Bundan 150 küsur sene önce "Avrupalılaşmaya" ilk defa karar vermemiz üzerine Avrupa’dan müfettiş üstüne müfettiş ve komisyon üstüne komisyon gelmiş, hattá arada bir askeri birliklerle savaş gemilerinin yollandığı da olmuş, hemen her denetimden sonra mektup yahut muhtıra almış ve mutlaka toprak kaybetmiştik. 1876’nın 31 Ocak’ında aldığımız "Andrassy Muhtırası" da bunlardan biriydi. Muhtıra, o yıllarda Hersek’te yaşanan huzursuzluklarla ilgiliydi ve Hersek, muhtırayı kabul etmemizden sonra elimizden çıkmıştı.
AVRUPA’dan Ankara’ya haklar, özgürlükler, reformlar, vesaire konularında senelerden buyana gönderilen mektuplara bu hafta bir yenisi daha iláve edildi ve Avrupa Parlamentosu’nun 46 milletvekili, Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’a devletin Diyarbakır olayları sırasında aldığı tedbirleri kınayan bir mektup yolladılar.
Mektubun nasıl bir üslupla kaleme alındığını gazetelerde okumuşsunuzdur. Avrupalı politikacılar, Başbakan
Erdoğan’a kısaca
"Diyarbakır olaylarının sorumluluğu mülki idare amirleriyle askere aittir. Ankara’nın insan haklarını ve demokratik prensipleri ihláli halinde AB ile devam eden müzakereler durabilir" diyorlardı. Parlamanterlerin ifadeleri ve işgüzarlıkları Başbakan’ı sinirlendirmiş olacak ki,
Tayyip Bey "Bunu yazanların bu hayatı yaşamaları lázım. Gelsinler, olayları yerinde incelesinler" diye bir açıklama yaptı.
TALEPLERDEĞİŞMEDİ
Bu mektup beni aslında pek şaşırtmadı, zira bundan 150 küsur sene önce
"Avrupalılaşmaya" ilk defa karar vermemiz üzerine, Avrupa buna láyık olup olmadığımızı anlamak için müfettiş üstüne müfettiş ve komisyon üstüne komisyon göndermişti. Hattá, diplomatların yerine bazen askeri birliklerle savaş gemilerinin geldiği de olmuş ve Türk hükümeti geçirdiği hemen her denetimden sonra bir mektup yahut bir muhtıra almış, sonra da mutlaka toprak kaybetmişti.
Avrupa’nın Avrupalı olmamız karşılığında ileri sürdüğü şartlar bugünkülerle aynıydı: Ekonomimizi düzeltecek, azınlıkların haklarını koruyacak, işkenceyi yasaklayacak, vergi reformuna gidecek, uluslararası anlaşmazlıkları hakeme götürecek ve en önemlisi, bizden toprak istedikleri zaman hiç itiraz etmeden verecektik. Bütün bunlar olup biterken, içerisinde yeralmak istediğimiz o zamanın Avrupa’sı bir taraftan da Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olmayan unsurlarını ayaklandırmak için elinden geleni yapmakla meşguldü.
Parlamanterlerin Başbakan
Erdoğan’a gönderdikleri mektubun bir benzerini, bundan 130 sene önce bir başka viláyetimizde yaşanan huzursuzluk sırasında de almıştık ve bu mektup tarihlere
"Andrassy Láyihası" diye geçmişti.
İşte,
"Andrassy Láyihası"nın hikáyesi...
Avusturya ile Rusya, Hersek’in Türk idaresinden ayrılması için seneler boyu gizliden gizliye faaliyet gösteriyorlardı ve çabalarının semeresini 1875’in 13 Nisan’ında aldılar: Nevesinje kazasında yaşayan 300 kadar Hristiyan, Bábıáli’ye karşı ayaklandı. Bağımsızlık sözü etmiyor, sadece vergilerin ve askere gitmemek için ödenen bedelin azaltılmasını istiyor ve Hersek’teki güvenlik kuvvetlerinin Türkler’den değil, yerli halktan meydana gelmesini talep ediyorlardı. İstanbul’un ise basireti bağlanmıştı. O zamanın hükümeti olan Bábıáli, isyanın ciddi olduğunu farketmedi ve işi sadece nasihatlerle, af vaadleriyle geçiştirmeye çalıştı.
MUHTIRAYIDAYADILAR
Derken isyan büyüdü, Karadağ ve Sırbistan da Avusturya ile Rusya’nın tarafını tutup isyancılara askeri yardım göndermeye başlayınca, Hersek’te kan gövdeyi götürür oldu. Rus, Alman ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun başbakanları toplandılar,
"Türkiye’nin aramıza katılabilmesi için Hersek’teki olayların sona ermesi gerekir" dediler ve Avusturya’nın Dışişleri Bakanı olan
Kont Gyula Andrassy’yi Türkiye’ye hitaben bir muhtırayı kaleme almakla görevlendirdiler.
Kont, hazırladığı muhtıra taslağını bu üç ülkenin yanısıra İngiltere Fransa ve İtalya hükümetlerine gönderip olurlarını aldıktan sonra, 1876’nın 31 Ocak günü Bábıáli’ye Avrupa’nın diplomatik notası olarak gönderdi. tarihlere
"Andrassy Láyihası" diye geçen muhtırada, Avrupa’nın bazı
"küçük" istekleri vardı: Hersek’teki Hristiyanlara tam bir dini serbestlik verilmeli, ácil vergi reformu yapılmalı, çiftçilerin mülkiyet haklarını belirleyecek bir kadastro çalışmasına gidilmeli, Hersek’ten toplanan vergiler sadece Hersek’e harcanmalı ve bütün bu reformlar Hristiyanlar ile Müslümanlar’ın teşkil edecekleri bir yerel meclis tarafından kontrol edilmeliydi.
HEMEN KABUL ETTİK
Bábıáli, Avrupalı olma uğruna Avrupa’nın daha önceki taleplerini de güle oynaya kabul etmişti ve
Andrassy’nin muhtırasını da
"Tamam, yaparız" diyerek hemen kabul ediverdik. Ama, aynı Avrupa aynı senenin 13 Mayıs’ında Berlin’de bize bir başka muhtıra dayadı. Bu defa
"Hersek’teki Türk birlikleri derhal geri çekilsin" diye tutturdular, aklı başına nihayet gelebilen İstanbul talebi reddetmeye kalkınca isyan büyüdü, Batı ise Hersekli Hristiyanlar’a daha fazla siláh ve mühimmat akıtmaya başladı. Bir yıl sonra tarihlere
"93 Harbi" diye geçecek olan Osmanlı-Rus Savaşı çıktı, Rus ordusu Yeşilköy’e kadar geldi ve 1878’in 13 Temmuz’unda imzaladığımız Berlin Andlaşması ile Bosna-Hersek, Avusturya’nın oldu.
Andrassy Láyihası’nın üzerinden tam 130 sene geçmesine rağmen Avrupa’dan hálá aynı mealde mektuplar almamızın sebebi sizce ne olabilir ki?
Mevzuat hazretleri devreye girmeseydi bu eserler şimdi Lizbon’da değil, Üsküdar’daydı
PİCASSO sergisine yaptığı evsahipliğini tamamlayan Sakıp Sabancı Müzesi’nde, önümüzdeki cuma gününden itibaren sadece 40 günlüğüne yeni bir sergi açılıyor:
"Doğudan Batıya Kitap ve Osmanlı Dünyasından Esintiler".1869’da Üsküdar’da doğan, tarihlere
"Bay Yüzde Beş" lákabıyla geçen ve 1955’te Lizbon’da ölen petrolcü
Kalust Gülbenkyan’ın Portekiz’deki müzesinden getirilerek sergilenecek olan 110 adet eser arasında elyazması kitaplar, Osmanlı çinileri, kumaşlar ve işlemeler bulunuyor.
Bu sergi, bizim için eserlerden ziyade, bundan 60 sene kadar önce çok büyük bir fırsatı nasıl kaçırdığımızı hatırlatması bakımından önem taşıyor.
Üsküdarlı bir Ermeni ailenin çocuğu olan
Kalust Sarkis Gülbenkyan, Kadıköy’deki bir Ermeni okulu ile Saint Joseph Lisesi’nde okuduktan sonra Avrupa’ya gitmiş ve Londra’nın King’s College’inden jeoloji diploması almıştı. Henüz yirmili yaşlarındayken Bakü petrollerini incelemiş, petrolün geleceğin enerji kaynağı olduğunu farkedince de hayatının sonuna kadar bu işle uğraşmıştı.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Irak petrolleri üzerinde hak sahibi şirketler arasındaki münasebetleri düzenleyen
Gülbenkyan, Musul petrollerinden ömür boyu aldığı hisse sayesinde
"Bay Yüzde Beş" diye tanınacaktı. Büyük bir servete sahip olmasından sonra, sanat eserleri kolleksiyonculuğuna başlayacak ve birkaç sene içerisinde altı bin civarında eser toplayacaktı.
Gülbenkyan doğduğu topraklarla, yani Türkiye ile gönül bağını hiçbir zaman koparmamıştı ve 1940’larda Türkiye’de bir müze açıp kolleksiyonunu bu müzeye verebilmek için Avrupa’daki bazı Türk diplomatlarla temasa başladı. Servetini kendi ismiyle kuracağı bir vakfa devretmek istiyor ve Türkiye’den bu vakfı kurma ve doğum yeri olan Üsküdar’da bir müze açma izni talep ediyordu. Ama, bürokratlarımız
Gülbenkyan’a istediği bazı vergi muafiyetlerinin kabul edilemez olduğu gerekçesiyle bu izni vermediler ve o da gitti ve vakfını bütün taleplerini kabul eden Portekiz’de kurdu. Hayal ettiği müze de, 1955’teki ölümünden bir sene sonra yine Lizbon’da açıldı.
Bugün dünyanın en zengin kuruluşlarından olan
Kalust Gülbenkyan Vakfı, şimdi Portekiz’deki teknolojik çalışmaların neredeyse tamamını tek başına finanse ediyor ve vakfın başkanına da, cumhurbaşkanlarına uygulanan protokolün benzeri uygulanıyor. Vakfın bünyesindeki müze, sahip olduğu eserlerin yanısıra birçok sanat faaliyetine sponsorluk yapıyor, vakıf teknolojik araştırmalara fon sağlıyor ve
Gülbenkyan’ın vasiyeti gereği diasporadaki bazı Ermeni öğrencilere de burs veriyor.
Biz, Sakıp Sabancı Müzesi’nde önümüzdeki Cuma günü açılacak olan sergide yeralacak eserlerin çok daha fazlasını ve inanılmaz zenginlikteki bir vakfı, küçük bir vergi meselesi yüzünden işte böyle kaçırdık!