmıştı.

Kitabın ve tartışmaların kaynağı, İsrail’de bulunan ve ölenlerin kemiklerini muhafazaya yarayan iki bin yaşındaki bir kemik kutusuydu. 35 santim uzunluğundaki mermer kutunun Kudüs’teki Süleyman Mabedi’nden çıkartıldığı ve asırlar boyunca gizlendiği söyleniyor ve bir antikacının eline geçmesinden sonra ne olduğunun anlaşıldığı anlatılıyordu.

İşin çok daha önemli tarafı, kutunun üzerindeki tek satırlık yazıydı. Hazreti İsa’nın anadili olan Arami lisanındaki yazıda "Yaakov bar Yosef, ahui di Yaşua", yani "İsa’nın kardeşi, Yusuf’un oğlu Yakub" deniyordu.

Bu, Hristiyan dünyasının iki bin seneden buyana "Allah’ın oğlu" olduğuna inandığı İsa’nın gerçek kimliği konusunda herşeyi altüst eden bir bilgiydi. İsa, kutunun üzerindeki yazıya bakılırsa Allah’ın değil Yusuf’un oğluydu, üstelik bir de kardeşi vardı!

Oded Golan adında İsrailli bir kolleksiyoncuya ait olan kemik kutusu, tartışmalar devam ederken 550 bin dolara Kanada’daki Ontario Müzesi’ne satıldı ve müze kutuyu hemen sergilemeye başladı.

Ama, İsrail polisi, dini çevreleri olduğu kadar arkeoloji dünyasını da karıştıran bu buluştan şüphelenmişti. Kutunun ortaya çıkmasıyla ilgili olarak gizli bir soruşturma başlatıldı ve polis iki sene devam eden idari ve ilmi tahkikattan sonra sonra tahmin ettiği sonuca ulaştı: Kutu orijinaldi, yani iki bin sene öncesinden kalmaydı ama üzerindeki yazılar yeniydi ve çok değil, sadece on sene kadar önce yazılmışlardı!

Derken, işin içine İsrail Eski Eserleri Yönetimi, hahamlar ve üniversiteler de karıştı ve "Böyle bir sahtekárlığın Hem Yahudi, hem de Hristiyan inançlarına büyük zarar verdiği" söylendi. Kutuyu satın almış olan Ontario Müzesi de kutunun bedeli olarak İsviçre’deki gizli bir hesaba yatırdığı 550 bin doları geri istedi.

Ortalığı birbirine katan "İsa’nın kardeşi" efsanesi, neticede işte böyle fos çıktı. İsrail’de bütün bunlardan sonra kutuyu satanlara karşı açılan "sahtekárlık ve tarihi eserlere zarar verme" davaları ise hálen devam ediyor.
Yazının Devamını Oku

Avrupa 1876’da da mektup yazmış ve iki sene sonra Hersek’i kaybetmiştik

9 Nisan 2006
Avrupa Parlamentosu’ndan 46 milletvekili, Başbakan Tayyip Erdoğan’a bir mektup göndererek Diyarbakır’daki olayların sorumluluğunun mülki idare amirleriyle askere ait olduğunu ileri sürdüler ve Ankara’yı insan haklarının ihláli halinde AB ile devam eden müzakereleri durdurmakla tehdit ettiler. Bundan 150 küsur sene önce "Avrupalılaşmaya" ilk defa karar vermemiz üzerine Avrupa’dan müfettiş üstüne müfettiş ve komisyon üstüne komisyon gelmiş, hattá arada bir askeri birliklerle savaş gemilerinin yollandığı da olmuş, hemen her denetimden sonra mektup yahut muhtıra almış ve mutlaka toprak kaybetmiştik. 1876’nın 31 Ocak’ında aldığımız "Andrassy Muhtırası" da bunlardan biriydi. Muhtıra, o yıllarda Hersek’te yaşanan huzursuzluklarla ilgiliydi ve Hersek, muhtırayı kabul etmemizden sonra elimizden çıkmıştı./images/100/0x0/55ea2bfcf018fbb8f86f816a

AVRUPA’dan Ankara’ya haklar, özgürlükler, reformlar, vesaire konularında senelerden buyana gönderilen mektuplara bu hafta bir yenisi daha iláve edildi ve Avrupa Parlamentosu’nun 46 milletvekili, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a devletin Diyarbakır olayları sırasında aldığı tedbirleri kınayan bir mektup yolladılar.

Mektubun nasıl bir üslupla kaleme alındığını gazetelerde okumuşsunuzdur. Avrupalı politikacılar, Başbakan Erdoğan’a kısaca "Diyarbakır olaylarının sorumluluğu mülki idare amirleriyle askere aittir. Ankara’nın insan haklarını ve demokratik prensipleri ihláli halinde AB ile devam eden müzakereler durabilir" diyorlardı. Parlamanterlerin ifadeleri ve işgüzarlıkları Başbakan’ı sinirlendirmiş olacak ki, Tayyip Bey "Bunu yazanların bu hayatı yaşamaları lázım. Gelsinler, olayları yerinde incelesinler" diye bir açıklama yaptı.

TALEPLERDEĞİŞMEDİ

Bu mektup beni aslında pek şaşırtmadı, zira bundan 150 küsur sene önce "Avrupalılaşmaya" ilk defa karar vermemiz üzerine, Avrupa buna láyık olup olmadığımızı anlamak için müfettiş üstüne müfettiş ve komisyon üstüne komisyon göndermişti. Hattá, diplomatların yerine bazen askeri birliklerle savaş gemilerinin geldiği de olmuş ve Türk hükümeti geçirdiği hemen her denetimden sonra bir mektup yahut bir muhtıra almış, sonra da mutlaka toprak kaybetmişti.

Avrupa’nın Avrupalı olmamız karşılığında ileri sürdüğü şartlar bugünkülerle aynıydı: Ekonomimizi düzeltecek, azınlıkların haklarını koruyacak, işkenceyi yasaklayacak, vergi reformuna gidecek, uluslararası anlaşmazlıkları hakeme götürecek ve en önemlisi, bizden toprak istedikleri zaman hiç itiraz etmeden verecektik. Bütün bunlar olup biterken, içerisinde yeralmak istediğimiz o zamanın Avrupa’sı bir taraftan da Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olmayan unsurlarını ayaklandırmak için elinden geleni yapmakla meşguldü.

Parlamanterlerin Başbakan Erdoğan’a gönderdikleri mektubun bir benzerini, bundan 130 sene önce bir başka viláyetimizde yaşanan huzursuzluk sırasında de almıştık ve bu mektup tarihlere "Andrassy Láyihası" diye geçmişti.

İşte, "Andrassy Láyihası"nın hikáyesi...

Avusturya ile Rusya, Hersek’in Türk idaresinden ayrılması için seneler boyu gizliden gizliye faaliyet gösteriyorlardı ve çabalarının semeresini 1875’in 13 Nisan’ında aldılar: Nevesinje kazasında yaşayan 300 kadar Hristiyan, Bábıáli’ye karşı ayaklandı. Bağımsızlık sözü etmiyor, sadece vergilerin ve askere gitmemek için ödenen bedelin azaltılmasını istiyor ve Hersek’teki güvenlik kuvvetlerinin Türkler’den değil, yerli halktan meydana gelmesini talep ediyorlardı. İstanbul’un ise basireti bağlanmıştı. O zamanın hükümeti olan Bábıáli, isyanın ciddi olduğunu farketmedi ve işi sadece nasihatlerle, af vaadleriyle geçiştirmeye çalıştı.

MUHTIRAYIDAYADILAR

Derken isyan büyüdü, Karadağ ve Sırbistan da Avusturya ile Rusya’nın tarafını tutup isyancılara askeri yardım göndermeye başlayınca, Hersek’te kan gövdeyi götürür oldu. Rus, Alman ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun başbakanları toplandılar, "Türkiye’nin aramıza katılabilmesi için Hersek’teki olayların sona ermesi gerekir" dediler ve Avusturya’nın Dışişleri Bakanı olan Kont Gyula Andrassy’yi Türkiye’ye hitaben bir muhtırayı kaleme almakla görevlendirdiler.

Kont, hazırladığı muhtıra taslağını bu üç ülkenin yanısıra İngiltere Fransa ve İtalya hükümetlerine gönderip olurlarını aldıktan sonra, 1876’nın 31 Ocak günü Bábıáli’ye Avrupa’nın diplomatik notası olarak gönderdi. tarihlere "Andrassy Láyihası" diye geçen muhtırada, Avrupa’nın bazı "küçük" istekleri vardı: Hersek’teki Hristiyanlara tam bir dini serbestlik verilmeli, ácil vergi reformu yapılmalı, çiftçilerin mülkiyet haklarını belirleyecek bir kadastro çalışmasına gidilmeli, Hersek’ten toplanan vergiler sadece Hersek’e harcanmalı ve bütün bu reformlar Hristiyanlar ile Müslümanlar’ın teşkil edecekleri bir yerel meclis tarafından kontrol edilmeliydi.

HEMEN KABUL ETTİK

Bábıáli, Avrupalı olma uğruna Avrupa’nın daha önceki taleplerini de güle oynaya kabul etmişti ve Andrassy’nin muhtırasını da "Tamam, yaparız" diyerek hemen kabul ediverdik. Ama, aynı Avrupa aynı senenin 13 Mayıs’ında Berlin’de bize bir başka muhtıra dayadı. Bu defa "Hersek’teki Türk birlikleri derhal geri çekilsin" diye tutturdular, aklı başına nihayet gelebilen İstanbul talebi reddetmeye kalkınca isyan büyüdü, Batı ise Hersekli Hristiyanlar’a daha fazla siláh ve mühimmat akıtmaya başladı. Bir yıl sonra tarihlere "93 Harbi" diye geçecek olan Osmanlı-Rus Savaşı çıktı, Rus ordusu Yeşilköy’e kadar geldi ve 1878’in 13 Temmuz’unda imzaladığımız Berlin Andlaşması ile Bosna-Hersek, Avusturya’nın oldu.

Andrassy Láyihası’nın üzerinden tam 130 sene geçmesine rağmen Avrupa’dan hálá aynı mealde mektuplar almamızın sebebi sizce ne olabilir ki?

Mevzuat hazretleri devreye girmeseydi bu eserler şimdi Lizbon’da değil, Üsküdar’daydı

PİCASSO sergisine yaptığı evsahipliğini tamamlayan Sakıp Sabancı Müzesi’nde, önümüzdeki cuma gününden itibaren sadece 40 günlüğüne yeni bir sergi açılıyor: "Doğudan Batıya Kitap ve Osmanlı Dünyasından Esintiler".

1869’da Üsküdar’da doğan, tarihlere "Bay Yüzde Beş" lákabıyla geçen ve 1955’te Lizbon’da ölen petrolcü Kalust Gülbenkyan’ın Portekiz’deki müzesinden getirilerek sergilenecek olan 110 adet eser arasında elyazması kitaplar, Osmanlı çinileri, kumaşlar ve işlemeler bulunuyor.

Bu sergi, bizim için eserlerden ziyade, bundan 60 sene kadar önce çok büyük bir fırsatı nasıl kaçırdığımızı hatırlatması bakımından önem taşıyor.

Üsküdarlı bir Ermeni ailenin çocuğu olan Kalust Sarkis Gülbenkyan, Kadıköy’deki bir Ermeni okulu ile Saint Joseph Lisesi’nde okuduktan sonra Avrupa’ya gitmiş ve Londra’nın King’s College’inden jeoloji diploması almıştı. Henüz yirmili yaşlarındayken Bakü petrollerini incelemiş, petrolün geleceğin enerji kaynağı olduğunu farkedince de hayatının sonuna kadar bu işle uğraşmıştı.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Irak petrolleri üzerinde hak sahibi şirketler arasındaki münasebetleri düzenleyen Gülbenkyan, Musul petrollerinden ömür boyu aldığı hisse sayesinde "Bay Yüzde Beş" diye tanınacaktı. Büyük bir servete sahip olmasından sonra, sanat eserleri kolleksiyonculuğuna başlayacak ve birkaç sene içerisinde altı bin civarında eser toplayacaktı.

Gülbenkyan doğduğu topraklarla, yani Türkiye ile gönül bağını hiçbir zaman koparmamıştı ve 1940’larda Türkiye’de bir müze açıp kolleksiyonunu bu müzeye verebilmek için Avrupa’daki bazı Türk diplomatlarla temasa başladı. Servetini kendi ismiyle kuracağı bir vakfa devretmek istiyor ve Türkiye’den bu vakfı kurma ve doğum yeri olan Üsküdar’da bir müze açma izni talep ediyordu. Ama, bürokratlarımız Gülbenkyan’a istediği bazı vergi muafiyetlerinin kabul edilemez olduğu gerekçesiyle bu izni vermediler ve o da gitti ve vakfını bütün taleplerini kabul eden Portekiz’de kurdu. Hayal ettiği müze de, 1955’teki ölümünden bir sene sonra yine Lizbon’da açıldı.

Bugün dünyanın en zengin kuruluşlarından olan Kalust Gülbenkyan Vakfı, şimdi Portekiz’deki teknolojik çalışmaların neredeyse tamamını tek başına finanse ediyor ve vakfın başkanına da, cumhurbaşkanlarına uygulanan protokolün benzeri uygulanıyor. Vakfın bünyesindeki müze, sahip olduğu eserlerin yanısıra birçok sanat faaliyetine sponsorluk yapıyor, vakıf teknolojik araştırmalara fon sağlıyor ve Gülbenkyan’ın vasiyeti gereği diasporadaki bazı Ermeni öğrencilere de burs veriyor.

Biz, Sakıp Sabancı Müzesi’nde önümüzdeki Cuma günü açılacak olan sergide yeralacak eserlerin çok daha fazlasını ve inanılmaz zenginlikteki bir vakfı, küçük bir vergi meselesi yüzünden işte böyle kaçırdık!
Yazının Devamını Oku

Galler Prensi’ni biliriz, Darfur Prensi’nden ise haberimiz yoktur

2 Nisan 2006
Sudan’ın batısında senelerden buyana kan ve gözyaşı dolu bir iç savaşa sahne olan Darfur, Başbakan Tayyip Erdoğan sayesinde hafta içerisinde Türkiye’nin gündemine girdi ve birçok kişi Başbakan’ın Darfur’a gitmesini "gereksiz" buldu. Tayyip Erdoğan’ın, danışmanlarının yahut Darfur ziyaretini eleştirenlerin Darfur hakkında bilgi sahibi olup olmadıklarından haberdar değilim ama, biz şimdi çoğumuzun pek hatırlamadığı Darfur’a eskiden gayet áşina idik, hattá Darfur meselesiyle son defa tam tamına 90 sene önce, 1916 Mart’ında meşgul olmuş ve bölgeye bayrak ve siláh bile göndermiştik. Üstelik, "Darfur Pensi" unvanını taşıyan son kişinin Türkiye ile yakın bir ilişkisi vardı, bir Türk prensesiyle, son padişah Sultan Vahideddin’in torunu Neslişah Sultan ile evliydi ve hayatını 1979’da İstanbul’da noktalamıştı.

ÇOK uzak diyarlarda, Afrika’nın ortalarında bir yerlerde olan Darfur, Başbakan Tayyip Erdoğan sayesinde, hafta içerisinde Türkiye’nin gündemine girdi.

Önce, Darfur’un nerede olduğunu ve bu uzak diyarda neler yaşandığını kısaca söyleyeyim: Sudan’ın batı tarafındaki geniş bir eyalettir, "Müslüman Araplar" ile "Müslüman Afrikalılar" arasında senelerden buyana devam eden bir iç savaşa sahnedir, bu savaş 400 bin kişinin canına, 2.5 milyon kişinin yersiz ve 3.5 milyon kişinin de aç kalmasına sebep olmuştur. Sudan hükümeti, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere birçok uluslararası kuruluş tarafından Müslüman Araplar’ı elaltından destekleyip soykırıma göz yummakla suçlanmaktadır.

Sudan’ın başkenti Hartum’da hafta içerisinde toplanan Arap Zirvesi’ne "gözlemci" olarak katılan Başbakan Tayyip Erdoğan, zirveden sonra Hartum’dan Darfur’a geçti ve Birleşmiş Milletler’in açıklamalarını yalanlarcasına "Darfur’da soykırım veya asimilasyon yapıldığı görüşünde olmadığını" söyledi.

90 YIL SONRA

Başbakan’ın sözleri, "Tayyip Erdoğan gerçi Sudanlılar’ın duymak istedikleri ifadeleri kullandı ama BM’yi gözardı edip böyle konuşmamalıydı" diye eleştirilirken Darfur ile ilgili bir husus, hiçbirimizin dikkatini çekmedi: Sudan’ın bu sıcak, kuru, fakir ve maalesef son derece kanlı olan bölgesi, Türkiye’nin gündemine tam 90 yıl aradan sonra, ilk defa geçtiğimiz hafta, Başbakan’ın bu ziyareti sayesinde yeniden giriyordu.

Tayyip Erdoğan’ın, danışmanlarının yahut Darfur ziyaretini eleştirenlerin Darfur hakkında bilgi sahibi olup olmadıklarından haberdar değilim ama, şimdi çoğumuzun pek hatırlamadığı Darfur’a eskiden gayet áşina idik, hattá Darfur meselesiyle son defa tam tamına 90 sene önce, 1916 Mart’ında meşgul olmuş ve bir zamanlar bayrak ve siláh bile göndermiştik. Üstelik, "Darfur Pensi" unvanını taşıyan son kişinin, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın soyundan gelen Prens Muhammed Abdülmünim’in Türkiye ile yakın bir ilişkisi vardı, bir Türk prensesi ile, son padişah Sultan Vahideddin’in torunu Neslişah Sultan ile evliydi ve hayatını 1979’da İstanbul’da noktalamıştı.

İşte, Darfur ile münasebetimizin kısa öyküsü:

Afrika’daki köle ticaretinin önemli merkezlerinden olan Darfur’da, asırlar boyunca bağımsız krallıklar hüküm sürdü. Derken, káğıt üzerinde Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı görünen ama Mısır’ın hakiki sahibi olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu Mısır Hıdivi İsmail Paşa’nın 19. asırda Sudan’ı kendi topraklarına katması üzerine Darfur’daki vaziyet de değişti. Darfur Sultanları unvanlarını muhafaza ettiler ama Darfur’da fiilen Kahire’deki Mısır Hıdivi, resmen de İstanbul söz sahibi oldu.

18. yüzyıldan itibaren Osmanlı hükümdarları ile münasebete giren Darfur Sultanları, İstanbul’a devamlı olarak elçiler gönderip padişahı kendi üzerlerindeki bir otorite olarak tanımışlardı ama Darfur ile asıl temasımız, 20. yüzyılın ilk yıllarında kuruldu.

Darfur’un son hükümdarı olan Ali Dinar, 1909’da Sultan Reşad’dan Sudan’ı işgal altında tutan İngilizler’e karşı kullanmak için siláh ve Osmanlı bayrağı istedi, biz ise bir madalya göndermekle yetindik. Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında ilán ettiğimiz cihada karşı Arap dünyasının neredeyse tamamı İngilizler tarafından ve bize karşı siláhla cevap verirken, Ali Dinar, İngilizler’i Sudan’dan çıkarmak maksadıyla bizim gibi cihad ilán etti. Sonra, 1916’nın 13 Mart’ında Osmanlı İmparatorluğu’nun o zamanki güçlü adamı Enver Paşa’ya bir mektup gönderdi. Mektubunda "Darfur ve Sudan Müslümanları’nın durumunun gittikçe kötüleşmesine rağmen, káfir bir köpek olan İngiliz vali ile cihad yolunda mücadeleye devam edeceğim" diyordu.

BAYRAKTAKİ YILDIZ

Sultan Ali Dinar,
üzerine sevkedilen İngiliz birliklerine karşı daha fazla direnemedi, 1916’nın 22 Mayıs’ında bozguna uğradı ve aynı senenin 6 Kasım’ında da Kulme kasabasında uğradığı bir baskında İngiliz askerleri tarafından öldürüldü. İngilizler, Darfur’daki hákimiyetlerini engelleyen Sultan’ı bu şekilde ortadan kaldırdıktan sonra, bölgeyi Sudan’a bağladılar.

Sudan’da bütün bunlar olup biterken, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın soyundan gelen Mısır Hıdivleri sadece Sudan’ın değil, Darfur ve Kordofan bölgesinin de hükümdarı olduklarını söylüyorlardı. Mısır Hıdivleri ile daha sonra iktidara gelen iki kralın, Fuad ile Faruk’un unvanı "Mısır ve Sudan Kralı, Darfur ile Kordofan’ın hákimi" şeklindeydi ve Mısır’ın o dönemdeki bayrağında bulunan yıldızlardan biri Darfur’u, diğeri de Kordofan’ı temsil ediyordu. Hıdiv’in veliahdı "Darfur", kralın veliahdı ise "Said Ülkesinin Prensi" unvanını taşıyordu, üstelik Darfur’un son prensi de, Osmanoğulları’nın damadıydı.

Bir zamanlar sembolik şekilde de olsa bize bağlı bulunan Darfur’un öyküsü, işte böyle...

Darfur’un son prensinin ataları Erzincanlıdır

PRENS Muhammed Abdülmünim, Mısır’ın son Hıdiv’i Abbas Hilmi Paşa’nın oğluydu. 20 Şubat 1899’da İskenderiye’deki Montaza Sarayı’nda doğdu ve hayata 1979’un 12 Aralık’ında İstanbul’da veda etti. Babası Abbas Hilmi Paşa’nın Mısır hükümdarı olduğu sırada, Prens Abdülmünim’in unvanı "Darfur ve Kordofan Prensi" idi. İsviçre’deki Freeburg Üniversitesi’ni bitirdi, babasının Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra tahtını kaybetmesi üzerine 20 sene boyunca Avrupa’da sürgünde kaldı ve Kahire’ye ancak 1936’da, Abbas Hilmi Paşa’nın tahttan feragat etmesi üzerine dönebildi.

Kral Faruk tarafından diplomatik işlerle görevlendirilen Prens, İkinci Dünya Savaşı sonrasında toplanan Filistin Konferansı’na Mısır’ı temsilen katıldı ve Mısır ile Amerikalılar arasındaki görüşmeleri yürüttü. Kahire’de, 1940’ın 26 Eylül’ünde Osmanlılar’ın son hükümdarı Sultan Vahideddin ile Son Halife Abdülmecid Efendi’nin torunu Neslişah Sultan ile evlendi ve Osmanlı Hanedanı’na "damad" oldu. Mısır Kralı Faruk’un 1952’de bir askeri darbe ile devrilmesinden sonra "kral náibi" olan Prens Abdülmünim, daha sonra ailesiyle beraber Avrupa’ya geçti, sonra da İstanbul’a yerleşti. 1979 yılında Ortaköy’deki köşkünde vefat eden Prens Muhammed Abdülmünim’in Mısır’a götürülen cenazesi, Kahire’de devlet töreni ile kaldırıldı.

Küçük bir hatırlatma: "Kavalalı Hanedanı", "Mısır Hıdivi" yahut "Darfur Prensi" unvanlarına bakıp da bu kişilerin Afrikalı yahut Arap olduklarını zannetmeyin. Mısır’a 250 sene boyunca idare eden Kavalalı hanedanı aslında Erzincanlıdır; hanedanın kurucusu olan Mehmed Ali Paşa, Kavala’ya Erzincan’ın İliç İlçesi’nden gitmiş ve Mısır’a da Kavala’dan geçmiştir.

Kültür emperyalizmi denen şey, işte budur!

SENELERDEN buyana, yeri geldikçe söylüyorum: Bugün okuyup yazmış bir Fransız, Afrika’nın kuş uçmaz, kervan geçmez köşesindeki Ubangişari’yi; bir İngiliz, Hindistan’ın Bangalor’unu yahut Burma’nın Tayetmo’sunu gayet iyi bilir, memleketinin oradaki tarihini iyi hatırlar. Zira, emperyal geçmişinin verdiği kültürel sorumluluğunun farkındadır. Paris ve Londra, eski topraklarında bir kriz çıktığı anda hemen devrededir ve sözleri de mutlaka dinlenir.

Biz ise herşeyi, hattá bir zamanlar toprağımız olan yerleri bile unuttuk, hatırlamıyoruz bile! Çok değil, bundan sadece 90 sene öncesine kadar İstanbul’dan yollanan genç Mülkiye mezunlarının idare ettikleri şehirlerin, artık çok uzak iklimlerde, hattá Kafdağı’nın arkasında olduklarını zannediyoruz.

Etrafınızı şöyle bir yoklayın bakalım: Omdurman’ı, Tlemsen’i, Sfaks’ı, Necd’i, Demirkapı’yı bilen kaç kişiye rastlayacaksınız?

"Kültür emperyalizmi" denilen şey, işte budur: Galler Prensi’nin hayatını gönül maceralarına kadar ezbere bilmemize rağmen Darfur Prensi’nden haberdar olmamamız; Gence’yi, Kardofan’ı yahut Gadames’i hiç işitmememiz...

Böylesine bir habersizlik içerisinde bulunduğumuz halde "Türkiye, bölgede söz sahibidir" şeklinde sözler etmemiz ise buruk bir şakadan ibarettir.
Yazının Devamını Oku

Üzülmeyin paşam, Mustafa Kemal Paşa’yı bile otomobil kaçırmakla suçlamışlardı

26 Mart 2006
Şemdinli iddianamesinde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın isminin de yeralmasından sonra çıkan tartışmalar, bana bundan 89 sene önce ortaya atılmış olan bir başka suçlamayı hatırlattı: Mustafa Kemal Paşa’ya karşı "iki adet resmi otomobili Diyarbakır’dan İstanbul’a izinsiz olarak getirdiği" iddiasıyla açılan ama iddianın hayali olduğunun anlaşılması üzerine daha sonra kapatılmak zorunda kalınan soruşturmayı... İşte, 1917 Kasım’ında yaşanan ve kişileri durup dururken suçlamanın Türkiye’de nerelere kadar uzanabileceğinin çok güzel örneği olan hadisenin ayrıntıları...

VAN Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın Şemdinli’deki olaylarla ilgili olarak hazırladığı iddianamede Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a da yer vermesi üzerine kıyamet koptu. Olup bitenleri burada tekrar etmeme lüzum yok; zira tepkilerden, öfkelerden ve kızgınlıklardan şimdi sağır sultan bile haberdar olmuş vaziyette.

Büyükanıt Paşa’nın isminin böyle bir iddianemede yeralmasından sonra çıkan tartışmalar sırasında, ben, bundan 89 sene önce ortaya atılmış olan bir başka suçlamayı hatırladım: Mustafa Kemal Paşa’ya karşı "iki adet resmi otomobili Diyarbakır’dan İstanbul’a izinsiz olarak getirdiği" yolundaki ortaya atılan iddiayı, açılan ve daha sonra kapatılmak zorunda kalınan soruşturmayı...

ŞİFRELİTELGRAF

İşte, 1917 Kasım’ında yaşanan ve kişileri durup dururken suçlamanın Türkiye’de nerelere kadar uzanabileceğinin çok güzel örneği olan bu hadisenin ayrıntıları:

Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Orduları Kumandanı Maraşal von Falkenhayn ile anlaşmazlığa düşmüş ve Halep’te bulunan 7. Ordu Kumandanlığı’ndan 1917’nin 6 Ekim’inde istifa etmiştir.

Paşa, 9 Ekim günü merkezi Diyarbakır’da bulunan 2. Ordu’nun kumandanlığına tayin edilir ama tayini kabul etmez, İstanbul’a dönmek ister, "izinli olarak" gelmesi kabul edilir ve 11 Ekim’de Halep’ten yola çıkarak 15 Ekim günü İstanbul’a varır ve genel karargáhta görevlendirilir.

Bazı kişiler, işte o günlerde Paşa hakkında ortaya bazı iddialar atarlar. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a güya bir kurmay subayı da beraberinde ama izinsiz olarak getirmiş, hattá 2. Ordu’ya ait iki adet otomobili de yanına almıştır ve İstanbul’da bu otomobili kullanmaktadır. Zamanın "Harbiye Nazırı" yani Savaş Bakanı ve Başkumandan Vekili olan Enver Paşa, bu söylentiler üzerine 16 Kasım’da Mustafa Kemal Paşa’ya şifreli bir telgraf gönderir ve meselenin aslını bildirmesini ister.

RESMİ BİR YAYIN

Mustafa Kemal Paşa,
bir yerde "savunmasının istenmesi" anlamına gelen bu telgrafı iki gün sonra, 18 Kasım 1917’de bir başka şifreli telgrafla cevaplar ve iddiaların aslının olmadığını söyler. İstanbul’a bir kurmay subayla değil, yaveriyle beraber gelmiştir; 2. Ordu’ya ait olan otomobillerden biri zaten satın alındığı andan itibarek bozuk olduğu için Halep’te durmaktadır, diğerinin de lástikleri yoktur, İstanbul’a lástik temini maksadıyla getirilmiş ve 2. Ordu’nun İstanbul’daki görevlilerine çoktaaan teslim edilmiştir. Enver Paşa’nın, o sırada "mirliva" yani "tuğgeneral" olan Mustafa Kemal Paşa hakkında başlattığı işlem, bu açıklamadan sonra durdurulacaktır.

Yazının başlığında Orgeneral Büyükanıt’a hitaben "Üzülmeyin paşam...." dememin sebebi de işte bu, yani mesnetsiz suçlamaların Türkiye’de bir zamanlar Mustafa Kemal Paşa’ya kadar uzanmış olması...

Aşağıdaki kutuda, Mustafa Kemal Paşa’nın hakkındaki iddialarla ilgili olarak Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa’ya 18 Kasım 1917’de gönderdiği şifreli telgrafın tam metni, günümüz Türkçesi ile yeralıyor. Merak edenler için, telgrafın asıl metninin nerede bulunduğunu da söyleyeyim: Devletin bir yayınında, Türk İnkıláp Tarihi Enstitüsü tarafından 1964’te çıkartılan "Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri" isimli eserde yeralıyor.

Devletimiz tuhaftır, aklanmayla biteceğini bile bile dava edip bir de üstün hizmet ödülü verir

ANKARA’da, önceki hafta, bir ödül töreni vardı. Sanat tarihçiliğimizin üç önemli ismi, Dr. Nazan Ölçer, Dr. Filiz Çağman ve Prof. Dr. Nurhan Atasoy, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’den "Üstün Hizmet Ödülü" aldılar.

Kırk küsur sene boyunca devam eden devlet hizmetinin ardından geçtiğimiz yıllarda emekli olan her üç hanım, Türk Kültürü’nün tanıtılması konusunda uluslararası alanda önemli işler yapmışlardı. Nazan Ölçer, 1970’lerin sonuna kadar mezbeleyi andıran İstanbul’daki Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ni uluslararası bir kültür mekánı haline getirmiş ve Avrupa Konseyi tarafından "en başarılı Avrupa müzesi" seçilmesini sağlamıştı. Şimdi Sakıp Sabancı Müzesi’nin başındaydı ve gündemden düşmeyen Picasso sergisi, onun eseriydi. Filiz Çağman senelerce müdürlüğünü yaptığı Topkapı Sarayı’nda çok daha önceden tamamlanması gereken yeniliklere imza atmış, Nurhan Atasoy da Türk sanatını konu alan cildler dolusu eser vermişti.

Avrupa’da ve Amerika’da son senelerde açılan ve çok ses getiren Türk sanatıyla ilgili sergilerde de bu üç hocanın unutulmaz emekleri vardı ve üstün hizmet ödülünü çoktan haketmişlerdi.

Beni, bu ödüllerin yanısıra, o sırada öğrendiğim bir başka haber çok daha fazla sevindirdi: Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türk müzeciliğinin böylesine başarılı isimlerinden olan Dr. Nazan Ölçer aleyhine, bir siyasi grubun isteğini andırırcasına garip bir dava açmıştı. Nazan Hanım, özel bir kolleksiyondaki birkaç bakır tabağın kaybolmasına gözyummakla suçlanıyordu!

Nazan Ölçer’in aylarca devam eden bu dava sırasında nasıl üzüldüğüne, 40 küsur senelik başarılarının ardından böyle bir muameleyle karşılaşması üzerine neler hissettiğine yakından şahit oldum. Neyse ki, beraatle biteceği zaten başından belli olan dava geçtiğimiz hafta sonuçlandı ve Nazan Ölçer aklandı.

İşte, devletimizde bazen böylesine gariplikler yaşanıyor. Birilerini memnun etmek uğruna meslek kariyeri başarılarla dolu olan kişiler mahkemelik edilip küstürülüyor, sonra da o kişiye üstün hizmet ödülü veriliyor!

Herbiri dostlarım olan ve ilimlerine büyük hürmet gösterdiğim üç hocayı tebrik ederken, sevgili Nazan Ölçer’e ayrıca geçmiş olsun temennilerimi iletiyorum.

Ben günlerdir İstanbul’dayım otomobil ise Halep’teki depoda

"Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı Devletlu Enver Paşa Hazretlerine:

İstanbul, 18.11.1333 (18 Kasım 1917)

16.11.33’teki (16 Kasım 1917) şifreli yüksek telgrafınıza takdim edilen cevaptır. Ordu Sıhhiye Reisi yaptırdığı ameliyatın noksan olmasından dolayı, tekrar ameliyat gerektirir bir şekilde rahatsızlanmıştı. Bu yüzden, Yedinci Ordu’dan ayrılmamdan önce sağlık kurulunun verdiği bir raporla hava değişimi gerek gösterilerek terhis edilmiş ve karargáh kumandanının meşru mazeretine dayanarak Yedinci Ordu’daki birçok subay gibi usul gereği izin almıştım.

Beraberimde bir kurmay subay aldığım hakkındaki ifade doğru değildir. Ácizleri, yalnız yaverlerimi beraber aldım. Bunda da, İkinci Ordu Kumandanlığı’ndan ayrılmam sırasında İkinci Ordu’ya mensup olan kişileri (yaverleri) beraberimde almak konusundaki yüksek emrinize uydum. Bunlardan Yüzbaşı Salih Efendi hayatına málolabilecek bir hastalığa müptelá bulunduğundan dolayı tedavi altında tutulması için, Teğmen Şükrü Efendi de savaşın başlangıcından buyana cephelerden ayrılmamış olduğundan Manisa’da bulunan ailesi tarafından gösterilen mazeret üzerine izinli olarak terhis edilmişlerdir. Kendilerine bu müsaadeyi, İkinci Ordu’ya mensup subaylardan oldukları için, İkinci Ordu Kumandanı sıfatını taşıdığım zaman vermiştim. Yanımda yalnız bir tek yaver vardır. Bunu da, Fevzi Paşa Hazretleri İkinci Ordu’nun yaverini beraberinde alıp gitmiş olduğundan dolayı muhafaza etmiştim.

Yedinci Ordu’nun iki otomobilini beraberimde almadım. Gerçi sözü geçen ordunun iki otomobili vardı. Bunlardan biri daha alındığı zaman kırık olduğundan ve her türlü teşebbüse rağmen nihayete kadar tamirine imkán bulunmadığından Yedinci Ordu karargáhının güneye hareketinde bu kırık otomobil fazla bir yük olmaması için Halep’te 15. Kolordu Karargáhı’nda terkedilmiştir. Diğer otomobil dahi, lástiklerinin tamamen mahvolmuş bulunmasından dolayı, terkedilmiş bir haldeydi.

Fevzi Paşa, Halep’e ulaştığı zaman İkinci Ordu’nun otomobilini beraber alıp getirdiği için ve ácizleri de İkinci Ordu’ya kumandan tayin edilmiş olduğumdan, İkinci Ordu’nun otomobiline karşılık İstanbul’da lástik bulunması halinde kullanılabilecek bir hale getirilmesi mümkün olur düşüncesiyle lástiksiz otomobili İstanbul’a getirmiştim. Fakat maalesef buna imkán bulamadığım için, otomobil ait olduğu İkinci Ordu’nun İstanbul’daki sevk memuruna teslim edilmiştir.

İstanbul’da ulaşım vasıtalarının bulunmasındaki zorluklardan dolayı, burada gerektiğinde tanıdığım kişilerden rica ile sağladığım otomobilli kullandığını arzederim.

Ordu Kumandanı

Tuğgeneral Mustafa Kemal"
Yazının Devamını Oku