Murat Bardakçı

Vatikan, Türk bandosunu kuran Donizetti’nin ölüm yıldönümü için 1. Ordu’dan bando istedi

5 Şubat 2006
TRT’de İtalyan tenor Pavarotti’yi dinleyen müzisyenlerin "gávurluk" ve "vatan hainliği" ile suçlanması tartışmaları devam ederken, Vatikan’ın İstanbul Temsilciliği’nde bir anma töreni hazırlığı yapılıyor. Türkiye’yi 19. asırda Batı Müziği ile tanıştıran ve ilk Türk bandosunu kuran İtalyan müzisyen Giuseppe Donizetti için, ölümünün 150. yıldönümü münasebetiyle Papalık’ın İstanbul Temsilciliği tarafından kullanılan Saint-Esprit (Kutsal Ruh) Katedrali’ndeki mezarının başında önümüzdeki 12 Şubat Pazar günü bir anma toplantısı düzenlenecek. Vatikan Büyükelçiliği’nin İstanbul Temsilcisi Georges Marovitch, anma töreni için Birinci Ordu Komutanlığı’na başvurarak törende Türk Siláhlı Kuvvet-leri’nin de bir bando ile temsil edilmesini talep etti.

TRT’de İtalyan tenor Pavarotti’yi dinleyen müzisyenlerin "gávurluk" ve "vatan hainliği" ile suçlanması tartışmaları devam ederken, Vatikan’ın İstanbul Temsilciliği’nde sessiz sedasız bir hazırlık yapılıyor. Türkiye’yi 19. asırda Batı Müziği ile tanıştıran ve Türk Ordusu’nun ilk bando teşkilátını kuran İtalyan müzisyen Giuseppe Donizetti için, ölümünün 150. yıldönümü münasebetiyle Papalık’ın İstanbul Temsilciliği’nde bulunan Saint-Esprit (Kutsal Ruh) Katedrali’ndeki mezarının başında önümüzdeki 12 Şubat Pazar günü bir anma toplantısı düzenlenecek ve küçük bir áyin icra edilecek.

Vatikan Büyükelçiliği’nin İstanbul Temsilcisi Georges Marovitch, anma töreni için Birinci Ordu Komutanlığı’na başvurarak, törende Siláhlı Kuvvetler’in de bir bando ile temsil edilmesi gerektiğine inandıklarını söyledi. Marovitch, başvurusunda "Osmanlı bandosunun Batı standartlarına göre kurulmasını sağlayan Giuseppe Donizetti uzun yıllar Türk Ordusu’nda görev yapmış ve paşalık ünvanı ile ödüllendirilmiştir. ...Mızıka-i Humayun (Osmanlı saray orkestrası) enstrümanlarını Batı standartlarına ulaştıran Donizetti Paşa’yı anma töreninde Birinci Ordu Bandosu’nun da bulunmasının Paşa’nın hatırasına yüce bir anlam ve onur vereceğine inanıyoruz" dedi.

Şimdi, Giuseppe Donizetti’nin kim olduğunu kısaca hatırlatayım: Reformcu hükümdar İkinci Mahmud tarafından 1828’de İstanbul’a davet edilen, 28 yıl boyunca Osmanlı Devleti’nin hizmetinde çalışan ve Batı Müziği’ni Türkiye’ye getiren çok önemli bir müzisyendir.

NAPOLYON’DAN İSTANBUL’A

Donizetti
1788 yılında İtalya’da doğdu, gençlik yıllarında Fransız İmparatoru Napolyon Bonapart’ın hizmetine girdi, imparatorun Elbe Adası’ndaki sürgününde ve Waterloo’da uğradığı meşhur bozgunda yanında bulundu, sonra İtalya’daki devletlerden Piemonte Krallığı’ndaki bandonun başına geçti.

O sırada, Osmanlı Devleti’nde sıkı bir reform yaşanıyordu. Zamanın hükümdarı İkinci Mahmud, amcası Üçüncü Selim’in başlattığı ama bedelini hayatıyla ödediği modernleşme çabalarına yeniden girişiyor, toplumda ve devlette asırlardan beri várolan ádetleri değiştiriyor, meselá devlet memurlarının pantolon giymelerini mecburi kılıyor, yeniçeri ocağını kanlı bir şekilde ortadan kaldırıyor ve Avrupa standardlarına göre yepyeni bir ordu kuruyordu.

İşte, kurulan bu modern ordu için modern bir de bando lázımdı ve o günlerin Serasker’i, yani Genelkurmay Başkanı olan Hüsrev Paşa, Sardunya elçisinden böyle bir bando teşkilátı için bir hocayı tanıyıp tanımadığını sormuş, elçi de o sırada Piemonte’de bulunan Giuseppe Donizetti’yi tavsiye etmişti. Gaetano adındaki kardeşi o günlerin Avrupası’nın en gözde opera bestecilerinden olan Giuseppe tecrübeli bir bando ve orkestra şefiydi, müziğin yanısıra daha önceleri de saraylarda çalıştığı için resmi protokole de alışkındı, dolayısıyla yeni kurulmakta olan modern Osmanlı Ordusu için ideal bir isimdi.

Saraydan davet alan Donizetti 1828’in 17 Eylül’ünde bir gemiyle İstanbul’a geldi, hemen o gün İkinci Mahmud’un huzuruna çıkartıldı ve Türkiye’de musiki sahasında nasıl bir reform yapılacağını bizzat padişahtan öğrendi. Sonra, bir çeşit saray okulu olan Enderun’daki genç talebelerin müziğe yeteneği olanlarını seçti, bunlardan bir bando kurdu ve gençleri gayet sıkı bir çalışma neticesinde, altı ay sonra padişahın huzurunda konser verebilecekleri seviyeye getirdi.

İKİ PADİŞAH GÖRDÜ

İkinci Mahmud’
un ölümünden sonra tahta çıkan oğlu Sultan Abdülmecid’e de hizmet eden ve "Paşa" ünvanını alan Donizetti, 28 yıl boyunca İstanbul’da kaldı ve hayata 1856’nın 12 Şubat günü Beyoğlu’ndaki konağında veda etti. Üç hafta kadar Beyoğlu’ndaki Santa Maria Kilisesi’nde muhafaza edilen cenazesi, 6 Mart 1856 günü Saint Esprit Katedrali’nde, Osmanlı İmparatorluğu’nun önde gelen bazı Katolik aile mensuplarının mezarlarının bulunduğu mekána defnedildi.

Türkiye, Batı Müziği’ni Giuseppe Donizetti’den öğrendi. Donizetti, 28 sene boyunca hiç ayrılmadan yaşadığı İstanbul’da bando teşkilátını kurmasının yanısıra Osmanlı Sarayı’nı da Batı Müziği’ne alıştırmış, hazırladığı konserlerde alafranga parçaları, dinleyenlere özellikle Rossini gibi o dönemde moda olan İtalyan bestecilerin eserlerini sevdirmişti. Türkiye’nin ilk milli marşları olan Mahmudiye ve Mecidiye Marşları onun eseriydi. Yaptığı müzik halk arasında biraz tuhaf karşılanmışsa da şöhreti yayılmış, hattá ismi "Don İzzet"e dönmüş ve "Don İzzet Paşa" diye anılır olmuştu. Saray bandosundan Mızıka-i Humayun’a uzanan çizgideki bütün sivil ve askeri müzik kuruluşları ile Türkiye’de bugün varolan Batı Müziği merakı Donizetti’nin ve onun talebelerinin eseridir.

ASKER, GELMELİ

İşte, Donizetti Paşa için ölümünün 150. yıldönümü münasebetiyle önümüzdeki pazar günü Papalık’ın İstanbul Temsilciliği’nde bulunan Saint Esprit (Kutsal Ruh) Katedrali’ndeki mezarının başında bir anma toplantısı düzenlenecek. Konu ile ilgili ilk girişim İstanbul’daki İtalyan Kültür Merkezi’nden geldi ve anma programı Kültür Merkezi’nin yetkilileriyle Vatikan’ın İstanbul Temsilcisi Monsenyör Marovitch ile beraberce hazırlandı. Aralarında Vatikan’ın Ankara Temsilcisi’nin de bulunacağı bir heyet önümüzdeki pazar günü Donizetti’nin katedraldeki mezarına çelenk bırakacak, mezarın başında daha sonra kısa bir áyin icra edilecek.

Ben şahsen, tören günü Türk ordu bandolarının kurucusu olan Donizetti Paşa’nın mezarının başında Türk Siláhlı Kuvvetleri’nden küçük de olsa bir bando takımını görmeyi çok isterim. Birinci Ordu’nun o gün göndereceği bir bando hem Türkiye’nin modern müzik tarihinde çok önemli yeri olan bu İtalyan müzisyenin hatırasına şükran ifadesi taşıyacak, hem de klasik müzik dinlemeyi bile artık "gávurluk" ve "vatan hainliği" sayanlara karşı güzel bir karşılık olacaktır.

Donizetti’nin mezarının bulunduğu kiliseden bir de Papa çıkmıştı

TÜRKİYE’ye Batı Müziği’ni getiren Giuseppe Donizetti’nin mezarının bulunduğu Saint Esprit Katedrali sadece Katolik Türk vatandaşları açısından değil, Vatikan’ın tarihi bakımından da büyük önem taşır. İçerisinde katedralin ve Vatikan Temsilciliği’nin bulunduğu mekán, 1958 ile 1963 yılları arasında papalık yapan ve "Türk dostu Papa" olarak bilinen 23. John’un hayatında da önemli bir yere sahiptir.

Asıl adı Angelo Guiseppe Roncalli olan Papa 23. John, 1881’de İtalya’da doğdu. Genç yaşında kiliseye intisap etti, Birinci Dünya Savaşı’na sıhhiye çavuşu ve rahip olarak katıldı, daha sonra Vatikan’ın önde gelen diplomatlarından biri oldu. 1935’te Vatikan ile henüz diplomatik teması olmayan Türkiye’ye "Papalık Delegasyonu Başkanı" olarak geldi. İstanbul’da bugün Vatikan Temsilciliği’nin kullandığı binada çalışmaya başladı. İkinci Dünya Savaşı’nın patlamasından sonra savaş esirlerinin hayat şartlarının düzeltilmesi ve Nazi zulmünden kaçan Yahudiler’e Filistin’e gidebilmeleri için vize alabilmeleri konularında büyük çaba harcayan Roncalli, dokuz yıl yaşadığı Türkiye’de resmi makamların yanısıra halkla da yakın ilişki kurdu.

Roncalli, 1944’te İstanbul’dan Fransa’ya tayin edildi, daha sonra "Kardinal" olarak Venedik’e gitti, Papa 12. Pius’un ölümünden sonra 28 Ekim 1958’de Papa seçildi ve "23. John" adını aldı. 3 Haziran 1963’teki ölümüne kadar papalık tahtında oturan Roncalli, alışılmışın dışında son derece samimi bir papa olarak tanındı. 2000 yılının Eylül ayında Vatikan tarafndan "aziz" ilán edildi ve daha sonra İstanbul’da dokuz yıl boyunca oturduğu sokağa da Roncalli’nin adı verildi.
Yazının Devamını Oku

İslam’da kadın tartışmasını sahte bir kadın peygamber başlatmıştı

29 Ocak 2006
Kadınların dindeki yerlerini konu alan reform tartışmaları, bana her zaman yedinci yüzyılda, Hazreti Muhammed’in vefatından hemen sonra yaşanan ve İslam tarihinin ilk ve tek "sahte" kadın peygamberi olan Secah meselesini hatırlatır. Bazı hanımların, Çamlıca’daki Subaşı Camii’nde erkeklerle beraber başı açık olarak kıldıkları cuma namazı yüzünden çıkan tartışmalardan ve özellikle de kadınların imamlık yapmak istedikleri şeklindeki iddialardan sonra yine Secah’ın hikáyesini hatırladım ve az bilinen, üzerinde pek durulmamış olan hadiseyi sizlere de nakledeyim dedim.

TÜRKİYE, günlerden buyana başta Cüneyd Zapsu’nun eşi olmak üzere, bazı hanımların Çamlıca’daki Subaşı Camii’nde erkeklerle beraber başı açık olarak kıldıkları cuma namazını tartışıyor.

Kadınların dindeki yerlerine odaklanan reform tartışmaları, bana her zaman yedinci yüzyılda, Hazreti Muhammed’in vefatından hemen sonra yaşanan "Secah" meselesini hatırlatır. Subaşı Camii’nde olanlardan, özellikle de bazı hanımların imamlık yapmak istedikleri şeklindeki iddialardan sonra da Secah’ın hikáyesini hatırladım ve sizlere de nakledeyim dedim.

İslam tarihine geçmiş çok sayıda kadın evliya vardır ama peygamberler bizde sadece erkeklerden çıkmıştır, kadın peygamber yoktur ve Secah, 1425 senelik İslam tarihinin ilk ve tek "sahte" kadın peygamberidir.

İşte, Secah’ın az bilinen, üzerinde pek durulmamış olan öyküsü...

Hazreti Muhammed’in vefatından sonra Arap yarımadasındaki kabileler arasında siyasi güç maksadıyla çok sayıda sahte peygamber türemiş ve bu iddialar ilk Halife Hazreti Ebubekir tarafından güçlü askeri tedbirlerle bastırılabilmişti.

Peygamberlik iddiasında bulunanların en başında gelenler, yarımadanın kuzeyinde isyan eden Tuleyha ile orta kesimlerinde ayaklanan Müseyleme idiler. Yemame kabilesinden olan Müseyleme, daha Hazreti Muhammed’in sağlığında peygamberliğe kalkışmış, hastalandığını öğrendiği Hazreti Muhammed’e bir mektup göndererek "Allah, peygamberlikte beni sana ortak kıldı" demiş ve "dünyayı aralarında paylaşmayı" teklif etmişti. Müseyleme, Hazreti Muhammed’in "Ey, Müseylemetü’l-Kezzáb!" yani "Ey yalancı Müseyleme!" diye başlayan cevabi mektubundan sonra, İslam tarihine bu sıfatla girmişti.

SAHTEKÁRLAR EVLENDİ

Peygamberin vefatından sonra genişleyen ayaklanmalar, ilk İslam Devleti’ni birhayli meşgul etti. Tuleyha’nın ayaklanması devam ederken Temim kabilesi de karışmış, kabile liderleri arasında Ebubekir’in hiláfetini kabul edip etmeme konusunda kararsızlık başgöstermiş ve Halife’ye gönderilmesi gereken zekát ile vergi gönderilmemişti.

Ayaklanmanın öncülüğünü, kabilenin güçlü liderlerinden olan Málik bin Nüveyre yapıyordu. İşte, tam o sırada, ortaya Háris kızı Secah adında Hristiyan bir kadın çıktı; "Allah peygamberleri neden sadece erkeklerden göndersin ki? İşte şimdi de bir kadını görevlendirdi" diyerek peygamberliğini ilán etti ve kendisine bağlı olan dört bin kişiyle beraber Medine’ye, Hazreti Ebubekir’in üzerine yürümek üzere yola çıktı. Bu arada Temim kabilesinin liderleriyle temas kurdu, "Katliama hazırlanın ve sizden olmayanların tamamını öldürmekten çekinmeyin" diye haberler gönderdi. Kabilenin liderlerinden destek vaadi alan Secah yoluna devam ederken Yemáme taraflarında daha önceden peygamberliğini ilán etmiş olan Yalancı Müseyleme ile karşılaştı ve her iki sahte peygamber hiç beklenmedik bir iş yaptılar ve evleniverdiler!

ÖLDÜRTÜP NİKAHLADI

İsyanın gittikçe büyüdüğünü gören Halife Hazreti Ebubekir, o sırada Temim kabilesinin ve sahte peygamberlerin üzerine Hálid bin Velid’in kumandasında güçlü bir ordu göndermişti. Kabilenin ileri gelenleri, ordunun yaklaştığını haber alınca pişmanlık duyarak zekátlarını gönderdiler ama Hálid bin Velid durmadı, daha sert tedbirler aldı, Málik bin Nüveyre ile kabilenin diğer ileri gelenlerini yakalayıp hapsettirdi. Ama, bir emrin yanlış anlaşılması üzerine, yakalananların tamamı o gece öldürüldü ve hemen arkasından daha da garip bir hadise yaşandı ve Hálid bin Velid, Málik bin Nüveyre’nin dul kalan karısını kendisine nikáhladı.

Bu evlilik çeşitli söylentilere sebep oldu, hattá Hazreti Ebubekir’in yakın çevresinde bile "skandal" olarak yorumlandı ve Hálid bin Velid’in görevden alınması bile istendi. Ama, "Allah’ın müşrikler üzerine gönderdiği kılıcı artık kınına sokamam" cevabını veren Halife Hazreti Ebubekir taleplere kulak asmadı ve Hálid’den isyancıları temizlemeye devam etmesini istedi.

Hálid bin Velid’in ordusu, Müseyleme ile Secah’a bağlı isyancılarla nihayet karşı karşıya geldi, gayet kanlı bir çarpışma oldu, Müseyleme kafası kesilerek öldürüldü ama Hálid her nedense Secah’a dokunmadı. İslam tarihinin bu ilk ve tek sahte kadın peygamberi Müslümanlığı kabul ettiğini söyleyince serbest bırakıldı, Arap Yarımadası’nı terkedip Irak’ın güneyine, Basra’ya gidip yerleşti ve Secah’tan bahseden tarihler "Ömrünün sonuna kadar iyi bir Müslüman olarak yaşadı" diye yazdılar.

GÖBEKTEKİ ELLER

İslam tarihinde peygamberlik iddiasında bulunan tek kadın olan Secah’ın öyküsü, kısaca işte böyle... Ama, Çamlıca’daki Subaşı Camii’nde kılınan malûm cuma namazı konusunda, üzerinde pek durulmayan bir husus var: Gazetelerde yayınlanan fotoğraflarda erkeklerle beraber namaz kılarken görünen hanımların ellerini kadınlara değil erkeklere mahsus şekilde, göbeklerinin üzerinde bağlamaları...

Bu alışılmadık el bağlama biçiminin bilgisizlikten mi yoksa "kadın-erkek eşitliği" gibisinden bir düşünceden mi kaynaklandığı konusunda hiçbir fikrim yok ve "reformculardan" biri tarafından aydınlatılmanın beklentisindeyim.

Hattın en zarif kalemi kırıldı: üstad Ali Alparslan’ı kaybettik

Prof. Dr. Ali Alparslan, hocalarından olan Abdülbaki Gölpınarlı’nın mezar kitabesini 1983 yılında mermer üzerine yazarken. Tarih düşürme sanatının son temsilcilerinden olan Prof. Dr. Cem Dilçin, Ali Alparslan’ın vefatına tarih olarak bu hafta "Ey Cem ol hattát-ı áli-şándan kim el alup / Yazdılar tárihini káğıd mürekkep hem kalem-1426" mısralarını düşürdü.

TÜRK hat sanatı, geçtiğimiz salı günü, yaşayan en büyük üstadını kaybetti: Talik yazının zirvesi Prof. Dr. Ali Alparslan’ı sonsuzluğa uğurladık.

Asıl mesleği edebiyat tarihçiliği olan ve hat ile profesyonel değil, amatör olarak uğraşan ama son dönemin en önemli ve en güçlü hattatı kabul edilen Prof. Ali Alparslan, 1924’te Çorlu’da doğmuş, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirmiş, doktorasını Tahran Üniversitesi’nde Füruzanfer ve Melikü’ş-şüerá Bahar gibi o zamanın en önemli şarkiyat álimlerinin yanında yapmıştı. Bir müddet Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde çalışan Ali Alparslan daha sonra Dışişleri Bakanlığı’nda girmiş, birkaç sene sonra İstanbul Üniversitesi’ne geçmiş, Türk Edebiyatı Profesörü olmuş ve bu arada Oxford ve Şikago Üniversiteleri’nde de edebiyat tarihi okutmuştu.

FERMANIN DEVAMI

Ali Bey,
20. yüzyılın büyük sanatkárı Necmeddin Okyay’ın talebesiydi. 1950’li yıllarda Okyay’dan talik ve rik’a yazılarının yanısıra ebru konusunda da icazet almış, daha sonra Halim Özyazıcı’dan "diváni" yazısını da öğrenmiş, çok sayıda öğrenci yetiştirmiş ve öğrendiklerini onlara nakletmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun en üst seviyedeki yazısı olan ve fermanlarda kullanılan "divani" stili, bugünlere kadar Ali Bey sayesinde gelebilmişti.

Türkiye’de şimdi başta rahmetli Ali Alparslan’ın öğrencileri olmak üzere çok sayıda hattat var ve işin çok daha güzel tarafı, klasik musiki ve klasik edebiyat gibi geleneksel sanatlarımızdan birçoğunun yerinde artık yeller esmesine rağmen, İslam dünyasında hat konusundaki liderliğin hálá bizde olması... Eskilerin "Kur’an Arabistan’da názil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı" sözü bugün de geçerliliğini koruyor ve İslami yazının ustaları yine Türkiye’den çıkıyorlar. Bunda, hattatlar arasında devam edegelen "meşk" yani işin esasının hocadan talebeye geleneksel yolla aktarılması metodunun sürdürülmesinin önemli bir rolü var.

YAZIDA ÖNCÜYÜZ

Hat sanatında üstadların hálá bizden çıkmasına rağmen, Prof. Ali Alparslan’ın "son büyük hattat" kabul edilmesinin ve böylesine önemli olmasının bir başka sebebi var: Onun, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden son büyük hocalardan yetişmesi, dolayısıyla klasik üslupta ve zevkte eser veren son sanatkár olması.

Türk sanatının parlak yıldızı Prof. Dr. Ali Alparslan’ın ismi ve eserleri, ardından gelenlerin yolunu daima aydınlatacak ve sanatının yanısıra zarafeti, yakın çevresindeki bizler için her zaman hoş bir hatıra olarak muhafaza edilecektir.
Yazının Devamını Oku

Şimdiki aflara şükredelim mahkûmları eskiden tiplerine göre affederdik

22 Ocak 2006
Biz, álicenap görünme merakımızdan olacak, affı çok sevmiş ve af için pekçok bahaneler yaratmış bir milletiz. İşte, eski zamanlardan kalma böyle bir af öyküsü:  Sultan Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. yıldönümü olan 1901’de büyük şenlikler yapılmış ve padişah sınırlı bir af ilán etmişti. Ama, idam ve müebbed hapis mahkûmları için suçlarına değil, tiplerine göre af çıkartmış; mahkûmların fotoğraflarını tek tek inceleyip görünüşü ve bakışı düzgün olanları bırakmış, tipini beğenmediği mahkûmları ise "Bu herifin suratında meymenet yok. Çıkarsa başka canlara da kıyar" deyip hapiste tutmuştu. Adalet tarihimizin ilk geniş çaplı affı olan 1901’deki bu salıvermeler sırasında bazı komiklikler de yaşanmış, meselá kendilerine ve ailelerine maaş bağlanarak sürgüne gönderilen bazı siyasi mahkûmlar, aftan sonra saraya "Hem serbest bırakıldık, hem de aylıklarımız kesildi" diye şikáyette bulunmuşlardı.

MEHMET Ali Ağca’yı sekiz günlük bir hürriyet teneffüsünden sonra yeniden içeriye aldık. Gerekçe, málum: Af ve infaz yasalarının yanlış uygulanması...

Biz, álicenaplık merakımızdan olacak, millet olarak affı ve hapishaneleri boşaltmayı aslında çok severiz. Suçluyu önce içeriye atar ama kısa bir zaman sonra hapsettiğimize her nedense üzülür ve bir bahaneyle affediveririz. Hiddete gelip astığımız kişiler arasında haklarında sonradan af çıkarttığımız, hattá heykellerini dikip isimlerini bulvarlara, okullara ve havaalanlarına verdiklerimiz de pek çoktur.

Parlamentonun bulunmadığı eski zamanlarda, bu iş devrin hükümdarının iki dudağının arasındaydı ama af ilánı için mutlaka bir bahane gerekirdi. Dini bayramlar, ufak suçların affı için genellikle iyi birer bahaneydi. Meselá, devlete olan küçük borçları yüzünden hapse düşmüş olanlar birkaç senede bir affa uğrar, hükümdar böylelikle hem serbest kalanlarla ailelerinin dualarını alır, hem de şefkatini ve merhametini, dolayısıyla da büyüklüğünü göstermiş olurdu. Ama mahkûmiyete sebep olan paranın miktarı fazlaysa, yani devlet mahkûmun işlediği suç yüzünden yüksek bir zarara uğramışsa af sözkonusu olmazdı, "Sürünsün namussuz!" denir ve küçük mebláğlar yüzünden içeriye girmiş olanlar affedilirken büyük miktarda para götürenlerin çıkmasına izin verilmez ve böylelikle devletten mutlaka korkulması gerektiği hissettirilirdi. Şahıslara karşı işlenen mali cürümlerin affedilmesi pek yaygın değildi ama nadir de olsa zamanın hükümdarının alacaklılara paralarını ödeyip suçluyu serbest bıraktığı ve böylelikle her iki taraftan da bol bol dua aldığı olurdu.

Sadece bayramlar değil kazanılan bir zafer, bir şehzadenin doğumu yahut hükümdarın çok sevdiği kızlarından birini dillere destan bir düğünle evlendirmesi de af vesileydi. Ama, sık kullanılan bir af bahanesi daha vardı: "Cülus sene-i devriyeleri", yani hükümdarın tahta çıkış yıldönümleri...

Af ilánı, cülusun genellikle onuncu, on beşinci yıldönümü gibi yuvarlak senelere rastlardı. 1901’de, Sultan İkinci Abdülhamid’in tahta çıkmasının 25. yıldönümü münasebetiyle ilán edilen af da, adliye tarihimizin en geniş kapsamlı aflarından biriydi.

Abdülhamid’in hükümdarlığının 25. yıldönümünü, Türkiye’de o zamana kadar yapılan en büyük kutlamalardan biriydi. Gazeteler günlerce beyaz kalın káğıtlara altın yaldızlı mürekkeplerle basılmış medhiyeler yayınlamışlar, piyasaya hatıra eşyaları, meselá üzerinde hükümdarın ömrünün uzun olması için edilecek duaların yazılı olduğu ipek mendiller çıkartılmış, saraydan fakirlere günlerce yiyecek dağıtılmış ve camilerde geceler boyu hatim üstüne hatim indirilmişti. Ve, bu kutlamalardan günümüze kadar gelebilen daha önemli başka hatıralar vardı: Bugün, Anadolu’da ve Rumeli’de hálá varolan çok sayıda saat kulesi, Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. yıldönümü şerefine dikilmişti.

İşte, bu kutlamalar sırasında af ilánı da unutulmadı... Abdülhamid, mali suçlar yüzünden hapiste olan birçok mahkûmun borcunu çeyrek asırlık iktidarının hürmetine bizzat üstlendi ve cezaları affetti. Sonra, isimleri cinayete karışmamış bazı adi suçlular da birer birer serbest bırakıldılar. Hattá, pek ádet olmamasına rağmen bazı siyasi suçlular bile af kapsamına alınmışlar ve affedilen siyasi sürgünlerden bazıları komediye varan taleplerde bulunmuşlardı: Abdülhamid zamanında siyasi sürgünlere ve sürgünlerin geride kalan ailelerine cüz’i de olsa aylık verilirdi ve affa uğrayarak İstanbul’a dönen sürgünlerden bazıları aylıklarının kesilmesinden şikáyetçi olmuşlar ve saraya "hem serbest bırakıyor, hem de maaşımızı kesiyorsunuz" meálinde dilekçeler göndermişlerdi.

Hükümdar, katillerle eşkıyanın affında ise, o güne kadar rastlanmamış bir metod tatbik etti. Abdülhamid, ana-baba katilleri gibi birkaç istisna dışında idam cezalarının infazına zaten hiç izin vermemiş, bu cezaları müebbed hapse çevirmişti ve dolayısıyla hapishanelerde çok sayıda müebbed mahkûmu vardı. Sarayda bir komisyon kuruldu, komisyon ipten-kazıktan kurtulan bu mahkûmların bir listesini çıkardı, isimlerinin yanına hangi suçtan dolayı zindana düştükleri de yazıldı ve liste, af kuşunun kimin başına konacağına karar vermesi için Abdülhamid’e sunuldu. Ama, hükümdar, bu ayrıntılı dosyalarla yetinmedi ve başka birşey istedi: Affedilecek olan müebbed mahkûmlarının fotoğraflarını...

Emir yerine getirildi, mahkûmların hemen fotoğrafları çekildi ve albümler halinde Abdülhamid’e takdim edildi. Hükümdar mahkûmların önce dosyalarını okuyor, sonra fotoğraflarına bakıyor ve affa láyık olup olmadıklarına tiplerine göre karar veriyordu. Komisyonun birçok kararını tasdik etti ama bazılarını "Bu herifin suratında meymenet yok. Çıkarsa başka canlara da kıyar" deyip içeride bıraktı.

Mahkûmların fotoğrafları, şimdi albümler halinde İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde saklanan Yıldız fotoğraf kolleksiyonunda bulunuyor. Bu fotoğrafları günün birinde gördüğünüz takdirde, "Adamlar fotoğrafları çekilirken surat asmak yerine azıcık tebessüm etseler ve şirin gözükmeye çalışsalardı acaba hükümdarın affına mazhar olabilirler miydi?" diye düşünebilirsiniz.

İşte, Son Osmanlılar’ın memlekete dönebilmelerini sağlayan kanunun mimarı

HÜRRİYET Tarih Dergisi’nin sponsorluğunda hazırladığım dört bölümlük "Son Osmanlılar" belgeselinin ilk bölümü geçen Çarşamba gecesi Kanal D’de yayınlandı. Belgeselin diğer kısımlarını, önümüzdeki üç hafta boyunca her Çarşamba gecesi yine Kanal D’de izleyeceksiniz.

Hafta başında Hürriyet’te yayınladığım "Son Osmanlılar" dizisinde ve belgeselin ilk bölümünde, sık sık tekrar ediliyordu: Hanedanın erkek mensupları, yani Fatih’in, Yavuz’un ve Kanuni’nin soyundan gelen şehzadeler 1924’te gönderildikleri sürgünde tam 50 sene geçirmiş ve hayatta kalan şehzadeler memleketlerine ancak 1974’te dönebilmişlerdi. Bu dönüş, Bülent Ecevit’in başbakanlığı sırasında, Cumhuriyet’in 50. yıldönümü münasebetiyle, yıldönümünden bir sene sonra çıkabilen meşhur "1974 affı" ile mümkün olmuş, hattá o günlerde "padişah torunlarının memlekete özel bir kanunla değil, bünyesine katilleri ve canileri de alan bir afla dönebilmelerinin yakışıksızlığı" hakkında tartışmalar yaşanmıştı.

Meclis’e hükümet tarafından verilen af kanunu teklifinde, Son Osmanlılar ile ilgili bir madde bulunmuyordu ve hanedana Türkiye’ye dönüş imkánı, görüşmeler sırasında verilen bir önerge ile mümkün olabilmişti. Önergenin altında, o yıllarda Demokratik Parti’nin Erzurum Milletvekili olan Rasim Cinisli’nin imzası vardı, yani Osmanlı şehzadelerinin yarım asır devam eden sürgününe, Rasim Bey’in bu önergesi nihayet vermişti.

Rasim Cinisli, Meclis Genel Kurulu’nda 1974’ün 9 Nisan’ında yaptığı konuşmada, "...Yüce heyetinizin vereceği kararla vatan toprağında ölme hakkını kazanacak olanlar Fatih’in, Kanuni’nin ve Yavuz’un torunlarıdır. ...Cumhuriyetimizin bu 50. yılında her Türk’ün gönlüne kök salmış olan Cumhuriyetimizin gücünü ispat etmek için olsun, milletimizin yüceliğine yakışan bu kararı almak tarihi bir tavır olacaktır" demiş ve verdiği kanun teklifi oybirliğiyle kabul edilmişti.

Uzun yıllar Milli Türk Talebe Birliği’nin "efsane başkanı" olarak tanınan, 29 yaşında iken milletvekili seçilen ve bir zamanlar Türkiye’nin en genç politikacısı olan Rasim Cinisli ile bu hafta uzun bir sohbet yaptım. Rasim Bey bana kanunun 1974 Nisan’ında Meclis’te görüşülmesi sırasında yaşananlardan bahsetti ve Son Osmanlılar’ın memlekete dönebilmelerini mümkün kılan maddenin nasıl çıkartıldığını hikáye etti.

Rasim Bey, "Devlet teröristleri ve kendi bağrına hançer sokanları bile affediyordu. Sürgündeki Osmanlılar’ın yürek yakan maceraları ise teessür yaratıyordu" dedi. "Kanunun Adalet Komisyonu’nda görüşülmesi sırasında verdiğim teklif, kanun metnine sekizinci madde olarak iláve edildi ve Adalet Partisi’nden de destek gördü. Kabul edilen metin daha sonra Senato’ya gitti, oradan Meclis’e geri döndü ve bu defa CHP grubu da karşı çıkmadı. CHP’nin o zamanki Genel Başkanı olan Bülent Ecevit ile Sultan Vahideddin’in arasında uzak bir akrabalık bağı bulunduğunu o zaman hiçbirimiz bilmiyorduk. Tasarıya karşı çıkmasını beklediğimiz CHP’nin sessiz kalmasının sebebi belki de buydu..."

Rasim Cinisli’
ye "Bu teklifi vermek nereden aklınıza geldi?" diye sorduğumda, "Bugün İstanbul’da, Türkiye’de yaşıyorsam, bunu Osmanoğulları’na borçluyum" cevabını aldım.

İşte, Son Osmanlılar’ın yarım asırlık sürgünden sonra memlekete dönebilmelerini sağlayan kanunun ve bu kanunun mimarı olan Rasim Cinisli’nin kısa öyküsü...
Yazının Devamını Oku

İşte, Atatürk’ün evlenmek istediği Osmanlı sultanı

18 Ocak 2006
Hürriyet Tarih Dergisi’nin sponsorluğunda hazırlanan ve Kanal D’de bu akşam saat 23.45’te yayına girecek olan "Son Osmanlılar" belgeselinde, Türkiye’den 1924’te sürgüne gönderilen hanedan mensuplarının maceralı hayatlarıyla beraber, Sultan Vahideddin’in kızı Sabiha Sultan’ın hüzünlü öyküsü de yeralıyor. Ama, Sabiha Sultan’ın hanedan mensupları arasında çok daha başka bir yeri var: Mustafa Kemal Paşa tarafından evlilik teklifi yapılmış bir sultan olması... Hadiseler başka türlü cereyan etseydi ve Sabiha Sultan genç Paşa’nın teklifine "Evet" demiş olsaydı tarih nasıl yazılırdı, kim bilir?

Türkiye’de, bundan 90 sene kadar önce, gerçek olması halinde tarihi baştan başa değiştirecek olan bir evlilik teşebbüsü yaşandı: Mustafa Kemal Paşa, Osmanoğulları’nın son hükümdarı Sultan Vahideddin’in kızı Sabiha Sultan’la evlenmek istedi.

İşte, Türkiye’nin yakın tarihini baştan başa değiştirecek iken son anda mümkün olamayan bu evlilik girişiminin öyküsü:

Sultan Vahideddin’in iki kızı vardı: Ulviye ve Sabiha Sultanlar... Hükümdarın küçük kızı olan Sabiha Sultan 1894’te doğmuş, ablasıyla beraber Batılı bir prenses gibi büyütülmüş ve evlenme çağına geldiğinde birçok talibi çıkmıştı. Talipler arasında zamanın İran Şahı Ahmed Kaçar Han da yer almış ama Sultan Vahideddin "Sünni bir padişah kızını Şii bir hükümdara nasıl verir?" diyerek isteği ustalıkla geri çevirmişti.

Sabiha Sultan’a işte o günlerde bir başka talip çıktı: Çanakkale’deki kahramanlığı dillerde dolaşmakta olan genç bir asker, Mustafa Kemal Paşa.../images/100/0x0/55ea9945f018fbb8f88a7910

Mustafa Kemal Paşa, Sabiha Sultan’dan hakikaten hoşlanmış mıydı, yoksa ezeli rakibi Enver Paşa’nın seneler önce yaptığını yapıp saraya damat mı olmak istemişti, bunları kimse bilmiyor. Ama evlilik olamadı ve her iki taraf da kendi yollarına gittiler. Sonrası, málum... Paşa, Látife Hanım ile kısa sürecek bir izdivaç yaptı; Sabiha Sultan da son Halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu olan ve seneler öncesinden aláka duyduğu kuzeni Şehzade Ömer Faruk efendi ile evlendi ve üç kızları oldu: Neslişah, Hanzade ve Necla Sultanlar...

Sabiha Sultan, Mustafa Kemal Paşa’nın evlilik talebinden yakın dostlarına sonraki senelerde bahsederken hadiseyi doğrulayacak, hattá "Kendilerini bir defa görmüş ve hoşlanmıştım. Gayet yakışıklı idi. Ateş gibi gözleri vardı, alev alev yanıyorlardı. Ama evlenemezdim, zira Faruk’u seviyordum" diyecekti.

BAŞBAKANA YAZDIRDI

Bu evlilik meselesinden geriye tek bir belge kaldı: Sabiha Sultan’ın o günlerden 40 küsur sene sonra, Türkiye Cumhuriyeti’nde başbakanlık yapan ve ortanca kızı Hanzade Sultan’ın dünürü olan Suat Hayri Ürgüplü’ye yazdırdığı kısa hátıratının birkaç satır.

Mülákat şeklinde kaleme alınan bu hatıratta, Suat Hayri Ürgüplü, Sabiha Sultan’a "Duyduğumuza göre, Mustafa Kemal Paşa sizi istemiş, pederiniz razı olmamış. Doğru mudur?" diye soruyor ve Sultan şu cevabı veriyor:

"Evet, istemiş. Benimle konuşmuş değildir ama ben çekindim ve istemedim. Zira, önümde hiç de iyi örnek olmayan Enver Paşa ile Naciye Sultan’ın hayatı vardı. Sonra, tanınmış ...bir kumandanla aile hayatı kurabileceğime inancım yoktu."

Mustafa Kemal Paşa
ile Sultan Vahideddin’in kızı Sabiha Sultan arasındaki evlilik meselesinin Sabiha Sultan tarafı, işte böyle. Merak edenler için, Sabiha Sultan’ın 1924 sürgününden sonraki hayatını da kısaca anlatayım:

Sultan, 1924 Mart’ında ailesiyle beraber gurbete gitti ve birkaç ay İsviçre’de yaşadıktan sonra Fransa’ya, oradan da Mısır’a naklettiler. Ama, büyük bir aşkla evlendiği eşi Şehzade Ömer Faruk Efendi ile Mısır’da iken aralarına soğukluk girdi ve 1948 Mart’ında boşandılar.

TAZİYE BEKLEDİ

Sabiha Sultan,
Menderes Hükümeti’nin 1952 Haziran’ında hanedanın hanım mensuplarının Türkiye’ye girişini serbest bırakmasından sonra Türk vatandaşı oldu ve "Osmanoğlu" soyadını aldı. Sonra, İstanbul’a yerleşti; bir ara Avrupa’ya, kızlarının yanına gitti ve hayata 1971’in 26 Ağustos’unda, ortanca kızı Hanzade Sultan’ın Yeniköy’deki yalısında veda etti.

Sultan, boşanmış olmalarına rağmen, kocası Şehzade Ömer Faruk Efendi’ye duyduğu aşkı hayatı boyunca muhafaza etti. Hattá, Faruk Efendi’nin 1969 Mart’ında Mısır’da sürgünde vefat etmesinden sonra, kendisine başsağlığına gelmeyenlerle selámı sabahı kesti. "Boşanmıştınız, artık kocanız değildi, neden başsağlığına gelmelerini beklediniz?" diye soranlara da, "Evet ama amcazádemdi. Bana taziyede bulunmaları lázımdı" diyecekti.

Hadiseler başka türlü cereyan etseydi ve Sabiha Sultan genç Paşa’nın teklifine "Evet" demiş olsaydı tarih nasıl yazılırdı, kim bilir?

Son Osmanlılar artık kubbede kalan hoş bir sadadan ibaret

KANAL D’de ilk bölümü bu gece 23.45’te yayınlanacak olan "Son Osmanlılar" belgeselinde, Osmanlı Hanedanı’nın keder ve hüzün dolu sürgün hikáyelerini izleyecek, birçok acı hatıraların yanı sıra Sultan Reşad’ın torunu Mahmud Namık ve Sultan Abdülhamid’in torunu Abdülkerim Efendiler’in zindanların ıslak hücrelerinde ıstırapla yahut otel odalarında meçhul namlulardan çıkan kurşunlarla can verişlerinin öykülerine şahit olacaksınız.

Ama, bir hususu unutmamamız gerekiyor: Son Osmanlılar’ın hiçbiri, sürgüne gönderilen diğer memleketlerin hanedanlarının yaptığı hatayı yapmadı: Türkiye üzerinde ümitsiz bir iktidar mücadelesine girişmedi, Cumhuriyet ile yaşanan büyük değişimi kabul ettiler. Altı asır boyunca hüküm sürmüş olan Osmanlı hükümdarlarının torunları şimdi dünyanın dört bir yanına dağılmış vaziyetteler ve ailenin az sayıda mensubu da vatanında, Türkiye’de yaşıyor. Son Osmanlılar, artık kubbede kalan hoş bir sadadan ibaret.*

Padişah torununun ıstırap mektubu

GEVHERİ Sultan, Osmanlı hükümdarı Sultan Abdüláziz’in küçük oğlu ve Türk Müziği’nin en seçkin bestekárlarından olan Seyfeddin Efendi’nin kızıydı.

İstanbul’da, 1904’te dünyaya gelen Gevheri Sultan, sürgünün acısını 20 yaşındayken tattı ve Türkiye’den sınırdışı edilmelerinin hemen ardından babasını kaybetti, son derece sıkıntılı bir hayat sürdü, 1952’de verilen izinden sonra Türkiye’ye döndü, o da "Osmanoğlu" soyadını aldı ve dünyaya 1980’de veda etti.

Aşağıda, Gevheri Sultan’ın Kahire’de sürgünde bulunduğu sırada 1951’in 8 Aralık günü maddi yardım istemek maksadıyla kuzeni Sabiha Sultan’a yazdığı bir mektubun bazı bölümleri yer alıyor:

"Pek muhterem sevgili hemşirem,

...Ailemiz efradından birçoğu gibi hayat tarzımı istikbal ümidine bağlayarak bugüne kadar yaşadım. Fakat ne şartlar içerisinde yaşadığımı burada tekrar etmek gereksizdir. Gördüğüm uygunsuzluklar dolayısıyla pansiyondan pansiyona naklederek hayatımı sürdürmekteyim.

...Vaziyetimi beni yakından görmekle anlayabilirsiniz. Bugün üstüme giyecek iki kombinezonumdan başka bir şeyim yoktur. İnsan gençliğinde her türlü sıkıntıya tahammül edebilir fakat yaş bir dereceye geldiği zaman tahammül etmek şöyle dursun, nefsine pek ağır geliyor. Cenáb-ı Hak’dan dilediğim tek şey, biran evvel rahmetli anneciğime kavuşmaktır.

...İşte, benim yüksek kalpli hemşireciğim! Benim gibi bedbaht bir kadına merhamet gösterip yardım etmek bir sevaptır. Bugün yardımınıza muhtacım. Sizi seven ve pek çok seven merhum amcanızın ruhuna hürmeten bilmeyerek size karşı bir hatada bulundum ise beni affediniz ve iltifatınızdan beni mahrum etmeyiniz. Bunu yüksek kalbinizden ve hakka ve adalete olan bağlılığınızdan beklerim. Bilvesile en derin hürmetlerimle mübarek ellerinizi öper, iltifatınızı beklerim efendim.

Gevheri"
Yazının Devamını Oku

İki sürgün yaşayan Neslişah Sultan askeri mahkemelerde yargılanmıştı

17 Ocak 2006
Hürriyet Tarih Dergisi’nin sponsorluğunda hazırladığım ve ilk bölümü Kanal D’de yarın yayınlanacak olan "Son Osmanlılar" belgeselinde, Sultan Vahideddin ile Halife Abdülmecid Efendi’nin torunu olan ve halen İstanbul’da yaşayan Neslişah Sultan’ın (Osmanoğlu) hüzünlü ama maceralarla dolu hayatından kesitler de yeralıyor. Mısır Kral Náibi Prens Muhammed Abdülmünim’le evli olan Neslişah Sultan, 1950’li yılların sonunda Mısır’da Cemal Abdülnasır yönetimine karşı hazırlanan bir komploya karıştığı iddiasıyla eşiyle beraber tutuklanmış, aylar boyu ev hapsinde kalmış, askeri mahkemelerde yargılanmış, beraat etmiş ama Mısır’dan ayrılmak zorunda kalmıştı. Bu, ilk sürgününe henüz üç yaşındayken Türkiye’den sınırdışı edilerek uğrayan Neslişah Sultan’ın hayatındaki ikinci sürgündü.

SON Padişah Sultan Vahideddin ile Son Halife Abdülmecid Efendi’nin torunu olan ve halen İstanbul’da yaşayan Neslişah Sultan (Osmanoğlu), Mısır’ın Kral Náibi Prens Muhammed Abdülmünim’le evliydi ve 1950’li yılların sonunda, o zamanın Mısır’ının lideri Cemal Abdülnasır yönetimine karşı hazırlanan bir komploya karıştığı iddiasıyla eşiyle beraber aylar boyunca ev hapsinde tutulmuş ve askeri mahkemelerde yargılanmıştı.

3 YAŞINDA SÜRÜLDÜ

Hürriyet Tarih Dergisi’nin sponsorluğunda Kanal D için hazırladığım ve ilk bölümü yarın yayına girecek olan "Son Osmanlılar" belgeselinde, Neslişah Sultan’ın (Osmanoğlu) maceralarla dolu hayatından kesitler de yeralıyor. Türkiye’den üç yaşındayken sürgüne gönderilen Neslişah Sultan, belgeselde maceralı ama hüzünlerle dolu hayatını bizzat hikáye ediyor.

Sultan Vahideddin’in kızı Sabiha Sultan ile Halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin üç kızının en büyüğü olan Neslişah Sultan, 1921’de İstanbul’da dünyaya gelmiş ve henüz üç yaşındayken ailesiyle beraber Türkiye’den sınırdışı edilmiş, hanedanı sürgüne götürecek olan trene binmeden hemen önce, istasyondaki bir perdenin arkasına saklanarak "Ben eve dönmek istiyorum" diye ağlamıştı.

Sabiha Sultan ve Ömer Faruk Efendi çifti, sürgünlerinin ilk yıllarını Güney Fransa’nın Nice şehrinde geçirdiler ve daha sonra Mısır’a naklederek kızlarının üçünü de Mısırlı prenslerle evlendirdiler. Neslişah Sultan Mısır’ın son Hıdiv’i İkinci Abbas Hilmi’nin oğlu Prens Muhammed Abdülmünim ile, Hanzade ve Neclá Sultanlar da Mısır kraliyet ailesinden Prens Mehmed Ali ve Amd İbrahim ile evlendiler.

Neslişah Sultan’ın bu evlilikten iki çocuğu oldu: Prens Abbas Hilmi ve Prenses İkbal. Derken, Mısır’da 1952 darbesi yaşandı, Kral Faruk sürgüne gönderildi ve kraliyet ailesine mensup olanların tamamının malları müsadere edildi.

1952 darbesi Mısır’da krallığı kaldırmamış, sadece kralı sürgüne göndermekle yetinmişti ve kısa bir zaman sonra Neslişah Sultan’ın eşi Prens Abdülmünim, "kral náibi" yapıldı. Bu, Sultan’ın Mısır’ın "first lady"si olması demekti. Artık eşinin kabul ettiği yabancı büyükelçilerin hanımlarını da o kabul ediyor, resmi davetlerde ve açılışlarda hazır bulunuyordu ama bütün bu protokol işlerini saraylarda değil, kendi evinde yapabiliyordu. Zira, "kral náibi" ünvanı sadece bir formaliteden ibaretti, asıl iktidar askerlerin elindeydi ve kral náibi ile eşinin, yani Prens Abdülmünim ile Neslişah Sultan’ın sarayları kullanmalarına izin yoktu.

Askerler, birkaç ay sonra krallığı láğvedip Mısır’da cumhuriyet ilán ettiler ve Prens Abdülmünim’in kral náipliği, Neslişah Sultan’ın da "first lady"liği nihayete erdi.

Kahire’de artık sıradan birer Mısır vatandaşı olarak yaşayacaklardı ama kaderin Neslişah Sultan’a karşı hazırladığı cilveler daha bitmemişti ve aslında daha yeni başlıyor gibiydi: Sultan ve eşi, bir sabah erken saatlerde evlerini basan askerler tarafından tutuklandılar. "Mısır hükümetine karşı kurulan uluslararası bir komploya karışmakla" suçlanıyorlardı.

VATANA DÖNÜŞ

Neslişah Sultan’ın kaderinde artık uzun müddet devam edecek olan bir ev hapsi ve askeri mahkemelerde yargılanmak vardı. Yargılanmaları aylarca sürdü ama ihtilálcilerin bütün çabalarına rağmen suçlu olduklarını gösteren bir delile rastlanamadı, suçlamalardan aklandılar fakat Mısır’da yaşamaları artık gayet zordu ve askeri hükümet her nasıl olduysa, Mısır’dan ayrılmalarına izin verdi.

İlk sürgününü 1924’te henüz üç yaşındayken büyükbabası Halife Abdülmecid Efendi ile beraberce tadan ve Türkiye’den sınırdışı edildikleri sırada tren istasyonundaki bir perdenin arkasına saklanarak "Ben eve dönmek istiyorum" diye ağlayan Neslişah Sultan’ın kaderinde, ikinci bir sürgün yazılıydı. Sultan, bu sürgüne Mısır’da uğradı ve eşi Prens Abdülmünim’le beraber Fransa’ya gitti, 1963’te de Türkiye’ye yerleştiler. Ama aynı Mısır yönetimi, İstanbul’da 1980’de vefat eden Prens Abdülmünim’in Kahire’de defnedilmesine izin verecek, Prens’in cenazesi devlet töreniyle kalkacak ve Neslişah Sultan’ı da devlet protokolüyle ağırlayacaktı.

’Bir avuç İstanbul toprağına hasrettik’

Neslişah Sultan,
hálen İstanbul’da yaşıyor, ortalıkta sık görünmekten pek hoşlanmıyor, sadece bazı çok yakın eski dostlarıyla görüşüyor ve "Son Osmanlılar" belgeselinin kendi hayatını konu alan bölümünü şu cümlelerle noktalıyor:

"...Sürgünde yaşadığımız zamanlarda memleket hasretiyle büyüdük. Annemin İstanbul’a gelip giden dostlarından bana bir avuç İstanbul toprağı getirmelerini istemiştim ama maalesef kimse getirmedi. Fakat, nihayet ben geldim, bu toprağa ayak bastım ve geldiğime de çok memnunum. Şimdi, sokağa çıktığım zamanlar, güzel ne varsa aslında dedelerim tarafından yapılmış olduğunu görüyorum, iftihar duyuyorum ve herşey benimmiş, ben bunların bir parçasıyım gibi geliyor. Buraya ait olduğumu daha çok anlıyorum."

Abdülhamid’in kızı, çocuğunun tedavisi için 100 liraya muhtaçtı

"SON Osmanlılar" belgeselinde bugüne kadar yayınlanmamış çok sayıda doküman ve fotoğraf da yeralıyor.

İşte, bu belgelerden biri: Son dönem Osmanlı tarihinin en güçlü hükümdarlarından olan İkinci Abdülhamid’in 1887 ile 1960 yılları arasında yaşayan kızı Ayşe Sultan’ın, Fransa’da sürgünde bulunduğu 1951’de, amcası son padişah Sultan Vahideddin’in yine Fransa’da sürgünde yaşayan kızı Sabiha Sultan’a 17 Temmuz günü gönderdiği duygu dolu bir mektup... Ayşe Sultan "gözyaşları içerisinde yazdığını" söylediği mektubunda, kuzeninden hasta olan oğlunun tedavi masrafları için 100 lira istiyor:

"İki gözüm sevgili hemşirem,

Eğer bir mecburiyet altında olmasaydım yazmaz ve rica ile rahatsız etmezdim. ...İçler acısı oğlum Hamid, bir aydır büyük krizler geçirerek hayatı ile mücadele etmektedir. Ne yapacağımı bilmeyerek şaşkın, meyus, nikbin, gözyaşımla kaldım.

Doktorlar hemen derhal hastahaneye girip tedavi edilmesi lüzum-ı kat’isini söylüyorlar. Aksi halde maazallah, hayatı tehlikededir. ...Ne yapacağımı bilmiyorum. Bana yüz lira göndermen mümkün müdür kardeşim? Eğer bana bu iyiliği edersen, oğlumun hayatını kurtaracaksın.

Senin nasıl şefkatli bir anne olduğunu biliyorum. Benim bu feláketimde yardım etmenizi rica ederim. Mektubumu yazarken gözyaşlarım akıyor. Allah sana evládlarını bağışlasın. Cevabını serian (hızlı bir şekilde) bekleyerek yardımını tekrar rica eder, muhabbetle gözlerinden öperim sevgili kardeşim.

Ayşe"

Yarın: Hücrede can veren şehzade
Yazının Devamını Oku

Sürgündeki şehzade vatan ve Fenerbahçe hasretiyle can verdi

16 Ocak 2006
Sürgün, padişah torunları için ıstırap, sefalet ve sıkıntı ile beraber hayal ve bekleyiş demekti. Türkiye’ye girişleri yasak olan Son Osmanlılar, yıllar boyunca memleketten gelecek olan "Artık dönebilirsiniz" haberini hayal etmişlerdi. Bu izni bekleyenler arasında Son Halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu olan ve 1919 ile 1924 yılları arasında Fenerbahçe Kulübü’nün başkanlığını yapan Şehzade Ömer Faruk Efendi de vardı.

İşte, sürgündeki şehzadenin 1966’da yazdığı bir mektubunun bazı bölümleri: Ömer Faruk Efendi, sürgünde bil bağlı olduğu kulübünden "Cánım Fenerbahçe" diye bahsediyor ve satırlarında kahreden bir vatan hasretini naklediyor. Kader, Fenerbahçe Kulübü’nün sabık başkanına memleketini bir daha görmeyi nasib etmeyecek, Ömer Faruk Efendi sürgünde can verecek ve Türkiye’ye ancak cenazesi gelebilecekti./images/100/0x0/55ea7f60f018fbb8f883da3f

BAŞLARKEN

Kanal D’de, önümüzdeki 18 Ocak Çarşamba gününden itibaren benim hazırladığım dört bölümlük bir belgesel yayınlanacak: "Son Osmanlılar"... Konusunda bir "ilk" olan bu belgeselde, 1924 Martı’nda Türkiye’den sınırdışı edilen Osmanlı Hanedanı’nın bazı mensuplarının sürgünde yaşadıkları ve filmlere bile taş çıkartacak derecede hüzünle yüklü gurbet hayatlarından kesitler yer alıyor. Üç gün devam edecek olan bu yazı dizisinde, belgeselin tanıtımının yanı sıra hanedanın kadın mensupları için 28, erkekleri için de tam

50 yıl devam eden bu sürgünün hüzünlü ve şaşırtıcı bazı anlarını okuyacaksınız.

Sürgün, birçok Son Osmanlı için ıstırap, sefalet ve sıkıntı ama daha da önemlisi, hayal ve bekleyiş demekti.

Türkiye’ye girişleri yasak olan Son Osmanlılar, yıllar boyunca memleketten gelecek olan "Artık dönebilirsiniz" haberini hayal etmişlerdi. Bu hayal, hanedanın kadınları için 28, erkekleri için de tam 50 sene boyunca devam edecek ve geçen her gün sürgündeki Osmanlılar’a acı, sıkıntı ve hüzün getirecekti.

Gurbetin getirdiği bütün bu acıları çekerken memlekete dönebilme hasretiyle yanan Son Osmanlılar’ın arasında Şehzade Ömer Faruk Efendi de vardı.

Ömer Faruk Efendi, Son Halife Abdülmecid Efendi’nin oğluydu. İstanbul’da, 1898’de doğdu. Almanya’da Potsdam Askeri Akademisi’ni bitirdi, ilk dünya savaşında Verdun cephesinde savaştı, sonra Türkiye’ye döndü ve bir kuzeniyle, zamanın hükümdarı Sultan Vahideddin’in kızı Sabiha Sultan ile evlendi ve üç çocukları oldu: Neslişah, Hanzade ve Neclá sultanlar...

Şehzade, 1919’da Fenerbahçe Kulübü’nün başkanlığına seçildiğinde henüz 21 yaşındaydı. Başkanlığı 1924 Martı’na, hanedanın bütün mensuplarıyla beraber Türkiye’den sürgüne gönderilmesine kadar, beş sene devam etti.

Faruk Efendi, memleketini bir daha göremedi. Sürgünü tam 45 sene boyunca yaşadı ve hayata ailenin erkeklerine memlekete dönebilme izninin verilmesinden beş yıl önce, 1969’da Kahire’de, memleket ve İstanbul hasreti içerisinde veda etti. Mezarı yıllar sonra, Ankara’nın "sessizce nakledilmesi şartıyla" verdiği özel bir izinle Türkiye’ye getirildi ve gurbette can veren şehzadenin naaşı, Cağaloğlu’ndaki Sultan Mahmud Türbesi’ne defnedildi.

Aşağıda, Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin Kahire’den 1966’nın 20 Temmuz günü İstanbul’da yaşayan dostu meşhur tarihçi İsmail Hami Danişmend’e gönderdiği mektubun Fenerbahçe ile ilgili kısımları yer alıyor. Şehzade, mektubunda seneler önce başkanlığını yaptığı Fenerbahçe Kulübü’nün o zamanki başkanı Faruk Ilgaz’dan bir mektup aldığını söylüyor, kulübün kendisini hatırlamasından duyduğu memnuniyeti anlatıyor ve gözyaşlarını tutamadığını yazıyor.

Sürgündeki şehzadenin mektubunun sonlarındageçen "Beyefendi" bahsini biraz açayım: Ömer Faruk Efendi şehzadelere "Efendi hazretleri" diye hitap edilmesi gerektiği halde kulüpten gelen mektupta kendisine "Muhterem Beyefendi" dendiğini yazıyor ama Fenerbahçe aşkından dolayı bu protokol hatasına önem vermediğini anlatıyor...

CANIM FENERBAHÇE

İşte, Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe’den bahsettiği mektubunun bazı bölümleri: "Pek muhterem beyefendi,

...İçimden, bu sene bir kavuşma senesi olacak diye geldi! Sonra, o kavuşma kim ile? Sevgili vatanım ve 15 senedir görmediğim çocuklar ile mi, yoksa toprak ile mi diye düşündüm!

...’Maneviyatınızı bozmayın, ye’se kapılmayın’ buyuruyorsunuz ama buna imkán kaldı mı? İnsan taştan çelikten olsa yine dayanmaz! Kaçıncı senedir bu tahammülümüz! Artık tahammül edebilme imkanları da kalmadığı gibi işkencenin de bir derecesi var. Öyle bir hále geldim ki ne isteyeceğimi bilemez oldum.

...Geçen gün ... postacı geldi ve büyükçe bir zarf uzattı. Üstünde cánım Fenerbahçe Spor Kulübü’nü görünce şaşırdım. Mektubu okuyunca büsbütün hayretlere düştüm. Kulübün yeni müdürü, sabık reislerinin resmini istiyor! Salonlarını tezyin (süslemek) için! Kırk küsur senedir böyle bir aláka görmediğimden şaşırdım ve mütehassis oldum, teessür duydum ve gözlerimden yaşlar boşandı. Yeni ve eski birer fotoğrafımı, kulüp ázálarıyla çıkmış olan bir eski resmimi ve göstermiş oldukları aláka dolayısıyla teşekkürlerimi yazdım ve gönderdim. Yeni reisin ismi de Faruk olduğundan, adaşlık hasebiyle bir sempati doğmuş olacak! Bana gönderdikleri kulübün ismi, işareti ve arkasına yazdıkları beni çok mütehassis etti: ’Kulüp erkánı, eski reislerine saygılarını sunarlar.’ Şimdi resim çerçeveye geçmiş halde yanımda duruyor. ’Muhterem Beyefendi’ diye yazmalarına dikkat bile etmedim. Çünki, bilmediklerinden! Bundan birkaç sene evvel de biri bana kezá ’Beyefendi’ diye hitap edince ’Affedersiniz ama ben efendi değilim. Öyle olmuş olsa idim memleketten çıkarılmazdım. Bana çok pahalıya malolan unvanımdan vazgeçmeyin, rica ederim’ demiştim. Bunu size gülün diye yazıyorum. Gülmeyi bile unutmak üzereyim ve unutmamaya uğraşıyorum. ...Ömer Faruk"

Osmanlı tahtının várisini haçların arasına defnettik

İSTANBUL’da 1909’da doğan Mehmed Orhan Osmanoğlu, Osmanlı hükümdarı İkinci Abdülhamid’in torunuydu. 15 yaşındayken ailesiyle beraber sürgüne gönderildi ve gurbette hayatını kazanmak için otomobil tamirciliğinden kamyon şoförlüğüne kadar her işte çalıştı.

Orhan Efendi, kendisiyle tanıştığım 1970’lerin sonunda Paris’teki Amerikan Askeri Mezarlığı’nın bekçiliğini yapıyordu!

Sonra mezar bekçiliğinden 160 dolar aylıkla emekli oldu ve Güney Fransa’nın Nice şehrine yerleşti. Aramızdaki dostluk seneler geçtikçe arttı ve o yıllarda Osmanlı Hanedanı’nın "reisi" yani en yaşlı şehzadesi olan Orhan Efendi’yi 1992 Ağustosu’nda Hürriyet’in davetlisi olarak on günlüğüne İstanbul’a getirdim. Sekiz dili rahatça konuşabilen ama gözleri artık çok az gören Orhan Efendi vatanına 68 yıl aradan sonra ilk defa geliyordu ve gelişi gazetelerin manşetlerinde yer almıştı.

Mehmed Orhan Osmanoğlu, tam 70 senelik sürgününü, Nice’deki tek odalı evinde 1994’ün 12 Mart akşamı noktaladı. Vefat haberini alır almaz Nice’e gittim ve çileli şehzadeyi şehrin "Doğu Yakası Mezarlığı"nda toprağa verdik.

Cemaat, sadece altı kişiydi: Sultan Abdülmecid’in soyundan gelen ve Nice’de yaşayan Melike ve Emire hanımsultanlar, hanımsultanların Katolik olan Fransız eşleri, Gazi Osman Paşa ile Sultan Abdülhamid’in torunu Bülent Osman ve ben... Osmanlı tahtının várisinin cenaze namazını, Melike Hanımsultan’ın şehrin Arap mahallelerinde bulduğu ve Bülent Osman’ın bahşiş vererek mezarlığa gelmeye binbir güçlükle ikna edebildiği dört Tunuslu kıldı.

Sultan Abdülhamid’in torunu, Osmanlı Hanedanı’nın sabık reisi ve saltanat yıllarındaki resmi unvanı "Şehzáde-i civan-baht devletlu necabetlu Mehmed Orhan Efendi Hazretleri" olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Mehmed Orhan Osmanoğlu, son uykusunu şimdi Nice’in "Doğu Yakası Mezarlığı"nda, haçların arasında uyuyor. Haçların mevcudiyetinin sebebi mezarın bulunduğu yerin Müslümanlar ve Hıristiyanlar tarafından ortaklaşa kullanılan ama "fakirlere mahsus" bölüm olması ve şehzadenin mali imkánsızlıklar yüzünden ancak buraya defnedilebilmesi...
Yazının Devamını Oku

80 yıl boyunca suskun kalan Son Osmanlılar ilk kez konuşuyorlar

15 Ocak 2006
Kanal D’de, önümüzdeki 18 Ocak Çarşamba gününden itibaren benim hazırladığım dört bölümlük bir belgesel yayınlanacak: "Son Osmanlılar"... Belgeselin konusunu Fatih’in, Yavuz’un ve Kanuni’nin soyundan gelen hanedan mensuplarının 1924 Mart’ında Türkiye’den sürgüne gönderilmelerinden sonra yaşadıkları, filmlere taş çıkartacak derecede macerayla ve ıstırapla yüklü gurbet öyküleri oluşturuyor. Hanedanın başta Neslişah Sultan olmak üzere gazetelerden ve özellikle de televizyonlardan bugüne kadar hep uzak durmuş olan birçok mensubu ilk defa bu belgesel için kamera karşısına geçtiler ve Osmanoğulları’nın imparatorluğun yıkılışından sonraki yazılmamış tarihini hikáye ettiler.

SİRKECİ İstasyonu’ndan bundan 82 yıl önce, 1924’ün 5 Mart akşamı saat sekizde kalkan Simplon Ekspresi’nin kadınlı-erkekli 100 küsur yolcusu, dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkıyordu.

Yolcuların tamamı Osmanoğlu ailesine, yani Osmanlı Hanedanı’na mensuptu ve Büyük Millet Meclisi’nin 3 Mart 1924 günü kabul ettiği 431 sayılı kanun uyarınca ve kanunun ifade ettiği şekilde "Türkiye topraklarında yaşamaktan ebediyyen mahrum bırakılıp" sürgüne gönderiliyorlardı. Hanedanın Türkiye’deki reisi olan Son Halife Abdülmecid Efendi, ailesiyle beraber 3 Mart gecesi Türkiye’den zaten sınırdışı edilmişti.

1924 Mart’ının ortalarına gelindiğinde, Türkiye’de Fatih’in, Yavuz’un ve Kanuni’nin soyundan gelen artık tek bir kişi bile kalmamış; Sirkeci’den kalkan Simplon Ekspresi ile yahut Eminönü’nden demir alan Fransız gemileriyle vatandan ayrılmışlardı.

Gurbete gönderilen Son Osmanlılar erkek, kadın ve çocuk olmak üzere toplam 164 kişiydiler ve sürgün, hanedanın kadınları için 28, erkekleri için 50 sene boyunca devam etti. Kadınlara 1952’de, erkeklere de 1974’te Türkiye’ye yeniden dönebilme izni verildi. İleri yaştaki Son Osmanlılar’ın çoğu gurbette binbir sıkıntı içerisinde can vermiş, memleketi terkettikleri sırada henüz çocuk olanların saçları ise, dönüş kapıları açıldığında çoktan ağarmıştı.

SARAYIHATIRLAYANLAR

Padişah torunlarının bazıları Türkiye’ye dönüp sıradan vatandaş olarak yaşamaya başladılar, bir kısmı ise kurulu düzenlerini bozamayarak önceden yerleştikleri memleketlerde kalmayı ve Türkiye’ye arada bir turist olarak gelmeyi tercih ettiler.

Dönüşten hemen sonra gazete muhabirleri, ileriki senelerde de televizyoncular, hanedanın önde gelenlerini, yani "ailenin saray görmüş olan büyüklerini" konuşturabilmek ve hatıralarını nakledebilmek için büyük çaba gösterdiler. Ama Osmanoğlu ailesinin hiçbir büyüğü bugüne kadar kameranın önüne geçip maceralı hayatını anlatmadı ve modern Türkiye hakkında ne düşündüğünü söylemedi. Onlarla ilgili yazılanlar sadece gittikleri davetlerde yahut katıldıkları toplantılarda çekilmiş fotoğrafların altındaki birkaç satırdan ibaret kaldı.

Son Osmanlılar’ı maceralı hayatlarının bir TV belgeseli haline getirilmesi için ikna etme şansı, ilk defa bana nasip oldu.

Bundan 15 sene önce, aynı ismi taşıyan bir kitap çıkartmıştım, kitap çok satan eserler listesinde uzun müddet kalmıştı ve şimdi arada bir sadece mezatlarda rastlanan "nadir" bir yayındı.

"Son Osmanlılar" belgeselinin temelini, işte yıllar önce çıkarttığım bu kitap teşkil etti. Hanedanın başta Neslişah Sultan (Osmanoğlu) olmak üzere gazetelerden ve özellikle de televizyonlardan senelerden buyana uzak duran birçok mensubu sağolsunlar, konuyu kalıcı bir TV belgeseli haline getirme ricamı kırmadılar ve maceralı hayatlarının bütün ayrıntılarını kameraya anlattılar.

Elimde, Osmanoğlu ailesi ile ilgili olarak fotoğraftan filme ve belgeden hátırata kadar zaten birhayli doküman vardı. Bu belgeler ve şimdi hayatta olmayan hanedan mensuplarıyla seneler önce yaptığım özel çekimlerin bazı bölümleri, sürgünü bütün ıstırabıyla yaşayan ve belgesele konuşan padişah torunlarının görüntülerinin arasına yerleştirildi. Ortaya böylece benim yapımcılığımda ve tecrübeli televizyoncu İlkgün Serdar’ın yönetmenliğinde ilginç, duygusal ve gündeme ilk defa gelecek olan bilgilerle dolu dört bölümlük bir belgesel çıktı: "Son Osmanlılar"...

"Son Osmanlılar", önümüzdeki 18 Ocak Çarşamba gününden itibaren dört hafta boyunca, her çarşamba gecesi Kanal D’de yayınlanacak. Osmanlı Hanedanı’nın "reisi", yani Türkiye’de bugün cumhuriyet rejimi yerine Osmanlı idaresi devam etseydi tahta geçecek olan Şehzade Osman Ertuğrul Efendi, Son Padişah Sultan Vahideddin ile Son Halife Abdülmecid Efendi’nin torunları Neslişah ve Neclá Sultanlar, hanedanın artık hayatta olmayan eski reisi Şehzade Mehmed Orhan Efendi, Sultan Vahideddin’in torunu Hümeyra Hanımsultan (Özbaş) ve ailenin daha birçok mensubu, izleyicilere Osmanoğulları’nın, imparatorluğun yıkılış sonrasındaki yazılmamış tarihini hikáye edecekler.

HÜRRİYET VE KANAL D’DE

Hürriyet’te de, yarından itibaren Son Osmanlılar belgeseli ile aynı ismi taşıyan üç günlük bir yazı dizisine başlayacağım. Dizide belgeselin tanıtımının yanısıra bugüne kadar hiçbir yerde yayınlanmamış fotoğraflarla dokümanlar yeralacak, tarihten futbola uzanan şaşırtıcı bağlantılar ve hattá gözlerinizi yaşartacak derecede duygu yüklü hadiseler anlatılacak.

Bütün bu yayınlardan önce, bir konuya açıklık getirmem gerekiyor: Son Osmanlılar belgeseli ve dizisi senelerden buyana aramızda sessizce yaşayan bir grup insanın yarım asır boyunca devam etmiş ve filmlere taş çıkartacak derecede macerayla ve ıstırapla yüklü sürgününün öyküsüdür. Ama bu macera siyasi değil insanidir; "Osmanlı hayali" ile alákası yoktur ve üzüntülerle, heyecanlarla ve hayal kırıklıklarıyla doludur.

BELGESELDE NELER VAR?

Padişah torununa polis sorgusu: Halife dedelerin Müslüman mıydı?

Hürriyet’te yarın, Kanal D’de de önümüzdeki çarşamba günü yayınlanmaya başlayacak olan ve Osmanlı Tarihi’nin bir yerde "yıkılış sonrası öyküsü" olan "Son Osmanlılar" belgeseli, 600 sene devam eden bir devlet kuran Osmanoğlu ailesinin yarım asırlık sürgün dramından anekdotlar veriyor.

İşte, dizide ve belgeselde yeralan konulardan bazıları:

Neslişah Sultan’a, 1950’lerin sonunda Türk vatandaşlığına geçmesi sırasında Sirkeci’deki Sansaryan Hanı’nda bulunan Emniyet Müdürlüğü’nde sorulan soru: "Büyükbabalarınız Sultan Vahideddin ile Abdülmecid Efendi’nin dinleri neydi? Müslüman mıydılar?"... Sultan’ın cevabı: "Her ikisi de Halife idi, utanın!"

İkinci Abdülhamid’in 1994’te Fransa’nın Nice şehrinde vefat eden torunu ve Osmanlı tahtının várisi Şehzade Mehmed Orhan Osmanoğlu’nun cenazesi, Nice Umumi Mezarlığı’nda parasızlık yüzünden, üzerlerinde haçların yükseldiği Hristiyan mezarlarının arasına defnedildi.

Sürgün yıllarında acı bir şekilde can veren Osmanlı şehzadeleri... Sultan Reşad’ın torunu Şehzade Namık Efendi’nin hayatı Kahire’nin Tora Zindanı’nda noktalandı, Abdülhamid’in İkinci Dünya Savaşı öncesinde Türkistan İmparatoru olmaya çalışan torunu Şehzade Abdülkerim Efendi de New York’ta Japon gizli servisinin kurşunlarına hedef oldu.

Sultan Vahideddin’in kızı Sabiha Sultan’ın yayınlanmamış hatıralarından: "Türkiye’de bugün Cumhuriyet kurulmuş, ailemiz vazifesini yapıp geçmiştir. İmparatorluk ayrı bir devirdi, fakat o da Türk’ün idi, bugünkü Cumhuriyet de Türk’ün malıdır".

Osmanlı Hanedanı’nın New York’ta yaşayan reisi Şehzade Osman Ertuğrul Efendi anlatıyor: "Mustafa Kemal Paşa bizi sürgüne göndermek zorundaydı, zira göndermeseydi yapmak istediklerini yapamazdı."

Neslişah Sultan’ın duygu yüklü konuşması: "Sürgünde seneler boyunca yanımda bir avuç İstanbul toprağı olmasını istedim, bir türlü temin edemedim ama İstanbul’a nihayet kendim dönebildim. Şimdi sokağa çıktığımda güzel ne varsa dedelerim tarafından yapılmış olduğunu görüyorum ve bu toprağa ait olmakla iftihar ediyorum."

Müşfik Kenter okudu biz de oturup çaldık

"SON Osmanlılar" belgeselini önemli bir sanatçı, Müşfik Kenter seslendirdi. Tarihe malolmuş bir hanedanın hüzünlü hikáyesini, Kenter’in o hüznü tam olarak aksettiren sesinden dinleyeceksiniz.

Belgeselin müziklerini ise, Türk Müziği’nin iki seçkin icracısıyla, viyolonselci Uğur Işık ve kemençeci Derya Türkan ile beraber yaptık. Hem jenerikte, hem de tema müziklerinde alışılmamış bir yol izledik ve Klasik Türk Müziği’nin az bilinen bazı eserlerini değişik bir yorumla seslendirdik.

Eski bir elyazmasından günümüz notasına aktardığım 17. yüzyıldan kalma "Nikriz" makamındaki bestecisi bilinmeyen bir peşrevi jenerik olarak seçtik ve peşrevin icrasına ben de tanburumla katıldım. 1930’lu yılların unutulmaz bestekárı Kapdanizade Ali Rıza Bey’in bundan senelerce önce ilk defa benim tarafımdan icra ettirilen "Denizde Akşam" isimli zarif şarkısını da Uğur Işık ve Derya Türkan enstrümantal olarak seslendirdiler. Işık ve Türkan ikilisi, ölüm temalarında Nedim Ağa’nın 1840’larda bestelediği Sultaniyegáh makamındaki saz semaisini modern bir anlayışla yorumlarlarken, dizinin gerilimli bölümlerinde de ortak eserleri olan "Sürgün" isimli parçayı kullandılar.

"Son Osmanlılar"ın jeneriğiyle tema müzikleri, zannedersem, belgesellerde klasik müziğimizden nasıl istifade edileceğini de gösterir mahiyettedir.
Yazının Devamını Oku

Şeytan’ın 666’sını 66’ya bağlayın üstüne bir de pişti yapın!

8 Ocak 2006
İncil’in üslup bakımından en renkli kısmı olan "Yuhanna’nın Vahyi" başlıklı faslında geçen ve Şeytan’ın sembolü olduğuna inanılan "666" ifadesi, Hristiyan dünyasında asırlardan buyana bir merak, hattá korku kaynağıydı. Bu konuda bir kısmı paranoyaya kadar varan çok sayıda teori ortaya atıldı, "Şeytan"ın kim olabileceğinin anlaşılmasına çalışıldı ve 666 meselesi filmlere kadar konu oldu. Ama, Almanya’nın en yüksek tirajlı gazetesi olan Bild’de, geçen perşembe günü çıkan bir haberde, İncil’deki 666’nın aslında 616 olduğu söyleniyor ve hatanın bundan 1900 küsur sene önce, İncil’in orijinal eski Yunanca metninden yapılan bir tercüme yanlışından kaynaklandığı iddia ediliyordu. İşte, 666 temeline dayandırılarak kurulan ve Bild’in iddiasının gerçek olması hálinde gümbür gümbür çökecek olan komplo teorilerinden birkaçı...

ALMANYA’nın en yüksek tirajlı gazetesi olan Bild’de, geçen perşembe günü enteresan bir haber vardı: İncil’de bahsi edilen ve Hristiyanlarca Şeytan’ın "sayısı" yahut "sembolü" diye bilinen 666 sayısının aslında 616 olduğu söyleniyordu. Gazeteye göre, hata bundan 1900 küsur sene önce, İncil’in orijinal eski Yunanca metninden yapılan bir tercüme yanlışından kaynaklanmaktaydı ve Vatikan yanlışın ispat edilmesi halinde kutsal kitabın bundan sonraki baskılarında 666 yerine 616 yazılmasını kabul etmişti.

Bu haber size ilk bakışta tuhaf, anlaşılması zor ve hattá lüzumsuz bir bilgi gibi gelebilir ama Hristiyan dünyası için son derece önemli bir gelişmedir. Ama, Batı’nın "Şeytan" kavramına meraklı iseniz, hattá "Omen" filmini seyrettiyseniz, eminim şu anda siz de asırlar boyu devam eden tartışmaları hatırlayıp biraz irkilmiş ve filmin unutulmaz sahnesi, küçük çocuğun alnında 666 sayısının belirmesi gözlerinizin önüne gelmiştir.

666’nın ne mánáya geldiğini bilmeyenler, yahut hatırlayamayanlar için kısaca söyleyeyim: Málum sayı İncil’in en enteresan, hattá en heyecanlı metni sayılan "Yuhanna’nın Vahyi" isimli bölümde geçer; Hazreti İsa’nın 12 havarisinden ve dört İncil’den de birinin yazarı olan Aziz Yuhanna, yahut Batı’daki ismiyle "Saint John", bu fasılda Hazreti İsa tarafından kendisine gösterilen kıyamet alámetlerini gayet renkli bir üslûpla anlatır. Şeytan’ın yahut başka yorumlara göre kıyametten hemen önce ortaya çıkacağına inanılan Deccal’in ne şekilde görüneceğini ve insanlığı nasıl birbirine düşüreceğini yazar ve yaratığın sayısının, daha doğrusu "rakam karşılığının" "666" olduğunu söyler.

Ortaya zamanla Aziz Yuhanna’nın vahyini anlattığı bu faslı temel alan çok sayıda kıyamet teorisi atılmış, 666 sayısı birbirinden değişik şekillerde yorumlanmış, bu sayı etrafında sayısız komplo teorileri yaratılmış, konu zamanla filmlere bile konu olmuş ve "666", dünyanın en esrarlı, hatta dindar Hristiyanlar arasında en korkulan kavramlarından biri haline gelmiştir.

İşte, 666 kavramını temel alarak yaratılan bu teorilerden bazıları:

Eski medeniyetlerde, her harfin bir sayı değeri vardır. İnternetin en bilinen kavramı olan "world wide web" ifadesinin kısaltması "www"de bulunan "w" harfi, İbrani alfabesindeki "vav" harfidir ve bu harfin sayı karşılığı da altıdır. Dolayısıyla, üç adet altıdan meydana gelen internet adresi, doğrudan doğruya Şeytan’ın adresidir.

Avrupa Parlamentosu’nun salonunda parlamenterlere ait olan koltukların her birinin bir numarası vardır ama 666 numaralı koltuk kimseye tahsis edilmemiştir ve boştur.

Avrupa Birliği’nin bayrağında daire şeklinde sıralanan 12 adet yıldız, Hazreti İsa’nın havarilerini temsil etmesinin yanısıra, ilhamını yine Yuhanna’nın Vahyi’nin 12. bábının Hazreti Meryem’den sözeden 1. áyetinden almıştır. Áyette, "Ve gökte büyük bir alámet, güneşle giyinmiş ve ayakları altında ay ve başı üzerinde on iki yıldızdan tacı olan bir kadın göründü" denmektedir.

Amerikan Hazine Bakanlığı’nın armasının en altında 666 sayısı yazılıdır ama bu sembolün armaya niçin konduğu meselesi, esrarını hálá korumaktadır.

Bilgisayar sistemlerinde ürün tasnifi ve fiyatları belirleme maksadıyla kullanılan barkod sisteminde sayıları gösteren çizgi gruplarının başında, ortasında ve sonunda yeralan çizgilerin herbiri altı sayısının işaretidir ve bütün barkodlarda 666, yani "Şeytan" yazılıdır.

Kudüs’ün merkezinin boylamı 31 derece 47 dakika kuzey, enlemi de 35 derece 13 dakika doğudur. Bu iki sayının altalta toplamından 666 sayısı elde edilir ve bu, kıyamet sırasında Deccal’in yahut Şeytan’ın Kudüs’te ortaya çıkacağının işaretidir.

Klasik ruletteki sayıların toplamı 666’dır, dolayısıyla rulet şeytan oyunudur.

Bunlar, Hristiyan dünyasında 1900 küsür seneden buyana yaşanan 666 çılgınlığının son örneklerinden sadece bir kısmı... Aynı konuda tarih boyunca neler düşünüldüğünü, nelere inanıldığını ve ne korkular yaşandığını da varın, siz hesap edin...

Ama, şimdi işin bir başka tarafı daha var: Bild gazetesinde ortaya atılan iddia hakikaten doğruysa, yani bundan neredeyse 2 bin sene önce bir tercüme hatası yapılmışsa ve "666" kavramı aslında "616" ise, Hristiyan dünyasında asırlardan buyana yaratılan efsanelerin nasıl büyük bir gümbürtüyle çöktüğünü ve şimdilerde bizde de ortaya çıkan komplo teoricilerinin ne kadar boş işlerle uğraştıklarını hep beraber görecek ve çok eğleneceğiz.

Beklenen ’Deccal’ acaba Prens Charles mı?

ESKİ kültürlerde, alfabenin her harfinin bir sayı değeri vardır. Kelimeler, kendilerini meydana getiren harflerin değerlerinin toplamı olan sayılara karşılıktırlar. Benzer bir sistem bizde de vardır ve "Ebced" adını alır. Bu sistemlerde kelimelerden varılan sayıların yorumlanmasıyla bazı gerçeklere ulaşılmasına çalışılırken, bazen sayıların hangi kelimeleri yahut isimleri kasdettiği üzerinde çaba sarfedilir.

İşte, Hristiyan dünyası, İncil’de 666 kavramıyla kimin kastedildiğini anlayabilmek için asırlardan buyana uğraşıyor ve bu iş için eski Yunan ve İbrani alfabesindeki harflerin sayı karşılıklarından istifade ediyor.

Yunan ve İbrani alfabelerindeki harflerin sayı değerleri şu şekildedir ve bu sıralama, bir çeşit "Hristiyan Ebcedi"dir.

A=1, B=2, C=3, D=4, E=5, F=6, G=7, H=8, I=9, J=10, K=20, L=30, M=40, N=50, O=60, P=70, Q=80, R=90, S=100, T=200, U=300, V=400, W=500, X=600, Y=700, Z=800.

Batı, yüzyıllardan buyana bu sistem çerçevesinde, Yuhanna’nın Vahyi’nde 666 sayısıyla sembolize edilen ve "Şeytan", "Deccal" ve "Anti-İsa" olarak yorumlanan ismin kim olabileceğini bulma çabasında. İsimlerindeki harflerin sayı değerlerinin toplamı 666 tutan bazı Roma İmparatorları "Deccal" ilán edilirken, 666 ile Hazreti Muhammed’in isminin Yunanca yazılışı arasında bile bağlantı kurulmasına çalışıldı.

Bu konuda şimdi varılan son nokta, İngiltere veliahdı Prens Charles’ın "Şeytan" olup olmayacağı tartışması... Zira, prensin resmi unvanı olan "Prince Charles of Wales" kelimelerindeki harflerin sayı değerlerinin toplamı tam 666 tutuyor!

İncil’in korku filmini andıran 666 áyetleri

"YUHANNA’nın Vahyi" isimli fasıl, İncil’in üslup bakımından en renkli, en heyecan verici kısmıdır ve kıyamet alámetlerinin anlatıldığı metin, sanki gerçeküstü bir film gibidir.

İşte, "Yuhanna’nın Vahyi"nde Şeytan’ın sembolü olduğuna inanılan "666" kavramının geçtiği 13. bábın 11.-18. áyetleri:

"Ve yerden çıkan bir başka canavar gördüm; ve kuzu gibi iki boynuzu vardı ve ejder gibi söylüyordu.

Ve birinci canavarın bütün saláhiyetini onun önünde kullanıyor. Ve yeryüzünü ve onda oturanları ölüm yarası iyi edilmiş olan birinci canavara secde ettiriyor.

Ve insanların önünde, hattá gökten yeryüzüne ateş indirecek kadar büyük alámetler yapıyor.

Ve kendisinde kılıç yarası olup yaşamış olan canavara bir suret yapmalarını yeryüzünde oturanlara söyleyerek, canavarın önünde yapmak için kendisine verilmiş olan alámetler sebebiyle, yeryüzünde oturanları saptırıyor.

Ve ona, canavarın sureti söylesin, ve canavarın suretine tapmayanların hepsi öldürülsün diye, canavarın suretine nefes vermeğe kudret verildi.

Ve küçüklerin ve büyüklerin, ve zenginlerin ve fakirlerin, ve hürlerin ve kulların hepsine, sağ elleri yahut alınları üzerine, onlara damga vurduruyor.

Ve canavarın adı, yahut adının sayısı damgası kendisinde olmazsa, kimseye alışveriş ettirmiyor.

Hikmet buradadır. Anlayışı olan, canavarın sayısını hesap etsin; çünki insan sayısıdır, ve onun sayısı altıyüz altmış altıdır."
Yazının Devamını Oku