Miláttan Önce 4. yüzyılda yaşayan Yunanlı heykeltıraş Lisippos’un eseri olduklarına inanılan ve bugün Venedik’teki meşhur Aziz Marko Kilisesi’nde sergilenen bronzdan yapılmış dört adet at heykeli, bir zamanlar İstanbul’da durur, Bizans’ın şimdi Sultanahmed Meydanı olan Hipodrom’unu süslerdi.
1204’teki Haçlı istilásı sırasında yaşanan büyük yağmada götürülen birçok eser arasında, Fener Patriği Bortolomeos’un birkaç hafta
önce Vatikan’dan geri almayı başardığı kutsal emanetlerle beraber, bu heykeller de vardı. Makamının sahip olduğu ruhani gücün boyutlarını kilisesinden 800 sene önce yağmalanan kutsal emanetleri Vatikan’dan geri almayı başarmakla gösteren 270. Rum Patriği ‘fehhámetlu’ Bartolomeos Efendi’ye şimdi bir başka vazife düşüyor: Heykellerin geri gelmesine öncülük etmek... Haydi bakalım, devlet-Patrik elele, çalınan atlar geriye!..
FENER Rum Patriği Birinci Bartolomeos birkaç hafta önce Vatikan’a gitti, 1204’te İstanbul’u yağmalayan Haçlılar tarafından çalınıp asırlardan buyana Vatikan’da saklanan bazı ‘kutsal emanetleri’ Aziz Petrus Katedrali’nde yapılan dini törenle Papa İkinci John Paul’den teslim aldı ve asıl yerine, yani İstanbul’a getirdi.
Kutsal emanetler, ilk dönem Hristiyan azizlerinden olan Yuannis Hrisostomos ile Teolog Grigoryos’a ait kemikler idiler. Kemikler, Haçlılar’ın yağmasına kadar, yerinde şimdi Fatih Camii’nin bulunduğu Aziz Havariler Kilisesi’nde muhafaza edilmiş, yağmadan sonra önce Venedik’e, oradan da Vatikan’a götürülmüş, Vatikan’da birkaç yüzyıl boyunca değişik kiliselerde kalmış ve 17. yüzyılda Aziz Petrus Katedrali’nde nakledilmişlerdi.
Emanetleri İstanbul’da karşılayanlar arasında Patrikhane mensuplarının yanısıra Kültür Bakanlığı’nın ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin temsilcileri de vardı.
Bütün bu faaliyet, bana 1204’teki yağmada kemiklerle beraber götürülen ama İstanbul’a ait olan ve dolayısıyla burada bulunması gereken son derece önemli başka tarihi eserleri hatırlattı: ‘Quadriga atları’ denen ve şu anda Venedik’teki Aziz Marko Kilisesi’nde teşhir edilen binlerce senelik dört adet at heykelini.
DÖRT ATLI ARABA
Eski Roma’da dört atın çektiği arabalara ‘Quadriga’ denirdi ve dünya sanatının en güzel Quadriga atı örnekleri Bizans’ın, daha doğrusu Doğu Roma’nın başkenti İstanbul’un hipodromunda, yani bugünün Sultanahmed Meydanı’ndaydı. Miláttan Önce 4. yüzyılda yaşayan Yunanlı heykeltıraş Lisippos’un eseri olduklarına inanılan, bronzdan yapılmış olan ve her biri bir mermer sütun üzerinde yükselen dört at heykeli, meydanın güzelliğine güzellik katardı.
Heykeller, Dördüncü Haçlı Seferi’ne kadar, asırlarca Hipodrom’da kaldılar. Avrupa’dan kutsal topraklara, yani Filistin taraflarına gitme bahanesiyle kopan ama yollarda aç kalan Haçlı ordusu, o zamanın Konstantinopolis’ini 1204 Nisan’ında yağma etmekten çekinmedi. Ateşe verilmiş elyazması kitapların dumanları gökyüzünü sararken, kiliselerde altından yapılmış tek bir haç bile kalmamacasına, herşey talan edildi. Şehir yeni kurulan ‘Latin İmparatorluğu’nun başkenti oldu ve İstanbul’un üzerine çöken bu kábus tam 57 sene devam etti. Bizans İmparatoru Sekizinci Mihail Paleolog, şehri 1261’de geri aldığı zaman baştan aşağı yağmalanmış bir Konstantinopolis ile karşılaştı. Haçlılar varsa toparlayıp götürmüşlerdi. Hipodrom’daki heykeller, Hristiyan azizlerinin kemikleri ve Hazreti İsa’ya ait olduğuna inanılan ve bugün Torino’da olan kefen de gidenler arasındaydı.
Ama, Quadriga atlarının macerası bu yağma ile noktalanmadı; atlar için herşey daha yeni başlıyordu ve asırlar boyunca bir memleketten ötekine taşınıp duracaklardı.
Önce, Venedik’teki bir askeri deponun önüne yerleştirildiler; daha sonra Aziz Marko Kilisesi’nin girişinin üzerine kondular ve neredeyse altı asır boyunca burada kaldılar. Derken, 1797’de Venedik’i Avusturya’ya veren Napolyon Bonapart şehirden bir hatıra almak istedi ve atları seçti. Dördünü birden Paris’e götürdü, önce Tuilleries Sarayı’nın girişine koydurdu, sonra da inşa ettirdiği meşhur ‘Zafer Takı’nın üzerine çıkarttı.
AVRUPA’DA TUR ATTILAR
Atlar, Napolyon’dan sonra, 1815’te Venedik’e iade edildiler ve eski yerlerine, kilisenin üzerine yerleştirildiler. Aradan gene seneler geçti, Birinci Dünya Savaşı patladı ve güvenlik altında tutulmaları için Roma’ya taşındılar. Savaştan sonra geri gittilerse de kilisenin tepesindeki ikametleri gene kısa sürdü, İkinci Dünya Savaşı patladı, atlara bu defa Padua yolu göründü ve eski yerlerine, yani Aziz Marko Kilisesi’ne 1945’te dönebildiler.
İmparator Konstantin’in atları yerlerinde durmamaya, dolaşmaya alışmışlardı bir kere... 1990’da tekrar söküldüler ve bu defa kilisenin içine taşındılar. Gerekçe, hava kirliliği yüzünden artık çürümeye başlamış olmalarıydı. Sıkı bir bakımdan geçirilen Quadriga atları bugün Aziz Marko Kilisesi’ndeki salonlardan birinde teşhir ediliyorlar, aynı kilisenin tepesinde ise sahteleri duruyor.
İstanbul’dan kalkıp asırlardan buyana Avrupa’da tur atmakta olan Quadriga atlarının macerası, işte böyle...
PATRİK’İN RUHANİ GÜCÜ
Makamının sahip olduğu ruhani gücün ne boyutlarda olduğunu kilisesinden 800 sene önce yağmalanan kutsal emanetleri Vatikan’dan geri almayı başarmakla gösteren 270. Rum Patriği ‘fehhámetlu’Bartolomeos Efendi’ye şimdi bir başka vazife düşüyor: Quadriga atlarının geri gelmesine öncülük etmek... İsmini ve unvanını İngilizce yazarken ‘Bartholomew, by the Mercy of God, Archbishop of Constantinople, New Rome and Ecumenical Patriarch...’ ifadesini kullanan Patrik Hazretleri bir yerde bu işe soyunmak zorundadır, zira Venedik’teki Quadriga atları, ‘Allah’ın inayetiyle’ patriği olduğu Yeni Roma’ya, yani İstanbul’a aittirler.
BUNDAN bir buçuk ay önce, Fethullah Gülen’in imzasını taşıyan ‘Buhranlar Anaforunda İnsan’ isimli kitabın bir bölümünün İsmet Paşa’nın son başbakanı Şemsettin Günaltay’ın tááá 1915’te yayınladığı ‘Zulmetten Nura’ adlı eseriyle tıpatıp aynı olduğunu yazınca bazı çevrelerden bir hayli tepki almıştım. Derken, Gülen’in yayınevi ‘Fethullah Gülen, sözkonusu iktibasların başında ‘İfadenin Günaltaycası’ demiş ...fakat orijinal nüshadan temize çekme esnasında müstensih tarafından ‘İfadenin Günaltaycası’ kısmı hataen atlanmıştır’ demiş, yani kabahati üzerine almıştı.
İntihal konusu, Milliyet Gazetesi’nde günlerden buyana yayınlanan ‘Fethullah Gülen’le 11 Gün’ başlıklı röportajda da yer aldı. Gülen, röportajın önceki gün yayınlanan kısmında intihal meselesiyle ilgili soruya cevap verirken söze önce ‘mazmunların, mantukların ve mefhumların nesir olarak tecelli etmesi’, ‘şiirdeki tevárüd’, ‘nurlardaki mazmun ve disiplin’ yahut ‘zaruret mikdarı mahzurlu şeylerin mübah olması’ gibisinden bir kavramlar yığınıyla başlıyor ama birdenbire ‘Siz, farkında olmadan onlardaki mazmunu kendi üslubunuzla sunarsınız. ...Sözlerimize, satırlarımıza girmiş mantuklar, mefhumlar olabilir’ deyiveriyordu. Yani, ‘Kafası okuduklarıyla o kadar dolu bir hále gelmiş idi ki, başkalarına ait olan ifadeleri kullanmış olabilirdi’! Gülen, bu sözlerinden sonra yayınevinin açıklamasını da tekrarlıyordu.
Şimdi, sözkonusu intihalle ilgili olarak ortada birbirinin tamamen tersi olan iki açıklama bulunuyor: Açıklamalardan biri ‘Bu iş bizim hatamızdır’ deyip kabahati üstlenen yayınevine, diğeri ise hadisenin bizzat fáiline, yani ‘Farkında olmadan yapmış olabilirim’ diyen Fethullah Gülen’e ait. Dolayısıyla taraflardan biri açıkça doğru söylemiyor ama hangisi?
Ve bu arada, sözkonusu intihal meselesini yazmamın üzerinden haftalar geçmiş olmasına rağmen hakaret ve bazan da tehdit mailleri göndermekten hálá usanmayan málum zeváta küçük bir sualim olacak: Hani nerede sizin hoşgörünüz, diyaloğunuz, vesaireniz? İş zülf-i yáre dokununca bir köşeye mi kaldırıldılar?