Murat Bardakçı

Gayet sıcak ağırladığımız Suudi Kralı Abdullah’ın büyük dedesinin kellesini kesmiştik

13 Ağustos 2006
İmparatorlukların yıkılışının üzerinden uzun seneler geçmesinden sonra eski ilişkilerin tamamen tersinin yaşanması ve dostların düşman, düşmanların da dost olmaları sık rastlanılan bir hadisedir. İşte, bu değişikliğin tam bir örneği: Biz, hafta içerisinde Türkiye’ye gelen ve sadece baklava merakı değil, kullanacağı tuvaletler bile basında geniş yer bulan Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın büyük büyük dedesi Abdullah bin Suud’u İstanbul’da idam etmiştik. Vehhabi mezhebini yaymak uğruna 19. yüzyılın başında devlete isyan eden Abdullah bin Suud, Mekke ile Medine’yi bile yakıp yıkmış ve onbinlerce masumun kanına girmişti. İsyan güçlükle bastırılmış, yakalanıp Mısır üzerinden gemiyle İstanbul’a getirilen Abdullah üç gün boyunca sorgulandıktan sonra 1820’nin 27 Şubat günü Bayezid’de zamanın hükümdarı İkinci Mahmud’un huzurunda kafası kesilerek idam edilmişti. Suudi, daha doğru teláffuzuyla "Saudi" Arabistan’ın ismi bile, Kral Abdullah’ın büyük büyük dedesi olan işte bu Abdullah bin /images/100/0x0/55eb6b0af018fbb8f8bfcf93Suud’dan geliyor.

SUUDİ Arabistan Kralı Abdullah bu hafta Türkiye’de idi ve majestelerinin ziyareti memleketin gündemini baştan aşağı değiştirdi.

Üç gün boyunca, Kral’ın baklavayı nasıl sevdiğinden kaldığı otelde kullandığı tuvaletlerin yönüne ve beraberindeki prenslerle hizmetkárların sayısından Sevda Tepesi meselesine varıncaya kadar önemli bir resmi ziyaretin nasıl tam bir magazin haline getirilebileceğini başarıyla ispat ettik. Ziyaretin asıl sebebi olduğu daha ilk bakışta anlaşılan "İran’a ve dolayısıyla Hizbullah’a karşı Amerika destekli bir Sünni pakt" projesine de bu magazinel toz-duman arasında basınımız tabii ki pek yer vermedi.

Kral Abdullah’ın aslında son derece önemli olan Türkiye ziyaretinin bu şekilde haberleştiğini görünce, Kral ile ilgili olan ve üzerinde hiç durulmayan bir başka konuyu da ben hatırlatayım dedim: Abdullah’ın ismini taşıdığı büyük büyük dedesini bundan 186 sene önce, 1820 Şubat’ında İstanbul’da kellesini keserek idam etmiş olduğumuzu...

İşte, okullarımızdaki tarih derslerinde öğretilmeyen, adı sadece ihtisas kitaplarında geçen ama yaptıkları bize pek pahalıya málolan büyük dede Abdullah’ın, yahut tam adıyla Abdullah bin Suud’un kanlı bir şekilde noktalanan macerası:

Herşey, Arap yarımadasının ortasında bir yerlerde 1703’te doğan ve Abdülvehhab adı verilen bir çocuğun küçük yaşlarda İslámi ilimlere merak salmasıyla başladı...

Abdülvehhab, kendisinden 500 yıl önce yaşamış şeriat álimi İbni Teymiyye’nin yolundan gitti ve olgunluk çağına geldiğinde sonraki asırlarda kendi adıyla anılıp "Vehhabilik" denecek olan mezhebin temellerini attı.

Vehhabilik, Hazreti Muhammed’in zamanındaki hayat tarzına dönülmesi demekti ve Vehhabiler’e göre peygamberin yaşadığı devirde mevcut olmayan yahut hoş karşılanmayan ne varsa yasak edilmeliydi. Meselá altın ve ipek kullanmak peygamber zamanında haram kabul edilmişti ve dolayısıyla erkekler altın takamaz, ipekten yapılmış elbiseler giyemezlerdi. İslámiyet’te mezar diye bir kavram da yoktu; mezarın bırakın ziyareti, yerinin belli olması bile cehennemin kapılarını açacak bir kabahatti.

Abdülvehhab 84 yaşında öldü, kurduğu mezhebi yayma vazifesi damadı Muhammed’e düştü ama Vehhabiler, Arap yarımadasının ortasındaki Necd bölgesinde çeyrek asır boyunca sessiz sadasız, kapalı bir toplum halinde yaşadılar. Vehhabi sisteminin dünyaya yayılması işini bir başka Abdullah, Abdülvehhab’ın damadı Muhammed’in torunu olan Abdullah bin Suud başlattı.

Abdullah’a göre fikirleri yaymak ve insanları ikna etmek için tek bir yol vardı: Kılıç... Onbinlerce başıbozuğu yanına toplayıp İstanbul’a isyan bayrağını açtı ve 1801’de Arap Yarımadası’ndan tááá Irak’a gidip Kerbelá’ya saldırdı. Çoluk-çocuk demeden üç günde 5 binden fazla kelle kesti, sonra büyük dedesi Abdülvehhab’ın "dinde mezar yoktur" düşüncesini hayata geçirme aşkıyla Hazreti Muhammed’in torunu Hazreti Hüseyin’in sandukasını ateşe verdi. Bu kadarla da kalmadı, ertesi sene Taif’e gitti ve Taifliler’i kıtır kıtır kesti. Önünde artık Mekke ile Medine’nin yolu uzanıyordu, gitti, her iki şehre de girdi ve oralarda yaşayan binlerce kişinin canını aldı. Hışmından sadece insanlar değil, din büyüklerinin mezarları bile nasibini aldı, peygamberin Medine’deki türbesinin dışında ne kadar mezar varsa hepsini yerle bir etti.

Kutsal topraklarda artık sadece terör hákimdi. Hac yolu seneler boyu kapalı kaldı ve uyarılara kulak asmadan Mekke’ye doğru yola çıkanlardan da hiçbir haber alınamadı.

Tahtta bulunan İkinci Mahmud, Abdullah’ın terörüne karşı çaresizdi ve 1819’da Mısır’da sultanlar gibi hüküm süren vali Kavalalı Mehmed Ali Paşa’dan yardım istemek zorunda kaldı. Padişahtan "Abdullah’ı yakalayıp bana gönderesin" meálinde ferman alan Mehmed Ali Paşa, oğlu İbrahim Paşa’yı Mısır ordusunun başına geçirip Arap yarımadasının iç kısımlarına gönderdi, Abdullah, aylar süren takipten ve kanlı çatışmalardan sonra sağ olarak yakalanıp Mısır’a götürüldü ve İskenderiye’de bir gemiye kondu ve İstanbul’a yollandı.

Binlerce kişinin katili, imparatorluk başkentine 1820 Şubat’ının ikinci haftasında ulaştığında Müslümanlar bayram yapıyorlardı ve adalet yerini birkaç gün sonra buldu: Abdullah’ın kafası, Bayezid Meydanı’nda Sultan Mahmud’un huzurunda Bostancıbaşı Halil Ağa’nın kılıcıyla bir vuruşta kesildi ve Osmanlı tarihinin bu en kanlı teroristi tarihe intikal etti.

Hafta içerisinde Türkiye’ye gelen Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdüláziz el Suud’un ceddi olan ve "Suudi", daha doğrusu "Saudi" Arabistan’a adını veren Abdullah bin Suud’un hikáyesi, işte böyle.

İmparatorlukların yıkılışının üzerinden uzun seneler geçmesinden sonra, bir zamanlar varolan ilişkilerin bu defa tamamen tersinin yaşanması sık rastlanılan bir hadisedir. Eski dostlar düşman, düşmanlar da dost olabilirler ve vaktiyle idam etmiş olduğumuz Abdullah bin Suud’un torununun torunu Kral Abdullah’ı bugün bu kadar sıcak şekilde karşılamamız da zamanın getirdiği değişikliklerin gayet güzel bir örneğidir.

Resmi tarihler Abdullah’ın idamını böyle yazdılar

CEVDET Paşa, kendi adını taşıyan tarihinde, Abdullah bin Suud’un Arabistan’da yakalanıp İstanbul’a getirilişini bütün ayrıntılarıyla anlatır. Abdullah’ı taşıyan gemi Haliç’te özel bir iskeleye yanaşmış, gemiden zincire vurulmuş olarak indirilen Abdullah hapishaneye kapatılmış ve cezası üç gün devam eden bir sorgudan sonra verilmiştir.

İşte, Abdullah bin Suud’un Cevdet Paşa’nın meşhur "Tarih-i Cevdet"inin 11. cildinin 15. sayfasında anlatılan İstanbul’a getiriliş öyküsünün ve idamının günümüz Türkçesi’yle özeti...

"...Mısır’dan İstanbul’a gönderilen Abdullah bin Suud ile adamlarını taşıyan gemi Haliç’e girdi ve Eyüpsultan civarındaki Defterdar İskelesi’ne yanaştı.

...Abdullah ile adamlarının boyunlarına çifte zincir vurulmuştu. Divanyolu’ndan geçirilip Babıáli’ye getirildiler ve sadrazamın huzuruna çıkartıldılar. Sadrazam, Abdullah’ı Mısır’dan getiren kapı kethüdasına, tatar ağasına, geminin kaptanına ve diğer görevlilere samur kürkler hediye etti ve her birine ömür boyu gelir bağladı. Abdullah’la adamları, Bostancıbaşı’nın hapishanesine gönderilip Mekke’yle Medine’den çaldıkları malların ortaya çıkartılması için üç gün boyunca sorguya çekildiler.

Hünkár, o gün yapılan cirit ve mızrak oyunlarını seyretmek için eski saraya gitmişti. Abdullah’ı adamlarıyla beraber eski saraya götürüp huzura çıkardılar. Hünkár mahkûmları bir müddet seyrettikten sonra idamlarını emretti.

Sorguları sırasında Mekke ile Medine’den ve Hazreti Hüseyin’in Kerbelá’daki türbesinden çaldıkları bazı mallar hakkında Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa tarafından hapsedilen öteki adamlarının bilgi sahibi oldukları öğrenilmişti. Bu konuda Mısır’a gereken yazılar yazıldı. Kahvecibaşı da, Mehmed Ali Paşa ile oğlu İbrahim Paşa’ya kılıç, kalkan ve fermanlar götürmek üzere Mısır’a yollandı."
Yazının Devamını Oku

Yüzme İhtisas’ın bulunduğu yalı daha önce başka ihtisasların mekánıydı

6 Ağustos 2006
Ortaköy’de senelerdir İstanbul Yüzme İhtisas Kulübü tarafından kullanılan ve kira sözleşmesi sona eren Hatice Sultan Yalısı’nın boşaltılması tartışması devam ediyor.  Basında geniş şekilde yer bulan tartışmanın mekánı Hatice Sultan Yalısı ile hemen yanındaki Naime Sultan Yalısı, bundan 102 sene önce de dillere düşmüştü ama o zamanki tartışmaların sebebi, yalılarda yaşanan bir aşk skandalıydı. Beşinci Murad’ın kızı Hatice Sultan ile komşusu ve kuzeni olan Naime Sultan’ın kocası Kemaleddin Paşa arasında yaşanan yasak aşk, zamanın hükümdarı İkinci Abdülhamid tarafından son derece sert biçimde cezalandırılmış, talihsizlik bu kadarla da kalmamış ve seneler sonra sürgüne giden her iki padişah kızının hayatı, feláketle noktalanmıştı.

ORTAKÖY’de senelerdir İstanbul Yüzme İhtisas Kulübü tarafından kullanılan Hatice Sultan Yalısı’nın bir kısmı, devlet ile kulüp arasındaki kira sözleşmesinin sona erip yenilenmemesi üzerine, geçen hafta polis vasıtasıyla olaylı bir şekilde boşaltıldı.

Önce, kontratı biten bir kiracının kiraladığı yeri sanki sahibi imişçesine benimseyip tahliye etmekte direnmesinin ve "Yüzme hakkımız, söke söke alırız" gibisinden sloganlarla gösteri düzenlemesinin sebebini bir türlü anlayamadığımı söyleyip, basında haftalardan buyana devam eden bir yanlışı düzelteyim: Beşinci Murad’ın kızı Hatice Sultan’ın yalısı ile yanında bulunan ve ilkokul olarak kullanılırken birkaç sene önce önce uğradığı yangın neticesinde sadece iskeleti kalan ve yine Beşinci Murad’ın kızı Fehime Sultan’a ait olduğu söylenen yalının turistik tesis yapılmaları şartıyla satışa çıkartılacakları yolundaki haberlerdeki hatayı...

Hatice Sultan Yalısı’nın yanında bulunan ve yanan yalı Fehime Sultan’a değil, Sultan Abdülhamid’in kızlarından Naime Sultan’a aitti. Fehime Sultan’ın bugün várolmayan yalısı bu iki yalıdan sonra geliyor ve şimdi Boğaz Köprüsü’nün ayaklarının bulunduğu yerin hemen gerisinde yeralıyordu.

İşin tuhaf tarafı, Hatice ve Naime Sultan yalılarının Osmanlı tarihinin en büyük aşk skandallarının mekánı olması ve Ortaköy sahilini süsleyen bu mekánlarda yaşayan padişah kızlarının hayatlarının da feláketle noktalanmasıydı.

İşte, Ortaköy’de bundan 102 sene önce yaşanan skandalın kısa öyküsü:

Sultan Beşinci Murad, 1876’da tahtından indirilip hanımları ve çocuklarıyla beraber Ortaköy’deki Çırağan Sarayı’na hapsedilmiş, yerini kardeşi İkinci Abdülhamid almıştı.

Devrik hükümdar, ailesiyle Çırağan’da çile doldururken senelerle beraber kızlarının evlilik çağı da geçti ve Beşinci Murad’ın büyük kızı Hatice Sultan, amcası Abdülhamid’e "Yaşadığı zindandan kurtulabilmek için koca olarak bir haremağasına bile rıza göstereceği" yolunda haberler gönderdi.

O sırada 31 yaşına gelmiş olan Hatice Sultan’ın ricası kabul edildi ama padişah kızlarının İstanbul’un seçkin ailelerine mensup delikanlılarla evlendirilmeleri şeklindeki teamülün dışına çıkıldı ve devrik hükümdarın kızına sarayda çalışan, sıradan ve hiç de yakışıklı olmayan Ali Vásıf Efendi adında bir koca bulundu. Evlendiler ve Abdülhamid tarafından kendilerine tahsis edilen Ortaköy’deki yalıya yerleştiler.

PAŞA’NIN OĞULLARI

Abdülhamid’in kızlarından ikisi, Naime ve Zekiye Sultanlar, Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’nın iki oğluyla evlendirilmişti ve bu evlilikleri gören Hatice Sultan, Ali Vásıf Efendi gibi sıradan bir kişinin kendisine koca olarak seçilmesini hazmedemedi. "Kendi kızlarını Paşa’nın oğullarına verirken bana kimi láyık gördü?" diye düşünüyor, babasının tahttan indirilmesinde de Abdülhamid’in parmağı olduğuna inanıyordu.

Sultan hem kendisinin, hem de babasının intikamını alacağına inandığı bir plan hazırladı: Abdülhamid’in Gazi Osman Paşa’nın oğullarından Kemaleddin Paşa ile evli olan kızı Naime Sultan hemen bitişiğindeki yalıda oturuyor ve Kemaleddin Paşa’nın arada bir başka hanımlarla ilgilendiği biliniyordu.

Hatice Sultan, Kemaleddin Paşa’nın işte bu zaafını kullanıp Paşa’yı kendisine áşık edecek ve aralarında gizliden gizliye bir mektuplaşma başlayacaktı. İki yalı arasındaki yazışmalar aylarca devam etti, sıcak ama yasak bir aşkın ifadesi olan mektuplar günün birinde her nasılsa Abdülhamid’in eline geçti ve bütün İstanbul, bir anda Ortaköy’deki skandalı konuşur oluverdi. Hükümdarın mektupları görmesini bizzat Hatice Sultan’ın sağladığı ve böylelikle hem kendisinin, hem de babasının intikamını aldığına inandığı söyleniyordu.

BABANIN HİDDETİ

Abdülhamid
bir padişah ve bir baba olarak ihanete uğramıştı ve gazabı şiddetli oldu: Kızı Naime Sultan’ı Kemaleddin Paşa’dan hemen boşattı, sabık damadını unvanlarını geri alıp Bursa’ya sürgüne gönderdi, kızını bir başkasına nikáhladı ve yeğeni Hatice Sultan’ın da yalıdan dışarıya adım atmasını yasakladı. Rezalete tahammül edemeyen Ali Vásıf Bey bu arada Hatice Sultan’ı boşayıp kayıplara karıştı.

Aradan beş sene geçti, Abdülhamid tahtından indirildi, Bursa’da sürgünde olan Kemaleddin Paşa İstanbul’a döndü, hemen Hatice Sultan’a gidip evlenme teklif etti ama reddedildi. Amcası Abdülhamid’in devrilmesiyle yalıdaki hapis hayatı nihayete eren Hatice Sultan, Rauf Hayreddin Bey adında bir diplomatla evlendi ve bir oğluyla bir kızı oldu.

Ortaköy’deki üçüncü yalının sákini Fehime Sultan da o sırada ilk kocasını boşayıp yeni bir evlilik yapmıştı ve hadiselere karışmamaya itina gösteriyordu.

Derken, 1924’e gelindi ve o senenin 3 Mart’ında Osmanlı Hanedanı’nın bütün mensupları Türkiye sınırları dışına çıkartıldılar. Sürgün, Ortaköy yalılarının sákinlerine ardarda feláketler getirecekti.

KARISINI BOŞADI

Rauf Hayreddin Bey
gurbete gitmek istemedi ve Hatice Sultan’ı boşayıp Türkiye’de kalınca Sultan sürgüne kızı Selma ve oğlu Hayri ile beraber gitti. Lübnan’a yerleşti, kızını bir Hint racasıyla, Kotwara Prensi Seyyid Sacid Hüseyin’le evlendirip Hindistan’a gönderdi ama oğlu Lübnan’da intihar etti ve Beşinci Murad’ın kızı Hatice Sultan, 1938’in 13 Mart’ında Beyrut’ta tek başına, yokluk içerisinde can verdi.

Aldatılan Naime Sultan bir ara Fransa’da yaşadı ama geçim sıkıntısı çekmeye başlayınca ikinci kocasının memleketi olan Arnavutluk’a yerleşti ve Tiran’da 1944’teki komünist darbe sırasında ortadan kayboldu.

Ortaköy’deki üçüncü yalının sahibi olan Fehime Sultan da sürgünde Fransa’ya gitti, kocasının açtığı bir bakkal dükkánının getireceği parayla yaşamaya çalıştı ve 1929’da o da aynı sıkıntılar içerisinde can verdi.

Merak edenler için, bundan 102 sene önce dillerden düşmeyen bu aşk skandalının kahramanlarının soyundan gelenleri de anlatayım: Naime Sultan’ın torunu Bülent Osman, Paris’te ve İstanbul’da yaşıyor. Hatice Sultan’ın torunu ise Fransa’nın en tanınmış yazarlarından ve kitapları bizde de liste başı olan bir isim: Kenize Murad.

Hatice Sultan’ın açlık ve parasızlık mektubu

BEŞİNCİ Murad’ın bir zamanlar Ortaköy sahilsarayında yaşayan kızı Hatice Sultan, Beyrut’taki sürgün günlerinde büyük sıkıntı çekmiş ve hayata 1938’de "aç" denebilecek bir şekilde veda etmişti.

Hatice Sultan, Avrupa’daki bazı finans çevreleriyle aile adına görüşmeler yapan yeğeni Şehzade Osman Fuad Efendi’ye, 1 Temmuz 1934’te, içerisinde bulunduğu şartların yarattığı can sıkıntısının neticesinde bozuk bir imlá ile yazıp "Hadice Sultan binti Murad Han" yani "Sultan Murad’ın kızı Hadice Sultan" mührünü bastığı mektubunda şöyle diyordu:

"Yeğenim Osman Fuad Efendi,

Birçok seyahatler ettikten sonra Nice’e avdet ettiğinizi, Hayri’ye (Sultan’ın oğlu) yazdığınız mektuptan haberdar oldum. Ve işlerimizi serian (hızla) takip etmekde olduğunuzu yazıyorsunuz. Evet, buna kalben eminim. Allah sana çok ömür versin. Ben evvel Allah’a, sonra sana güveniyorum. Geçen ay bize her zamanki para gönderemediniz, acaba neden. Bir ay evvel Halife hazretlerinden aldığımız bir tamimde yakında para göndereceğinizi iş’ar olunmuş (bildirilmiş) idi. Biz burada her gün para bekliyoruz. Yeni grupla ne yapabildiniz? Acaba eskisi gibi bize maaş yaptırabileceğiniz mi? Göreyim sana halanı parasız bırakma. Benim hálimi gözünüzle gördünüz. Para bana herkesden çok lázım olduğunu sen de takdir edersin. Bu mektubumu alır almaz işlerimiz hakkında malumat vermenizi rica ederek gözlerinden öperim.

Halanız Hadice binti Murad"
Yazının Devamını Oku

Maço Ortadoğu’nun sınırlarını bir kadın çizmişti, bugün de kadınlar çiziyor

30 Temmuz 2006
Amerikan Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, hafta içerisinde Türkiye’yi de yakından ilgilendiren son derece önemli bir demeç verdi ve "Yeni bir Ortadoğu’nun zamanı geldi" dedi.

Rice’ın sözleri, bana bundan 85 sene önce aynı sözleri eden ve sadece konuşmakla kalmayıp söylediklerini hayata geçiren bir başka kadını, Gertrude Bell’i hatırlattı. 1868’de doğan ve 1926’da intihar eden Gertrude Bell, İngiliz istihbarat tarihinin en önemli isimlerindendi ve Ortadoğu’daki bugünkü sınırların büyük kısmı, 1920’li senelerde onun tarafından çizilmişti. Erkeklerin hákimiyetindeki maço Ortadoğu’nun sınırlarını bugün bir başka kadının, Condoleezza Rice’ın zorlamasına "mákus talih" mi, yoksa başka bir şey mi denir, bilmiyorum.

<B>İSRAİL’</B>in Lübnan operasyonu şiddetli bir şekilde devam ederken hafta içerisinde bölgeye giden Amerikan Dışişleri Bakanı <B>Condoleezza Rice </B>son zamanların belki de en önemli demecini verdi ve <B>"Yeni bir Ortadoğu’nun zamanı geldi"</B> dedi.

<B>Rice’</B>ın sözleri, bana bundan 85 sene önce aynı sözleri eden ve sadece konuşmakla kalmayıp söylediklerini hayata geçiren bir başka kadını, <B>Gertrude Bell’</B>i hatırlattı.

Çoğumuzun pek bilmediği <B>Gertrude Bell’</B>in, yahut tam adıyla <B>Gertrude Margaret Lowthian Bell’</B>in kim olduğunu ve ne işler yaptığını kısa bir şekilde söyleyeyim: İngiliz’dir, mesleği arkeologluktur, aynı zamanda tarihçi, bilgin sayılabilecek bir edebiyat uzmanı, en az yedi lisan konuşan bir dilci ve bütün bunların ötesinde de bir istihbaratçıdır ve asırlardan buyana erkeklerin egemenliğinde olan Ortadoğu’daki bugünkü sınırların büyük kısmı, 1920’li senelerde <B>Gertrude Bell </B>tarafından çizilmiştir.

<B>Gertrude Bell’</B>i, şimdi daha yakından tanıyalım:

1868’de İngiltere’de, Durham County’de doğdu. Safkan bir İngiliz aileden geliyordu ve annesi öldüğü zaman, dört yaşındaydı. Üvey annesi <B>Florance </B>zamanının meşhur bir ressamıydı, oyun da yazıyordu ve <B>Gertrude’</B>un iyi yetişmesi bu üvey annenin eseriydi.

<B> ÜVEY ANNE DESTEĞİ

Kraliçe Viktorya </B>zamanının sıkı kurallarına bağlı olan babasına göre, liseyi bitirmiş kızların üniversiteye gitmelerine lüzum yoktu, zira birer leydi olarak evlerinde oturmaları gerekirdi. Meslek sahibi olmak isteyen <B>Gertrude’</B>un üniversiteye gitmesini üvey annesi sağladı. Oxford’a girdi, tarih, coğrafya ve arkeoloji okudu ve Oxford’u şeref derecesiyle bitiren ilk kadın olarak üniversitenin tarihine geçti. 25 yaşına geldiğinde Fransızca, Almanca, Arapça, Farsça, Türkçe, Çince ve Japonca öğrenmiş; Ortadoğu’nun birçok bölgesini karış karış gezmişti ve İran’ın milli şairi <B>Şirazlı Hafız’</B>ın Divan’ını da İngilizce’ye çevirip yayınlamıştı.

Yazının Devamını Oku

Abdülhamid’in Washington elçisi Lübnan’ı verip Suriye’ye cumhurbaşkanı olmuştu

23 Temmuz 2006
Devlet olarak 1940’lara kadar várolmayan Lübnan’ın ortaya çıkış macerasını bilmem hiç merak ettiniz mi? İşte, hadisenin kısa öyküsü: Lübnan’ı, İkinci Abdülhamid’in en yakın adamı Arap İzzet Paşa’nın oğlu olan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bir dönem Washington Büyükelçiliği’ni yapan Mehmed Ali Bey yarattı. Abdülhamid’in 1909’da tahttan indirilmesinden sonra Şam’a yerleşen Mehmed Ali Bey, 1932’de Suriye’ye cumhurbaşkanı oldu ve 1936’da Fransızlar’ın baskısıyla Lübnan’ın Suriye’den ayrılıp ayrı bir devlet haline gelmesini kabul etti. Mehmed Ali Bey, bu yüzden bazı Suriyeliler tarafından hiç de hoş olmayan bir şekilde suçlandı ama Fransızlar ile yaptığı anlaşma bizim işimize yaradı ve Hatay’ın /images/100/0x0/55eb23a4f018fbb8f8adc884topraklarımıza katılmasını, anlaşmanın bazı maddelerini hukuki dayanak yaparak sağlamıştık.

HAFTALARDAN buyana dünya gündeminin ilk sırasında yeralan Lübnan’ın geçmişini acaba hiç merak ettiğiniz oldu mu? Lübnan’ı 1970’li senelerden buyana bir türlü terketmeyen kanın ve gözyaşının gerisinde nelerin bulunduğunu hiç düşündünüz mü?

Ortadoğu’da asırlar boyunca "Lübnan" diye bir ülke, "Lübnanlı" diye bir millet yoktu ve bölge, Suriye’nin uzantısı kabul edilirdi. Ama tarih İstanbul’dan Washington’a, oradan Kahire’ye ve nihayet Şam’a uzanan ardarda cilveler yaptı ve Lübnan, bu cilvelerin neticesinde doğdu.

İşte, Lübnan’ın yaratılış öyküsü:

İkinci Abdülhamid’in iktidar yıllarında, hükümdardan sonra gelen en güçlü kişi, padişahın sırdaşı İzzet Holo Paşa idi.

Tarihlere "Arap İzzet" diye geçen İzzet Holo Paşa, Şam’da 1852’de doğmuştu ve kanında Araplıktan Kürtlüğe, Çerkeslikten Türklüğe kadar imparatorluğun hemen her unsurunun özelliklerini taşıyordu. Çok iyi bir tahsil gördü, 1890’lı senelerde Abdülhamid tarafından saraya alındı, zamanla hükümdarın en güvendiği adamı oldu. Padişahın dış dünya ile temasının sağlanması, memlekette olup bitenler hakkında haberdar edilmesi ve devlet birimleri arasında koordinasyon gibi işlerin yanısıra hükümdarın gizli yahut pek etik olmayan temaslarını da senelerce o yürüttü.

Derken, Türkiye’de meşrutiyet ilán edildi, arkasından 31 Mart olayı yaşandı ve Abdülhamid 1909’da tahtından indirilip sürgüne gönderildi. Sabık hükümdarın yakınlarının hayatları tehlike altındaydı ve İzzet Paşa da eski devrin birçok ileri geleninin yaptığını yapıp Türkiye’yi terketti. Önce Avrupa’ya gitti, oradan Mısır’a geçti, büyük bir servete sahip olduğu için hiç sıkıntı çekmedi, hep refah içerisinde yaşadı ve hayattan 1924’te, Kahire’de ayrıldı.

BAŞKA VATANDAŞLIKLAR

İzzet Paşa’nın değişik hanımlardan 17 çocuğu olmuş ama bunların dördü hayatta kalabilmişti. Paşa hayatının sonuna kadar Türk vatandaşlığını muhafaza etmişti ama değişik memleketlere giden çocukları, imparatorluğun yıkılması üzerine bulundukları ülkelerin vatandaşlıklarını aldılar.

Paşa’nın büyük oğlu Mehmed Ali Bey, Suriye’de yaşıyordu ve oranın teb’asına geçti. 1867’de Şam’da doğmuş, Abdülhamid’n iktidar senelerinde bir ara Osmanlı İmparatorluğu’nun Washington Büyükelçiliği’ni yapmıştı. Ortadoğu’nun 1918’de elimizden çıkmasından hemen sonra Suriye’nin Maliye Bakanı oldu ve 1932’de cumhurbaşkanı seçildi.

Mehmed Ali Bey’in başkanlığı sırasında, Suriye karmakarışıktı. İngiltere ile Fransa, Dünya Savaşı’ndan sonra elimizden çıkan Ortadoğu’yu kendi aralarında taksim etmişler; petrol bölgesi Irak İngilizler’e, ticaret merkezi Suriye de Fransızlar’a düşmüştü. Suriye’yi asırlar önceki Haçlı Seferleri’nden itibaren kendisine ait kabul eden Fransa artık oraların efendisiydi ve hákimiyetini uzun zaman devam ettirebilmek için sınırlarda bazı değişiklikler yapması gerekiyordu.

Bu değişiklik, o zamana kadar devlet olarak varolmayan Lübnan’ın müstakil bir hále getirilmesiydi. Fransızlar, Suriyeliler’in kendi toprakları olarak gördükleri Lübnan için 1926’nın 23 Mayıs’ında bir anayasa hazırladılar. Lübnan, Fransız idaresinden sonra artık bağımsız bir devlet olacaktı.

Fransa’nın kararı, Suriye’yi karıştırdı. Eski Suriye Krallığı’nın ve Emevi İmparatorluğu’nun várisi olduklarına inanan Arap entellektüeller yeni bir devlete karşı çıkıyorlardı. Bu entellektüellerden Anton Saade’nin ortaya attığı ve bir hayli taraftar bulan "Büyük Suriye" hayali Hatay’dan başlayıp Sina Yarımadası’na ve Süveyş Kanalı’na, Akabe Körfezi’nden Kıbrıs’a, oradan da Basra Körfezi’ne uzanıyordu.

KRALI GÖNDERDİLER

Arap entellektüeller bu hayalin peşindeyken. Lübnan’ın Hristiyan halkı Fransa’nın yanında yeraldı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında bize karşı Arap isyanını başlatan Şerif Hüseyin’in oğlu olan ve Fransa’nın Suriye’ye kral yaptığı Faysal da Lübnan’ın ayrılmasına karşı çıkınca tahtından indirilip İngiltere’ye sürgüne gönderildi.

Tartışmalar ve mücadeleler senelerce hiç kesilmeden devam etti, Arap İzzet Paşa’nın oğlu Mehmed Ali Bey, yahut oradaki ismiyle "Muhammed Ali Bey el-Ábid", 1932’nin 11 Haziran’ında Suriye Cumhurbaşkanı oldu ve 1934’te Fransızlar ile bağımsızlık konusunu görüşmeye başladı. Anlaşma taslağı tamamen Fransa’nın çıkarlarına göre hazırlanmıştı, buna göre Lübnan ayrı bir devlet olacak, Suriye’nin bazı kısımları Fransız kontrolünde bulunacak, Hatay’a ve Cebel bölgesine ayrı bir statü verilecekti.

FRANSA’YA YERLEŞTİ

Mehmed Ali Bey’
in Lübnan’ın Suriye’den ayrılmasını kabul etmesi üzerine, Şam daha da karıştı, anlaşmaya karşı çıkanlar "Ulusal Cephe" adını verdikleri bir muhalefet grubu kurdular. Cephe’nin halkı sokaklara dökmesi genel grevler ilán etmesi, Suriye’deki manda idaresini sıkıntıya sokunca, Paris, Ulusal Cephe’yi muhatap kabul etmek zorunda kaldı. 1936 Eylül’ünde Paris’te varılan ve Suriye’ye kademeli bir bağımsızlık veren anlaşmayı Ulusal Cephe’nin lideri Haşim el-Attasi imzalayacak ama Fransızlar’ın Mehmed Ali Bey’den kopardıkları Lübnan, bu anlaşmaya göre bağımsız bir devlet olacaktı.

Paris Anlaşması’ndan sonra yaşananları da kısaca anlatayım: Mehmed Ali Bey’in görev süresi, anlaşmanın imzalanmasından üç ay sonra nihayete erdi ve Suriye Cumhurbaşkanlığı’na Haşim el-Attasi geldi. Sabık Cumhurbaşkanı Mehmed Ali Bey, Suriye’yi bırakıp Güney Fransa’nın Nice şehrine yerleşti, orada refah içerisinde yaşadı ve 1939’da Nice’de öldü. Suriyeliler, daha önceleri "Lübnan’ı satmakla" suçladıkları eski başkanlarının cenazesini Şam’a götürüp büyük bir devlet töreniyle defnettiler. Fransa’nın bütün bu anlaşmalara rağmen bölgeyi boşaltması seneler alacak ve son Fransız askeri, Suriye ile Lübnan’ı 1946’da terkedecekti.

İşte, günlerden buyana İsrail bombalarının vurduğu Lübnan, Mehmed Ali Bey’in desteğiyle ama büyük kavgalar neticesinde, böyle kurulmuştu. Suriye’nin Lübnan’ı kendi toprağı görmesi ve bazı bölgelerini birkaç ay öncesine kadar işgal altında tutmasının sebebi de bu "Büyük Suriye" hayaliydi.

Mehmed Ali Bey, Lübnan’ın kuruluşuna karşı çıkmadığı için bazı Suriyeliler tarafından bugün bile hoş olmayan bir şekilde yádediliyor. Ama, onun Fransızlar’ın baskısıyla kabul ettiği Paris Anlaşması’nın Türkiye’nin ne kadar işine yaradığını da bizler pek bilmiyoruz: Abdülhamid’in sırdaşı Arap İzzet Paşa’nın oğlu Mehmed Ali Bey, Paris Anlaşması’nı kabul ederken eski vatanı Türkiye’ye farkında olmadan büyük bir hizmette bulunmuştu, zira, Hatay’ın topraklarımıza katılmasını bu anlaşmanın bazı maddelerini lehimize hukuki dayanak yaparak sağlamıştık.

Enver Paşa’nın torunu: Sarıkamış’ın sorumluluğu dedeme aitse, Çanakkale’nin şerefi de ona aittir!

SARIKAMIŞ’ta 1914 Aralık’ında yaşanan ama az kişinin bildiği ve ders kitaplarında bile yeralmamış olan bir facia, Türk kalp cerrahisinin çok önemli ismi Prof. Dr. Bingür Sönmez’in seneler süren gayretleri neticesinde sık sık gündeme geliyor.

"90 bin şehid" sloganıyla hatırlanan Sarıkamış faciasından, geçtiğimiz günlerde açılışı yapılan şehit anıtı münasebetiyle bu hafta yine bahsedildi. Ama bu işi yaparken geleneksel "ifrat-tefrit" ádetimizden bir türlü sıyrılamadık ve bazı gazetelerde, 1914’teki harekátın mimarı Enver Paşa’nın ne kadar basiretsiz ve sorumsuz olduğu yolunda yazılar çıktı.

Bu yazılar, Enver Paşa’nın torunu, yani Paşa’nın bir zamanlar benim de kimya hocam olan küçük kızı rahmetli Türkán Mayatepek’in oğlu Osman Mayatepek’i haklı olarak rahatsız etmişti. Osman Bey’den, konuyla ilgili bir mektup aldım. Sarıkamış konusunda bazı gerçeklerin abartıldığını söylüyor ve mektubunu mümkünse yayınlamamı istiyordu.

Osman Mayatepek’in mektubunun bazı bölümlerini aşağıda veriyorum:

"...Tarihçiliğin temeli, objektif olmaktır. Tarih söylentilerle değil, gerçekler ve inanılır belgeler vasıtasıyla yazılır.

Ben, Prof. Bingür Sönmez’in Sarıkamış’ta trajik bir şekilde noktalanmış olan hayatlar konusundaki iyi niyetinden asla şüphe etmiyorum. Ama, basının ilgisini çeken ’Sarıkamış’ta donarak can veren 90 bin kişi’ sloganının gerçeklerden uzak kaldığını da hatırlatmak istiyorum.

Unutmamamız gereken husus, Allahüekber Dağları’nda donarak yahut tifüse yenilerek şehid düşen askerlerimizin sayısının 25 bin ile 40 bin arasında bulunduğudur. Bu sayı bile çok büyük bir trajedidir, ancak, Sarıkamış’taki Üçüncü Ordu’nun toplam asker sayısı 118 bin, muharip sayısı da 75 bindir. 75 bin savaşçıya sahip bir ordu nasıl olur da 90 bin şehid verebilir? Ordu Kumandanı Hafız Hakkı Paşa’nın emirleri dinlemeyerek kendi başına giriştiği bir başka harekát neticesinde yaşanan feláketten dedem Enver Paşa nasıl sorumlu tutulabilir?

Bu ’90 bin şehid’ iddiası, Şerif Köprülü tarafından 1922’de ortaya atılmış ve o günlerde devletten de destek bulmuştur. İddia, o sırada Batum’da bulunan ve Türkiye’ye dönüş imkánları arayan dedem Enver Paşa’nın aleyhinde kullanılırken yine dedemle ilgili olarak Bolşevikliğe kadar uzanan başka suçlamalar da gündeme getirilmiştir ve bütün bunların sebebi, devrin siyasi gelişmeleridir.

Bütün bu ifadeleri, büyükbabamı koruma dürtüsüyle kaleme aldığımı düşünebilirsiniz. Ama, cedlerimize sahip çıkmamız bizde bir gelenektir ve iddiaların gerçeklere değil de söylentilere dayanması durumunda bu iş zaten bir görev hálini alır.

Dolayısıyla, bir konuyu daha gündeme getirmek istiyorum: Sarıkamış feláketinin sorumluluğu Osmanlı Orduları’nın fiili başkumandanı Enver Paşa’ya ait ise, Çanakkale Zaferi’nin şerefi de aynı şekilde ona aittir. Zira, her iki muharebe sırasında, ordunun başkumandanı odur!

Vatanları uğruna şehid olan kahramanlarımızın ruhları için dua ederken, tarihi tarihçilere bırakalım. Bizleri, gerçekler konusunda tarihçiler aydınlatsın ve şanlı bir geçmişi söylentilerin, dedikoduların ve tahminlerin örtmesinden kaçınalım."
Yazının Devamını Oku

Bizans’ın kuaför-imparatoru 100 bin dolara asalet unvanı dağıtıyor

16 Temmuz 2006
Güney Fransa’da yaşayan bir İtalyan kuaför, kendisini "Bizans İmparatoru" ilán etti. Asıl adı Enrico Vigo olan kuaför şimdi "İmparatorluk ve Krallık Majesteleri Üçüncü Henri de Vigo Aleramico Paleologo Canstantine" diye tantanalı bir isim kullanıyor ve bu ismi daha da tantanalı başka unvanlar takip ediyor. Bizans’ın "yaşayan imparatoru" Üçüncü Henri, değişik memleketlerde o ülkenin zenginleriyle meşhur şahsiyetlerinin katıldığı ve giriş ücretinin gayet yüksek olduğu balolar tertip ediyor, on bin ile yüz bin dolar arasında bir mebláğ ödemeyi göze alanları "Bizans asili" ilán ediyor. İşin daha da garip tarafı, şimdi 88 yaşında olan bu kuaförü Malta Cumhurbaşkanı’nın kabul etmesi ve bazı İslam ülkelerinin Bizans balolarına katılan büyükelçilerinin de "Majesteleri Üçüncü Henri"ye saygılarını sunmaları.../images/100/0x0/55eb1090f018fbb8f8a8be8b

SON senelerde sayıları giderek artan halife adaylarımızın, ermişlerimizin ve mehdilerimizin arasında şimdilerde akıllara gelmeyecek saçmalıkta bir başka hevesli daha dahil oldu ve 86 yaşındaki İtalyan bir kuaför, kendini "Bizans İmparatoru" ilán etti. Milano doğumlu kuaför birkaç seneden buyana "İstanbul tahtının várisi" olduğunu iddia ediyor, Bizans kartallarıyla haçların altında davetler veiyor ve asalet unvanları dağıtıyor.

Asıl adı Enrico Vigo olan İtalyan kuaför, senelerden buyana "İmparatorluk ve Krallık Majesteleri Üçüncü Henri de Vigo Aleramico Paleologo Canstantine" diye tantanalı bir isim kullanıyor ve bu ismi, daha da tantanalı başka unvanlar takip ediyor:: "Bizans tahtının várisi, Paleolog Hanedanı’nın şefi; Aziz Yuhanna, Aziz Yorgo, Kostantinopol Haçı ve Bizans İmparatorluğu’nun Asya Yıldızı tarikatlerinin büyük üstadı"...

İşte, bu satırlar dolusu unvanın sahibi Üçüncü Henri, yahut asıl adıyla Enrico Vigo, Bizans’a 13. asrın ilk çeyreğinden 1453’ün 29 Mayıs’ındaki yıkılışına kadar hákim olan Paleolog Hanedanı’nın son imparatoru Konstantin’in tahta geçmeyen ve 1443’te ölen kardeşi Theodore Paleologos’un soyundan geldiği iddiasında. Tarihler, Paleologos hanedanının her ne kadar son imparatorun yeğeni Andreas Palaologos’un 1503’te ölmesiyle nihayete erdiğini yazıyorlarsa da, Majesteleri Üçüncü Henri ailenin devam ettiğini, 15. yüzyılın sonlarından itibaren Grek kimliğini terk edip İtalyanlaştığını ve bugünlere kadar geldiğini söylüyor, şeceresini de isimleri kayıtlarda hiçbir zaman várolmamış olan kişilere dayandırıyor.

İKİ KADINLA BERABER

Bizans’ın "yaşayan imparatoru" Üçüncü Henri 1918’de İtalya’nın Milano şehrinde doğmuş, Kral Umberto’nun sadık bir bendesi olmuş ama kralın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tahttan indirilmesi üzerine kendi ifadesiyle "halkın demokratik kararına saygı göstermiş", artık saray işlerini bırakıp iş hayatına atılmış. Derken, asaleti yüzlerce sene öncesine uzanan bir aileden geldiğini hatırlayıp "Bizans tahtının várisi" olduğunu ilán edivermiş. Üstelik bu işi yaparken kendisine bir de yardımcı bulmuş: Sara Kuo adındaki Çinli bir kadın... Enrico Vigo bütün bu oyunları "özel elçi" tayin edip "Lady" unvanını verdiği Sara Kuo ile beraber tezgáhlıyor, kendisinden çok genç olan Françoise adındaki bir Fransız kadını da yanında dolaştırıyor ve François’in "eşi", dolayısıyla da "Bizans Prensesi" olduğunu iddia ediyor.

Kuaför Enrico, birkaç seneden buyana değişik memleketlerde o ülkenin zenginleriyle meşhur şahsiyetlerinin iştirak ettiği ve giriş ücretinin gayet yüksek olduğu balolar tertip ediyor. Bu balolarda on bin ile yüz bin dolar arasında bir mebláğ ödemeyi göze alanlara "dük", "kont", "marki" yahut "şövalye" gibisinden asalet unvanları satıyor, yani bu zevátı "Bizans asili" ilán ediyor. Kazandığı parayı, yine kendi iddiasına göre hayır kurumlarına, özellikle de göz hastalıkları konusunda araştırma yapan merkezlere dağıtıyor! "Bizans asili" olma heveslilerinin başında ise, Uzakdoğulu zengin işadamları geliyor. Onlar talep ediyorlar, İtalyan kuaför de parayı vereni asil ilán ediyor!

Majesteleri Bizans İmparatoru, bütün bu işleri yaparken iddialarını hukuki zemine oturtmaya çalışmayı da ihmal etmiyor. Unvanlarını tasdik ettirmek için Avrupa’da dava üstüne dava açıyor ama henüz hiçbir davası karara bağlanmadığı halde, etrafa "Filánca memleketin yüksek mahkemesi Bizans tahtı üzerindeki haklarımı kabul etti" gibisinden açıklamalar gönderiyor. Ama, bu arada diğer düzmece prenslerle birbirlerine girdikleri de oluyor. Meselá, Bizans’ın gerçek prensinin kendisi olduğunu iddia eden Pietro Donato Paleologo Mastrogiovanni adındaki bir başka İtalyan, Enrico Vigo aleyhine Milano’da hálá devam eden bir sahtekárlık davası açıyor.

MERAKLISINA DUYURULUR

Servet sahibi ve asalet meraklısı bazı enayiler Bizans’ın hálá devam ettiğine inanıp 80 küsur yaşındaki İtalyan kuaföre para akıtmakta bir mahzur görmüyorlar diyelim... Ama iş bu kadarla da kalmıyor: Seksenlik sahtekárı ciddiye alıp kabul eden devlet adamları yahut davetlerine giden diplomatlar da var. Meselá, Malta Cumhurbaşkanı Guido de Marco, 2002 Kasım’ında "Majesteleri Bizans İmparatoru’nun özel elçisi" Sara Kuo’dan bir "Bizans nişanı" kabul etmekte hiçbir mahzur görmüyor, Endonezya’nın eski "first lady"si Ratna Dewi Sukarno bütün Bizans balolarının şeref misafiri oluyor ve bazı İslam ülkelerinin bu balolara katılan büyükelçileri de "Majesteleri Üçüncü Henri"ye saygılarını sunuyorlar.

Ben, dünyanın dört bir kıt’asında işte böyle bir oyun oynayan, üstelik müşteri de bulan 80 küsur yaşındaki bir sahtekárın mevcudiyetinden parası olan ama hayallerindeki asalete bir türlü kavuşamayan bizdeki bazı soyluluk meraklılarını haberdar etmek istedim... Majestelerinden bir senedir gerçi haber alamıyorum ama arayan herhalde bulur.

Sözlüklere musallat olan beyler! Kanuni’yi de sansür ediverin bari

TÜRK Dil Kurumu’nun Başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın kadını aşağılayan, kötüleyen ve ikinci sınıf gösteren deyimlerle atasözlerini sözlüklerden çıkartacaklarını söyledi.

Kararın saçmalığı hakkında gazetelerde günlerden buyana yazılıp çizildiği için, teşebbüsün ne kadar lüzumsuz, ne derece tuhaf ve nasıl bir işgüzarlık eseri olduğunu söyleyecek değilim. Ama, Türk Dil Kurumu’nun başındakilere dilde gerçek bir "temizlik" yapmaya niyetli iseler ve güçleri yeterse, sadece sözlükleri değil, birçok edebi ve tarihi eseri de sansür etmeleri gerektiğini hatırlatmakla yetineceğim.

Meselá, Türk Edebiyatı’nın eski devirlerde yaşamış çok önemli isimlerinin birçoğu, o devrin anlayışı yahut söyleyişi doğrultusunda kadınların aleyhinde sözler etmişlerdir. İlkönce yok edilmesi ve elyazmalarından mutlaka kazınması gereken beyit, Enderuni Fazıl’ın "Şairiz, fahişeler divanımıza giremez, böyle bir iş bize utanç verir" anlamına gelen "Şairiz, şeyn verir şánımıza / Giremez fahişe divanımıza" dediği meşhur beytidir. Bunu, Sümbülzade Vehbi’nin "Eli kınalı kadınlardan elini çek, zira erkeğe kanlı gömlek giydirirler" mánásına gelen "Dest-i hınná-zedelerden el çek / Giydirirler sana kanlı göynek" beyti yahut Lámii Çelebi’nin "Seni boyunca altına da gark etse, kahpeyi evinde tutma... Ona da, malına da lánet olsun! Malı da, kendisi de mel’un..." demek olan "Merd isen evde kahbeyi tutma / Ger boyunca batursa altuna / Lánet olsun ána ve máline de / Máli mel’un, kendi de mel’une" kıt’ası ve daha yüzlerce şiir takip etmelidir.

Temizliğin sadece edebi eserlerde değil, tarih kitaplarında, hattá arşiv belgelerinde de yapılması gerekir. Zira bu kitaplarla belgeler şimdi ayıp kabul edilen bazı sözlerle doludur.

İşte, binlerce benzeri olan ve Dil Kurumu’ndaki işgüzarların sansürünü yahut imhasını bekleyen böyle belgelerden bir örnek:

Günümüzde bambaşka bir mánáda, erkeklik organı karşılığı olarak kullanılan "y...k" sözü eski Türkçe’de "siláh" demektir, asırlar öncesinden kalma metinlerde çok sık geçer. Kelime, şimdi Osmanlı Arşivleri’nde bulunan "Mühimme Defterleri"nin "3" numaralısındaki 411. sayılı hüküm olan ve yukarıda fotoğrafını gördüğünüz belgede de birkaç defa kullanılmıştır.

Kanuni Sultan Süleyman zamanında, 1559’un 6 Ekim’inde Manisa, Muğla ve Aydın kadılarına gönderilen bu emirde, medrese talebesinden bazılarının ellerinde "y...k"ları olduğu halde pazar yerlerini bastıkları ve malları yağmalayıp bazı kişileri kaçırdıklarının haber alındığı söyleniyor, sonra "Bu ’y...k’lı eşkıyanın hakkından gelesiniz" buyuruluyor!

Haydi, hazır eliniz deymişken bu eserleri ve belgeleri de temizleyiverin beyler! Dilciliği sözlükleri sansürleyip dili fakirleştirme olarak algılayan ama seksen seneden buyana Türkçe’nin etimolojik sözlüğünü bir türlü hazırlayamayan, hemen her toplantısında bir öncekiyle çelişen kurallar getirip imláyı içinden çıkılmaz hále sokan, şapka işaretlerini bile bir koyup bir kaldıran, bileşik kelimelerin birarada mı yoksa ayrı mı yazılması gerektiği konusunda bile devamlı karar değiştiren allámelere yakışan iş, budur! Gücünüz yetiyorsa, değiştirin!
Yazının Devamını Oku

Müziğin büyük üstadı Arif Mardin Hazreti Muhammed’in soyundandı

9 Temmuz 2006
Modern müziğin New York’ta geçtiğimiz hafta vefat eden büyük ismi Arif Mardin’in ardından çok şey yazıldı ama tarihi bakımdan son derece önemli olan ailesinden hiç bahsedilmedi. Arif Mardin, "Seyyid" idi, yani Hazreti Muhammed’in soyundan geliyordu. Eski isimleri "Azrakizádeler" olan Mardinler sonraki asırlarda Osmanlı aristokrasisinin önde gelen ulema ailelerinden biri olmuş ve aileden çok sayıda ilim adamı yetişmişti. İşte, Arif Mardin’in kökleri Hazreti Muhammed’e kadar uzanan ailesinin kısa öyküsü...

MODERN müziğin yarım asırdan buyana Amerika’da yaşayan çok önemli bir mensubu, Arif Mardin, geçtiğimiz hafta New York’ta vefat etti ve cenazesi geçen Çarşamba günü İstanbul’da toprağa verildi.

Vefatından sonra gazetelerde ve TV’lerde günlerce ondan bahsedildi ve müzikteki, özellikle de caz müziğindeki yeri anlatıldı. Norah Jones’tan Chaka Khan’a, Roberta Flack’tan Raul Midon’a kadar çok sayıda kişiyi keşfedip birer dünya starı yaptığı ve Türkiye’nin yüzünü ağartan büyük bir sanatçı olduğu söylendi.

Bunların hepsi doğruydu. Devlet, "dünya çapında Batı Müziği icracısı yetiştirebilmek" maksadıyla 70 küsur seneden buyana çaba göstermesine ve müzik politikamızın hep bu temel üzerinde inşa edilmesine rağmen hayal edilen müzisyen bir türlü çıkmamıştı. Ama, Arif Mardin devletin yapamadığını kendi başına yapmış ve klasik müzikte olmasa bile, modern müzikte, özellikle de cazda Batı dünyasının tanıdığı tek Türk müzisyen olmuştu.

Ben, Arif Mardin’in vefatından sonra hakkında yazılıp söylenenlere bakınca, onun tarihi bakımdan büyük önem taşıyan ailesinin gündeme hiç getirilmediğini farkettim.

Mardin ailesinden bahsetmeden önce, bir konuyu açıklamam lázım...

BİZİM ARİSTOKRATLARIMIZ

Bizde yaygın olan düşünceye göre Osmanlı Türkiyesi’nde "aristokrat" sınıfı yoktur, asırlar boyunca herşey padişahın iki dudağı arasından çıkan emre göre halledilmiştir, hükümdarın etrafında kim varsa "kul"dur ve güce sahip hiçbir aile çıkmamıştır.

Ama, işin aslı hiç de böyle değildir ve Osmanlı İmparatorluğu’nda hanedanın yanısıra asırlar boyu devam etmiş bir de aristokrasi varolmuştur! Bu aristokrasiyi, Osmanlı Devleti’nin kurulmasından önce Anadolu’nun hákimi olan Selçuklu İmparatorluğu’nun önemli ailelerine mensup olanlarla yine Anadolu’da hüküm sürmüş olan Akkoyunlu, Karakoyunlu, Karamanoğlu, Dánişmendli, Germiyanlı veya Artuklu gibi devletleri idare etmiş olanların torunları teşkil eder. Osmanlı İmparatorluğu’nda nesiller boyu devlet hizmetinde bulunmuş aileler de aristokrasiye mensupturlar ve saray, kendi aristokrasisinin yanısıra eski devlet sahiplerinin soyundan gelenlere de imparatorluğun idaresinde görev vermekte tereddüt etmemiştir.

Bizde gerçi Batı’daki "kont", "dük" yahut "marki" karşılığı asalet unvanları yoktur ama isimlerin sonunda yeralan "Ağa", "Bey", "Efendi" ve "Beyefendi" gibisinden sözlerin çoğu ve kişinin görevini gösteren bazı ibáreler, aslında bir statüye işaret ederler. Meselá bugün çoğu kişinin sarayın kapıcısı olduğunu zannettikleri "Kapıcıbaşı" aslında "saray názırı", padişahın siláhını taşıdığı sanılan "Siláhdar ağa" da "saray maraşalı"dır; "Kazasker", "Rikabdar Ağa" yahut "Mirahur" gibisinden rütbeler de aslında birer asalet unvanıdır.

MEDİNE’DEN GELDİLER

Osmanlı döneminin aristokrat aileleri bugün de devam ediyor ve mensupları artık birer Cumhuriyet vatandaşı olarak aramızda yaşıyorlar.

İşte, geçen haftaki vefatından sonra gündeme son derece önemli bir müzisyen olarak gelen Arif Mardin, böyle bir aileye mensuptu ve ailesinin Osmanlı aristokrasisinden olmasının yanısıra, bir özelliği daha vardı: Soyları Hazreti Muhammed’e kadar uzanıyordu, yani "Seyyid" idiler ve Hazreti Muhammed’in Kerbelá’da şehid edilen torunu Hazreti Hüseyin’in soyundan gelen Seyyid Hüseyin el Azrak’tan geliyorlardı.

Hüseyin el Azrak, Selçuklu İmparatorluğu zamanında ailesiyle beraber Medine’den ayrılıp Mardin’e yerleşecek, oğullarından birini Artuklu hükümdarının kızıyla evlendirecek ve Mardin ile Irak taraflarının önde gelen din álimleri, bu tarihten itibaren artık bu aileden çıkacaktı.

Aradan yine asırlar geçti ve Seyyid Hüseyin el Azrak’ın on üçüncü, Hazreti Hüseyin’in de 26. göbekten torunu olan 1816 doğumlu Yusuf Sıdkı Efendi, Mardin’den İstanbul’a göçetti ve zamanla dönemin şeyhülislamdan sonra gelen en yüksek dini görevi olan Anadolu Kazaskerliği’ne getirildi. Yine o zamana kadar "El Azrak" olan ailenin ismi, İstanbul’a gelişlerinden sonra "Mardini" oldu ve bu isim, zamanımızda "Mardin" halini aldı.

SİYASET YASAK, BAŞARI ŞART

Mardin
ailesinden, son iki asırda çok önemli isimler yetişti. Arif Mardin’in ablası olan Betül Mardin’in her zaman söylediğine göre, ailenin her ferdi önemli bir iş yapmak zorundaydı. Siyasete atılmayacak, mecburi askerlik görevleri dışında orduya da girmeyecek ama mutlaka başarılı olacaklardı ve başarı, Mardiniler’de aile geleneğiydi. "Mardin" soyadını taşıyan hemen herkes bu geleneğe uydu ve kendi alanlarında önemli işler yaptılar.

İşte, bunlardan birkaçı: Medeni hukuk ordinaryüsü ve konusunda yarım asırdan buyana tek eser olan "Huzur Dersleri" isimli kitabın yazarı Ebululá Mardin, Kazasker Yusuf Sıdkı Efendi’nin oğluydu. Kazasker’in torunlarından Prof. Şerif Mardin, dünya çapında bir sosyolog oldu, bir diğer torun Arif Mardin zamanla modern müziğin en önemli isimlerinden biri kabul edildi, Arif Bey’in ablası Betül Mardin de Türkiye’yi "halkla ilişkiler" mesleğiyle tanıştırdı.

Ben, Arif Bey’in Türk sporuyla Türk denizciliğinin büyük ismi Yusuf Ziya Öniş’in kızı olan eşi Látife Hanım’a ve ablası sevgili Betül Mardin’e tekrar sabır temenni ediyorum.

Hazreti Muhammed’in soyundan gelen Arif Mardin’in pek gündeme gelmeyen aile bağlantıları, kısaca işte böyle. Peygamberin bir başka müzisyen torununun, Şerif Muhiddin Targan’ın öyküsü de yine bu sayfadaki kutuda...

Hazreti Muhammed’in bir diğer torunu da udun büyük üstadıydı

HAZRETİ Muhammed’in soyundan gelen "Seyyid" Arif Mardin’in vefatı, bana peygamberin musiki üstadı olan bir başka torununu, Şerif Muhiddin Targan’ı hatırlattı.

Şerif Muhiddin’in babası Ali Haydar Paşa "Mekke Şeriflerinin", yani imparatorluk zamanında Mekke’nin başında bulunan peygamber torunlarının sonuncusuydu ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Arap isyanını başlatan Şerif Hüseyin ile kardeş torunuydu. Hüseyin, İstanbul’a başkaldırırken Ali Haydar Paşa devletine bağlı kalmış ve kuzenleri Ortadoğu tahtlarını daha sonra aralarında paylaşırlarken, o, Beyrut’ta münzevi bir hayat sürmüştü.

1892’de babasının Çamlıca’daki köşkünde doğan Şerif Muhiddin, zamanın en elit ve en entellektüel çevresinde yetişti, hukuk ve edebiyat fakültelerini bitirdi. Resim yapıyor, viyolonsel ve ud çalıyordu. Viyolonseli hocalardan öğrenmiş ama hiç ud dersi almamıştı.

Bir müddet Türkiye dışında sıkıntı içerisinde yaşadı, 1950’de hayatını Türk Müziği’nin en büyük kadın sesi olan Safiye Ayla ile birleştirdi ve dünyaya 1967’nin 13 Eylül’ünde veda etti. Çaldığı ud zamanla kendine mahsus bir ekol kabul edilecek ve sazını dünya standardlarına yükselten Şerif Muhiddin, İslam dünyasında "Rabbu’l-Ud" yani "Udun Tanrısı" diye tanınacaktı.

Hazreti Muhammed’in 37. göbekten gelen bu torununun ud icrasını merak edenler, bundan birkaç sene önce çıkan "Peygamber Torununun Müziği" isimli CD’yi dinleyebilirler.

’Efendi’deki hatalardan biri

Sırası gelmişken, yeni yayınlanan "Beyaz Müslümanlar’ın Büyük Sırrı. Efendi-2" isimli kitaptaki yanlışlardan birini, Mardinizádeler’in bir başka mensubu ile ilgili bir hatayı tashih edeyim: "Annesi Fransız bir Şeyh: Ömer Fevzi Mardin" başlığı altında anlatılan "Erzekîzáde" Ömer Fevzi Bey, (doğrusu "Azrakîzáde", yani "Mavioğulları" olacak) Jeanne de Neverley’in (bu ismin de doğrusu, "Julie de Niverlet" olacak) kızı Leylá Hanım’ın değil, önemli bir Kürt aşireti olan Bedirhánîler’den Zarife Hanım’ın oğludur. Leylá Hanım, Mehmed Arif Bey’in ikinci karısıdır, Ömer Fevzi Mardin ile bir alákası yoktur ve dolayısıyla, rahmetli Ömer Fevzi Bey’in kanında Fransızlık değil; Türklük, Araplık ve Kürtlük vardır.
Yazının Devamını Oku

Darağacına götüren mektupları tam 80 sene sonra açıklıyorum

2 Temmuz 2006
İzmir’de ve Ankara’da bundan tam 80 yıl öncesinin Temmuz ve Ağustos aylarında sıra sıra darağaçları kuruldu ve tam 17 kişi idam edildi. Suçları, "İzmir Suikasti" denilen komploya karışmak, yani Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal’e karşı suikast hazırlığı yapmaktı. İdam edilenler arasında İttihad ve Terakki Partisi’nin lider kadrosundan olan Maliye Nazırı Cavid, Dahiliye Nazırı İsmail Canbolat ve partinin perde arkasındaki gücü Doktor Nazım Beyler de vardı. Savcı, her üçünün de daha önceleri hiç durmadan mektuplaştıklarını iddia etmiş ama bu mektuplar bir türlü bulunamamıştı. Mektupları bulmak, hadisenin üzerinden 70 küsur sene geçmesinden sonra, kapı kapı dolaşıp aramam sayesinde bana nasip oldu! Şimdi arşivimde bulunuyor ve ileri bir tarihte yayınlanmayı bekliyorlar. Ama, bu mektuplar okunduğunda, ortaya başka bir görüntü çıkıyor: Mustafa Kemal Paşa’ya karşı İzmir’de hakikaten bir suikast hazırlığında bulunulduğu fakat İttihad ve Terakki’nin lider kadrosunun bu işle pek bir alákasının olmadığı ve suikast bahanesiyle ortadan kaldırıldıkları.../images/100/0x0/55eb6632f018fbb8f8be9e8e

BUNDAN tam 80 yıl öncesinin Temmuz ve Ağustos aylarının İzmir’i ile Ankara’sında sıra sıra darağaçları kuruldu ve 13 Temmuz ile 26 Ağustos günlerinde tam 17 kişi bu darağaçlarına çıkartılıp idam edildi.

Suçları, Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal’e karşı bir suikast hazırlığı içerisinde olmaktı. Tarihlere "İzmir Suikasti" diye geçen komploya karışmışlardı. Bir kısmı önce İzmir’deki İstiklál Mahkemesi’nde yargılanıp idam edildi, bir kısmının hayatları da Ankara’daki İstiklál Mahkemesi’nde yapılan muhakemeden sonra yine ipte noktalandı.

İdam edilenler arasında, suikast hazırlığı içerisinde fiilen bulunanların yanısıra düşükler, yani daha önceki iktidarın önde gelen bazı liderleri de vardı: Türkiye’nin kaderini 1914’ten itibaren 10 yıl boyunca elinde tutmuş olan İttihad ve Terakki’nin idarecileri... Meselá, İttihadçılar’ın Maliye Nazırı Cavid, Dahiliye Nazırı yani İçişleri Bakanı İsmail Canbolat ve partinin perde arkasındaki güçlerinden biri olan Doktor Názım Beyler...

AVRUPA’YA GİTTİLER

Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkması üzerine, savaşın sorumlusu olan İttihadçılar’ın önde gelenleri memleketten ayrılıp Avrupa’ya gitmişlerdi. Bir kısmı Rusya’da yeni bir maceraya atılmış, Talát ve Cemal Paşalar gibi en önemli isimlerin hayatları ise teröristlerin kurşunlarıyla noktalanmıştı.

Cavid ve Doktor Názım Beyler, hayatlarını Avrupa sürgünüyle kurtaranlar arasındaydı. Cavid Bey, İsviçre’de; Doktor Názım da Almanya’da idi. İsmail Canbolat Bey ise İngilizler tarafından "savaş suçlusu" olarak tutuklandı, Malta’ya gönderildi, burada iki sene tutulduktan sonra serbest bırakıldı ve İtalya’ya yerleşti. Bu eski kader arkadaşlarının irtibatları hiç kopmadı, devamlı haberleştiler ve 1922’den itibaren üçü de Türkiye’ye döndüler. İsmail Canbolat, hattá, Ankara Meclisi’ne İstanbul Milletvekili olarak girdi.

Derken 1926’ya gelindi, tarihlere "İzmir Suikasti" diye geçen hadise yaşandı ve çok sayıda kişi, Mustafa Kemal Paşa’nın canına kıymaya yönelik bir komploya karıştıkları gerekçesiyle tutuklandı. Tutuklananlar arasında sıradan eşkıyanın yanısıra İstiklál Savaşı’nın meşhur kumandanları ve İttihadçılar da vardı. Duruşmalar önce İzmir’de yapıldı, 1926’nın 13 Temmuz’unda 13 kişi idama mahkûm oldu ve cezalar hemen o gün geceyarısından sonra şehrin değişik yerlerinde infaz edildi. Asılanlar arasında İsmail Canbolat Bey de vardı.

Yargılamalara daha sonra Ankara’da devam edildi ama dava artık başka bir yola girmiş ve eski rejimin önde gelenlerinin ortadan kaldırılması hálini almıştı. Yargılanan İttihadçılar hem suikast suçlamasından, hem de iktidar yıllarındaki uygulamalarından dolayı sorguya çekiliyorlardı. İstiklál Mahkemesi, Ankara’daki kararını 26 Ağustos’ta verdi ve bu defa önde gelen dört İttihadçı, eski Maliye Nazırı Cavid, Doktor Názım, Hilmi ve Nail Beyler de idama mahkûm oldular ve hemen o gece darağacına götürüldüler. Cavid Bey son söz olarak "Allah’ın láneti zalimin üstündedir. Zulümdür bu zulüm!", Doktor Názım ise "Yoook! Vallahi yok! Bu meselede hiçbir alákam, taksirim yok. Masumum!" demişti.

İstiklál Mahkemesi’nin savcısı Necib Ali Bey, idamını istediği İttihadçılar’ın suikasti Avrupa’da bulundukları sırada planladıklarını ve bu maksatla hiç durmadan mektuplaştıklarını iddia etmiş ama bu mektuplar aylar boyunca aranmalarına rağmen bulunamamıştı. Mektuplara ulaşılamayınca, bazı evlerde yapıldığı ortaya çıkan toplantılar suikast hazırlığı için káfi sayılmış ve mahkeme bu toplantıları suç delili kabul ederek eski İttihadçılar’ı idama göndermişti.

1926’da henüz üç yaşında olan Cumhuriyet rejiminin bütün emniyet güçlerini seferber ederek arattığı ama bir türlü ulaşamadığı bu mektupları bulmak, hadisenin üzerinden 70 küsur sene geçmesinden sonra, kapı kapı dolaşıp aramam sayesinde bana nasip oldu! Şimdi bir klasör içerisinde arşivimde bulunuyor ve ileri bir tarihte yayınlanmayı bekliyorlar.

BAHANE EDİLMİŞ GİBİ

Şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Cavid, Doktor Názım ve İsmail Canbolat Beyler’in yazdıklarında Gazi Paşa’ya suikastle ilgili olarak ne tek bir söz, ne de bir ima vardı. Cavid Bey, arkadaşlarına Türkiye’den aldığı haberleri naklediyor, işittiklerini biraz hafif bir üslupla yazıyor, sonra da ekonomik yorumlar yapıyordu. Doktor Názım, Rusya’daki Müslümanlar’ın başlatacakları yeni bir "uyanıştan" sözediyordu; İsmail Canbolat ise "iş" derdindeydi: İtalya’da sürgündeydi, parasız kalmak üzereydi ve iş bulmak zorunda olduğunu yazıyordu.

Yandaki kutuda bu mektuplardan birini, İsmail Canbolat’ın Cavid Bey’e yazdıklarını okuyacaksınız. Diğer mektupların da hemen hepsi aynı şekilde ve mektupların ardından İstiklál Mahkemesi’nin zabıtlarını da okuduğunuzda, ortaya başka bir görüntü çıkıyor: Mustafa Kemal Paşa’ya karşı İzmir’de hakikaten bir suikast hazırlığında bulunulduğu ve girişimin son anda önlendiği ama İttihad ve Terakki’nin lider kadrosunun bu işle pek bir alákasının olmadığı ve suikast bahanesiyle ortadan kaldırıldıkları...

İdam edilmeden önce milletvekillerine borç para dağıtmıştı

İTTİHAD
ve Terakki Partisi’nin Maliye Nazırı Cavid Bey, Kurtuluş Savaşı yıllarını Avrupa’da geçirmiş, daha sonra "Düyun-ı Umumiye"de, yani "Osmanlı Borçları İdaresi"nde çalışmaya başlamıştı.

Bende bulunan bazı belgeler, Cavid Bey’in Ankara Meclisi’ndeki milletvekillerine de kredi yahut borç para bulmaları konusunda yardım ettiğini gösteriyor. Borç almalarını sağladıkları arasında, 1853 ile 1925 yılları arasında yaşayan, Osmanlı İmparatorluğu’nun son resmi tarihçisi olan ve daha sonra Ankara Meclisi’nde milletvekilliği yapan Abdurrahman Şeref Bey de var.

Abdurrahman Şeref Bey, 26 Ağustos 1923 tarihinde Ankara’dan "Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyelerine Mahsustur" antetli bir káğıda Cavid Bey’e hitaben yazdığı bir mektupta yeni başkentte çektiği sıkıntıları anlattıktan sonra, aldığı borcun bir kısmını gönderdiğini söylüyor:

"Efendimiz,

Ağustos sonlarında seyahatten avdet buyurulacaktı. Sizin Avrupa seyhatiyle bizin Ankara seyahati arasında biraz fark olmalıdır. Burada bir odaya sığınmışız. ...Şikáyet edecek kadar rahatsız değilim. Hanımefendiye hürmetlerimi gönderirim. Ziraat Bankası vasıtasıyla taraf-ı álilerine yüz lira takdim ettim. Kalan kısmı da takdim olunacaktır. Teşekkürlerimin ve saygılarımın kabulünü rica ederim efendim hazretleri. 26 Ağustos 1923.

Abdurrahman Şeref"

Suikast yapacağı iddia edildiği sırada açlıkla boğuşuyordu

İTTİHAD
ve Terakki Partisi’nin önde gelen isimlerinden olan İsmail Canbolat, Türkiye’de suikast ve karşı bir darbe hazırlığı içerisinde bulunduğunun iddia edildiği günlerde mali sıkıntılarla boğuşuyordu. İsmail Canbolat, 1922’nin 9 Nisan’ında o sırada Avrupa’da olan Cavid Bey’e gönderdiği mektupta parasızlıktan sözedip eski siyaset arkadaşından kendisine bir iş bulmasını istiyordu:

"Azizim,

Anlaşma ve arkasından da barış ihtimali artmakla beraber, aslında politika ile uğraşmama hakkındaki fikrim ve bilhassa şu andaki mali vaziyetim bir an evvel bir işe başlamamı gerektiriyor. Dolayısıyla, konuştuğumuz iş için lázım gelen girişimlerde bulunmanı rica ederim. ...Her ne lázımsa yaparsın. Paris’e mi, Brüksel’e mi gidip görüşmek lázım gelecektir, onu bana yazarsan ben de gidip görüşürüm. Belki Paris’te konuşur iken de söylemişsindir. Vaziyetimin haysiyet kırıcı olmaması gerekir. Diğer taraftan beş aşağı, beş yukarı uzlaşabiliriz. İzmir’in eski telgraf müdürü Ráná Bey, bu mali heyet ile temastadır. Bu bakımdan bilmem bir mahzur yaratır mı?

...Bekir Sami geldi, iki defa görüştüm. Mustafa Kemal’in artık barış yapmak fikrinde olduğunu söylüyor. ...Cahid Bey’e söylesen: Almanya’da Türkçe kitap bastırmak müdhiş surette pahalı imiş. ...Burada havalar az kapalı olmakla beraber káfi derecede sıcak. ...Polis komiseri ile görüştün mü?

İsmail Canbolat"
Yazının Devamını Oku

İstanbul’un altında keşfedilmeyi bekleyen kilometrelerce gizli yol var

25 Haziran 2006
Geçen hafta yazdığım ve İstanbul’un kurucusu olan İmparator Konstantin’in bundan 1600 sene önce yaptırttığı surlarla şehrin en eski limanının ortaya çıkartılmasından sözettiğim yazım hem yerli, hem de yabancı basında bir hayli ilgi gördü ve bu ilgi, bana İstanbul’da yine yüzlerce sene öncesinden kalan ama bugüne kadar üzerinde neredeyse hiç durulmamış ve mevcudiyetleri sadece söylentilerle sınırlı kalan diğer bazı tarihi mekánları hatırlattı: Şehrin altında várolan dehlizleri... İşte, İstanbul’un özellikle eski semtlerinin altındaki köstebek yuvasını andıran bu dehlizlerin ve yeraltı yollarının kısa öyküsü... Burada şehrin yeraltı yolları hakkında kısa bilgiler veriyor ama nerelerde olduklarını söylemiyorum, zira, dehlizlerin girişlerinden bahsettiğim anda mekánların bir anda hazine avcılarının akınına uğrayıp savaş alanına döneceklerinden adım kadar eminim.

YENİKAPI’da ortaya çıkartılan 1600 yıllık Bizans surlarından ve İstanbul’un ismine bugüne kadar sadece tarih kitaplarında rastlanan en eski limanının bulunmasından bahsettiğim geçen haftaki yazım, sadece bizde değil, yabancı basında da bir hayli ilgi gördü. Reuter başta olmak üzere birçok haber ajansı kazı alanının görüntülerini yayınlarken, İstanbul’da bugüne kadar yapılmış olan bu en büyük arkeolojik buluş, çok sayıda yabancı gazetede de haber olarak çıktı.
/images/100/0x0/55ea1aa4f018fbb8f86b7b67
Yazımda sözünü ettiğim Bizans kalıntılarının böylesine ilgi görmesi, bana İstanbul’da yine yüzlerce sene öncesinden kalan ama bugüne kadar üzerinde neredeyse hiç durulmamış, hakkında pek bir yayın yapılmamış ve mevcudiyetleri sadece söylentilerle sınırlı kalmış bulunan diğer bazı tarihi mekánları hatırlattı: Şehrin altındaki dehlizleri...

Önce, konuyu kısa bir şekilde anlatayım: İstanbul’un özellikle eski semtlerinin altı, yüzlerce sene öncesinden kalma dehlizlerle doludur ve o semtlerin toprağın altında kalan kısmı tam bir köstebek yuvasını andırır. Dehlizlerin bazısı Osmanlı, bazısı Bizans, bazısı da Bizans’tan bile önceki zamanlardan kalmadır. Mevcudiyetlerini çok az kişi bilir ve dehlizlerden bırakın turistik broşürleri, arkeolojik kitaplarda bile bahsedilmez.

GEZDİĞİM İÇİN ŞANSLIYIM

Ben, İstanbul’daki bu yeraltı yollarının varlığını çocukluk yıllarımdan itibaren işitir ve dehlizlerle ilgili çok sayıda efsane duyardım. Şehri baştan başa katettikleri söylenir, "Bir ucundan girdin mi saatler boyu yürüyüp diğer ucundan çıkar ve kendini şehrin öbür tarafında bulursun" derlerdi. Hattá sadece mahalleleri değil, Boğaz’ın iki sahilini bile birkaç yerden birbirine bağladıkları anlatılırdı. Bizans zamanında imparatorlar ve patrikler güya gizli temaslar yapacakları zaman gidecekleri yere yeraltından gider, böylelikle gözlerden uzak olurlardı ve dehlizler öncelikle işte bu işe yarardı.

İstanbul’un bu yeraltı yolları, eski masallara bile konu olmuşlardı. Meselá bir Türk serdengeçtisi Bizans İmparatoru’nun kızına áşık düşer; kızı kaçırıp Hipodrom’daki, yani bugünün Sultanahmet’indeki dehlizlerden birine girer, elindeki meşaleyle aydınlattığı karanlık yolda birkaç saat boyunca bazen el yordamıyla yürüyüp Boğaz’ın karşı sahiline geçer ve İmparator’un hákim olamadığı topraklara ulaşıp sevgilisiyle beraber mesud bir hayat kurardı.

KÖSTEBEK YUVASI GİBİ

Yeraltı yollarından bazılarının mevkilerini sonraki senelerde öğrenebildim, hattá dostlarımla beraber içlerine de girdim ve dehlizlerde şartların elverdiği ölçüde gezip dolaştık. Ama dehlizlerin bazılarında toprağın çöküp yolları kapatması, bazılarında da etrafımızı belli bir mesafeden sonra ellerimizdeki fenerlerin bile aydınlatamadığı derin bir karanlığın sarması yüzünden daha ilerilere gidemedik. Kısa dehlizlerin çıkış noktalarına ulaşabildik ama daha uzun olanların nerelere gittiğini bir türlü öğrenemedik.

Şimdi, bu dehlizlerin ne vaziyette olduklarından bahsedeyim:

Bir kısmının duvarları ve tavanları tuğlalarla örülüdür. Bazıları tek bir yoldan ibarettir, bazılarında ise girişten 40-50 metre sonra bir yol ağzına ulaşırsınız ve önünüze değişik yönlere uzanan başka dehlizler ortaya çıkar. Bütün bu bilinmezliğin ortasında bilinen tek bir şey vardır, o da İstanbul’un altını baştanbaşa dolaşan yollar hakkında hiçbirşey bilmediğimiz, hiçbir bilgiye sahip olmadığımızdır.

İşte, İstanbul’un altında uzanan ve devásá bir köstebek yuvasını andıran bu dehlizler, asırlardan buyana ortaya çıkartılmayı ve üzerlerindeki esrar bulutunun dağılmasını bekliyorlar.

Burada, yeraltı yolları hakkında sadece bu kadar yazmakla yetinmek ve yolların nerelerde olduklarını söylememek zorundayım. Zira, dehlizlerin girişlerinden bahsettiğim anda kazma-kürekle çalışanından teknolojiye uyup dedektör kullananına kadar ne kadar hazine meraklısı varsa tamamının yeraltı yollarına dolacağından ve keşfedilmeyi bekleyen dehlizlerin bir anda savaş meydanına döneceğinden adım kadar eminim.

İŞ, ARKEOLOGLARA DÜŞÜYOR

Paris’i, Londra’yı yahut Glaskow’u yakından tanıyanlar gayet iyi bilirler: Bu şehirlerin altında yüzlerce sene öncesinden kalan ve şimdi gayet iyi korunan geniş mekánlar vardır ve bu mekánlar apayrı birer şehir gibidirler. Hattá, Paris’te kısa bir zaman öncesine kadar çok kişinin yaşadığı bu yeraltı mekánlarına şimdi gayet elit bir kesim sahip çıkmıştır ve buralarda verilen davetlerle yapılan toplantılar, katılanlarda bambaşka bir álemde oldukları hissini uyandırır.

Hem Avrupa’daki, hem de İstanbul’daki yeraltı şehirlerini görüp gezmiş bir kişi olarak söylüyorum: İstanbul’un dehlizleri, Avrupa’daki benzerlerinden daha eski olmasının yanısıra, çok daha esrarlı ama daha sıcak bir havaya sahiptir ve ortaya çıkartıldıkları anda cazibe merkezi olurlar. Ben, Konstantin’in kayıp surlarını ortaya çıkartan arkeologlarımızın günün birinde "yeraltı İstanbul’u"na da el atacakları ve binlerce senelik şehrin yerin altında unutulup kalmış olan simetriğini de bulacakları günü hayal ediyorum.

Bu kitap, ittihad ve Terakki’nin birçok sırrını aydınlatıyor

SON dönem Türk Tarihi’nde çok önemli bir yeri olan İttihad ve Terakki Partisi hakkında bugüne kadar bir hayli araştırma yapıldı ama bu çalışmaların çoğu, araştırmacıların orijinal belgelere ulaşma konusunda karşılaştıkları zorluklar sebebiyle Parti’nin gerçek kimliğini tam olarak yansıtmaktan uzak kaldı.

Kendisi de bir İttihadçı olan Muhittin Birgen’in "İttihad ve Terakki’de On Sene" adıyla geçtiğimiz haftalarda iki cild halinde yayınlanan hatıraları, tarihimizin bu son derece önemli siyasi partisinin üzerindeki bilinmezliği bir ölçüde kaldırıyor.

Hem Osmanlı, hem de Cumhuriyet Meclisleri’nde milletvekili olarak bulunan ve bir ara Mustafa Kemal Paşa’nın Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğü’nü de yapan Muhittin Birgen’in hatıraları, 1936’da Son Posta Gazetesi’nde bir yıl boyunca yayınlanmış ama gazetelerin sararmış sayfaları arasında kalmış ve verdiği bilgilerden gerektiği şekilde istifade edilememişti.

Prof. Zeki Arıkan’ın hazırlayıp doyurucu ve uzun bir önsözle yayınladığı hatıralar, İttihad ve Terakki ile ilgili bazı bilinmezlere ışık tutuyor ve kitabın en önemli kısmı da, bence hemen girişindeki birkaç cümle: Muhittin Bey’in, partinin lideri Talát Paşa’ya "İttihad ve Terakki nedir?" diye sorması ve Paşa’nın "Ne olduğunu ben de pek bilmiyorum, ama idaresi pek müşkül birşey" cevabını vermesi.

Zeki Arıkan’ı, bu unutulmuş hátıraları bize 70 sene sonra kazandırdığı için tebrik ediyorum. Darısı, İttihadçılar’a ait olan ve gazetelerle dergilerin sayfaları arasında sıkışıp kalmış diğer hátırátın başına.

Latince fakiri Latince hocaları! Acaba biraz olsun utandınız mı?

TÜRKİYE, geçen haftayı Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’nde "zindan" olduğu iddia edilen yerin girişinde bulunan ve "Tanrı’nın Bulunmadığı Yer" anlamına gelen "Inde Deus Abest" deyiminin sahte olup olmadığını tartışmakla geçirdi.

Derken, bize mahsus bir tuhaflık yaşandı: Bir kesim, yazının sonradan yazılmış olduğunu söyleyen Kültür Bakanı Atilla Koç’un kitabenin üzerini örtmek istemesinin "láikliğe aykırı" olduğunu iddia etti ve iş dönüp dolaşıp her nedense bir "láiklik tartışması" halini aldı.

Ama, yazının taşa son zamanlarda, üstelik bundan birkaç sene önce kazındığı hemen ilk bakışta anlaşılıyordu. Zira, málum yazıyla Latince kitabeler arasında hiçbir şekil benzerliği olmaması biryana, "Inde Deus Abest" sözünde harf hatası bile yapılmıştı. Eski Latince metinlerde "U" harfi yerine "V" kullanılırdı ve sadece bu yanlışlık bile müzedeki yazının düzmece olduğunu göstermedeydi.

Geçen hafta "Deus sözünde ’U’ değil ’V’ vardır" diye yazmamdan sonra, isimlerinin başında "Latin dilleri uzmanı" yahut "Latince Profesörü" unvanını taşıyan bazı hanımlar ortaya çıkıp "Kitabe doğrudur ve eskiden kalmadır" kehanetinde bulundular. Derken, Bodrum Müzesi’nde görevli bir teknisyen, valiliğe verdiği dilekçeyle işin aslını açıkladı: Tartışma konusu olan yazı, müzenin sabık müdürü Oğuz Alpözen’in emriyle bizzat bu teknisyen tarafından yazılmıştı ve sadece 13 yıllıktı.

Ben, gerçeğin artık ortaya çıkmasından sonra bir hususun merakındayım: Gözlerinin önündeki koskoca bir taşın üzerindeki Latince yazının hem şekil, hem de imlá bakımından sahte olup olmadığını ayırdetmekten áciz Latince hocalarının şimdi neler hissettiklerinin, en azından utanıp utanmadıklarının ve öğrencilerinin yüzüne nasıl bakacaklarının...

Ama, Osmanlı tarihçilerinin çoğunun Osmanlıca, Bizantologlarının da Grekçe bilmediği bir memlekette Latince hocalarının hepsinin Latince’den anladıklarını zannetmek biraz safdillik oluyor...
Yazının Devamını Oku