İstanbul'da 19. asrın sonlarında bir saka yani sucu mafyası türemişti ve çeşmelere elkoyarak bedava suyu fahiş fiyattan satmaya çalıştılar.
Mafyanın beli kırıldı ve bazı çeşmelere 'Sakalar buradan su alamazlar' diyen kitabeler yerleştirildi. Bu kitabelerden biri bugün Kefeliköy'de, Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa Mescidi'nin hemen bitişiğinde bulunuyor.
Hayırseverler, geçmiş asırlarda onbinlerce çeşme yaptırdılar ve bu çeşmelerin binden fazlası İstanbul'da idi.
Bugün bu çeşmelerin neredeyse tamamı kurudu ama yüzyıllarca aralıksız aktılar ve İstanbullular'a 'su meselesi' diye bir dert yaşatmadılar. Padişahlar, sultanlar, paşalar, devletin öteki büyükleri, önde gelen din adamları ve zenginler tarafından yaptırılmışlardı, çoğunun üzerinde bir kitabe bulunur, kitabede o devrin meşhur bir şairinin mısralarıyla çeşmeyi yaptıran için hayır dua edilmesi istenirdi.
Çeşmelerden akan su bedavaydı. Sadece sakalar, yani o devirlerde su tesisatı olmadığı için suyu çeşmeden kırba denilen büyük deri keselerle evlere taşıyanlar, bu hizmetlerinin karşılığında çok düşük bir ücret alırlardı. Bazı çeşmeler ise yapılış şartnameleri gereği 'saka gediği' ismi verilen bir çeşit imtiyazlara sahipti. Bu çeşmelerin kullanımı mali hükümlere bağlıydı ve bu hakkın varislere devri sözkonusu olurdu.
Ama 1870'lerin İstanbul'unda, çeşmelerin sevabına yapılış maksadının bile ayaklar altına alınabileceğini gösteren tuhaf bir olay yaşandı: Bazı sakalar, mahalle aralarında bulunan ve vakıflara ait olan kimi çeşmelerin sularına el koydular. Anadolu'dan kısa bir zaman önce İstanbul'a gelen ve geçimlerini sakalık yaparak sağlayan bu kişiler üzerine oturdukları çeşmelerin sularını istedikleri fiyattan satmaya başlamakla kalmadılar, çeşmelerden su almak isteyenlere de máni oldular. Bununla da yetinmediler, uğraşmalarına rağmen bir türlü sahiplenemedikleri bazı vakıf çeşmelerinin sularını kestiler ve 'Burada su kalmadı' diyerek halkı kendi el koydukları çeşmelerden parayla su almaya mecbur bıraktılar.
Saka mafyası suyu istediği fiyattan satadursun, bazı sakalar da çeşmelerden günde bir defadan fazla su alınmasına izin vermemeye başladılar. Ellerinde destilerle gelenlere 'Ben çeşmenin sahibi sayılırım' diyerek destileri doldurtmadılar. Ancak bu garip uygulamanın komik ve kasıtsız bir sebebi olduğu hemen anlaşıldı: İstediği parayı biriktirip memleketine dönmeye hazırlanan saka, memleketten yeni gelmiş olan hemşehrisine evlere su taşıdığı kırbayı devretmekte ama kırbayı devralan yeni saka çeşmenin kullanım hakkını da aldığını zannetmekteydi.
İşe o zamanın belediyesi olan Şehremaneti elkoydu ve saka mafyasını zor da olsa temizledi. Ama sakalardan ağzı yanan İstanbul halkı bunları suyun başından uzak tutabilmenin çarelerini aramaya başladı. Bulunan yollardan biri, bazı çeşmelerin kitabelerine sakalarla ilgili hükümler koymaktı.
Bu çeşmelerin günümüze ulaşanlarından biri Kefeliköy'de, Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa Mescidi'nin hemen bitişiğinde bulunuyor ve kitabenin hemen altında 'Bu çeşmede asla saka gediği yoktur' ibaresi yeralıyor.
Peygamber’e sorulan üç soru
Abdülbaki GÖLPINARLI
'Kehf ve Rakıym ashábının hallerini delillerimiz içinde şaşılacak bir delil mi sandın?' (Kehf Suresi, 9. áyet)
Kureyş uluları, rivayete göre Medine yahudilerinin bilginlerine haber göndererek Hazreti Muhammed hakkında ne düşündüklerini sormuşlar. Yahudiler 'Muhammed'den ruhu, Asháb-ı Kehf'i ve Zülkarneyn'i sorun; ikisinden haber verir birinden veremezse peygamberdir; üçünden de haber vermez yahut üçünü de anlatmaya kalkışırsa peygamber değildir' demişler.
Müşrikler, Hazreti Peygamber'e bunu sorunca ruh hakkında 'Ve sana ruhu soruyorlar; de ki: Ruh Rabbimin ef'álindendir ve size pek az bilgiden başka bir şey de verilmemiştir' áyeti (XVII. surede, 'İsrá', 85. áyet) vahyedilmiş ve ruhun mahiyeti anlatılmamış, bu surede ise Asháb-ı Kehf ile Zülkarneyn'den etraflıca bahsedilmiştir. 'Kehf', geniş mağara anlamına gelir. 'Rakıym', o mağaranın bulunduğu vádi yahut dağdır. 'Rakıym, Asháb-ı Kehf'in bulundukları şehrin adıdır' diyenler de vardır. 'Rakıym'in, sonradan mağaranın kapısına konan ve üstünde Asháb-ı Kehf'in başından geçen olaylar kazılmış taş levha olduğu Cübeyr oğlu Said'den rivayet edilmiştir. 'Asháb-ı Kehf hakkında yazılmış bir kitaptır' diyenler de mevcuttur. 'Rakıym'in lügat mánası, 'yazılmış şey'dir. Batılı Kur'an mütercimlerine göre, Asháb-ı Kehf'in mağarası Efesus şehrindedir.
Reşat Ekrem'le HOŞ SOHBETLER
Aybalta
Hilál şeklini andıran baltaya denirdi. Sarayın muhafızı olan zülüflü baltacılar, vezirlerin yanındaki 'teberdar' denilen vazifeliler padişahın yahut vezirin geçeceği yerlerde de ellerinde birer aybalta ile beklerlerdi.
Yarı meczup bir halde olan yahut o şekilde görünen dervişler de ellerinde daima birer aybalta bulundururlardı. İşleri genellikle dilenmek olan bu dervişler bir omuzlarına posteki atar, ellerinde keşkül kásesi taşır, başlarına tarikatlerinin tácını sarar veya serpuşunu koyar, diğer elinde de balta olduğu halde dilenirlerdi. Ayaklarına köhne bir şalvar geçirmiş olurlar, saçlarını ve sakallarını uzatırlar, o sokak veya köy benim öteki senin diyerek dolaşır hatta bazı mahallelerde yahut köylerde küçük çocuklar 'Papaz geldi' zannederek dervişleri taşa tutarlardı.
Ramazan MÖNÜSÜ
Balkabağı dolması
Bütün bir kabağı parçalamadan soyun, güzelce yıkayın ve sapını çıkarın. İçinin çekirdeklerini de ayıklayıp yeniden yıkayın. Kabağa yetecek mikdarda pirinci diri olarak pişirdikten sonra pilavın içine fıstık, üzüm ve yeteri kadar tuzla şeker de iláve edip hepsini karıştırın. Kabağı doldurup kesilmiş olan sapıyla üzerini kapattıktan sonra kapak tarafı alta gelecek şekilde kazana veya iri bir tencereye koyun. Kabağın her tarafını kaplayacak kadar su koyun, yeniden yeteri kadar şeker iláve edin ve suyunu çekinceye kadar kaynatıp sofraya getirin.