1 Ocak 2006
Sarıkamış’ta 1915’te yaşanan facia, birkaç seneden buyana, Aralık ayının son haftasında gündemimizi işgal ediyor ve Allahuekber Dağları’nda düşmana karşı tek kurşun bile atmadan soğuktan can veren 90 bin şehidin hatırasını yádediyoruz. Ancak, konunun üzerinde pek durulmayan bir başka cephesi daha var: Sarıkamış bozgununun bazı gerçeklerinin, özellikle de şehid sayısının abartılması meselesi... Zira, Sarıkamış’ta can veren asker sayısı aslında 90 binin çok altındadır, harekát bozgunla sonuçlanmış olmasına rağmen düzgün şekilde planlanmıştır, askerlerimiz bazı kumandanların kahramanlık hevesleriyle tifüs yüzünden perişan olmuştur ve Sarıkamış ile ilgili bütün bu abartmalar, 1920’li senelerin siyasi gereklerinin neticesidir. İşte, Sarıkamış konusunda bugüne kadar pek dile getirilmemiş olan gerçeklerden bazıları...
BİRKAÇ seneden buyana, Aralık ayının son haftasında gündemimizi 1915’te yaşanan Sarıkamış bozgunu işgal ediyor.
Askeri tarihimizin en hüzünlü bozgunlarından olan ama üzerinde neredeyse 90 seneden beri pek durulmayan, hattá ders kitaplarında bile sadece birkaç satırla geçiştirilen Sarıkamış yenilgisinden şimdi yılın son günlerinde mutlaka bahsediyor ve Allahuekber Dağları’nda düşmana karşı tek kurşun bile atmadan soğuktan can veren 90 bin şehidin hatırasını yádediyoruz. Hadisenin böyle çok uzun bir aradan sonra yeniden hatırlanmasını da tarihçilere değil bir tıp üstadına, kardiyolojinin Türkiye’deki önde gelen ismine, aslen Sarıkamış taraflarından olan Prof. Dr. Bingür Sönmez’e borçluyuz.
Buraya kadar herşey iyi ve güzel, üstelik son derece zarif bir vefa örneği ama konunun üzerinde pek durulmayan bir başka cephesi daha var: Sarıkamış hakkındaki bazı gerçeklerin, özellikle de şehidlerimizin sayılarının abartılması meselesi...
Önce, Sarıkamış ile ilgili olarak, bugüne kadar yazılıp söylenenleri kısaca hatırlatayım:
Sarıkamış, 1876-1877 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Ruslar’ın eline geçmiş ve kasabaya bir Rus garnizonu yerleştirilmiştir.
İSTİFAETTİLER
Birinci Dünya Savaşı’na girmemizden hemen sonra, Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa, Anadolu’nun doğusunu Ruş işgalinden kurtarıp Kafkaslar’a uzanabilmek için Sarıkamış’ı hedef alan bir harekát hazırlar.
Paşa, bazı kurmaylarının ‘ordu hazırlıksız, üstelik kış bastırmak üzere’ gibisinden uyarılarına kulak asmaz, Erzurum’a gidip komutayı üstlenir, 10. Kolordu’nun başına da kendisi gibi ‘sarayın damadı’ olan bir başka askeri, Albay Hafız Hakkı Bey’i getirir ve harekát 1914’ün 22 Aralık’ında başlar. İşin sonunun kötü olacağını düşünen Hasan İzzet Paşa gibi bazı komutanlar, harekáttan hemen önce istifa etmişlerdir.
Savaş plánına göre, üç kolordudan meydana gelen 3. Ordu’nun bir bölümü Allahuekber Dağları’nı yürüyerek aşacak ve Sarıkamış kuşatılacaktır. Ama bazı komutanların kendi başlarına harekete kalkışmaları, Hafız Hakkı Bey’in kaçan Rus birliklerini takip ederek kuşatma hattını genişletmesi ve onbinlerce askeri kışlık elbiseleri olmadan karlarla kaplı Allahuekber Dağları’na tırmandırması büyük feláketi getirir.
Öncü birliklerimiz Sarıkamış’a girmeyi başarmalarına rağmen Ruslar tarafından yokedilirler ama asıl facia dağlarda yaşanır: Ruslar’a karşı henüz tek bir kurşun bile atmamış olan binlerce askerimiz soğuktan donar, binlercesi de tifüsten kırılır. 25 ve 26 Aralık günlerinde vaziyet daha da kötüleşir ve 3 Ocak’ta artık herşeyin bittiğini anlayan Enver Paşa, Albay Hafız Hakkı Bey’i ‘Paşa’ yaparak 3. Ordu’nun başına geçirip Erzurum’a döner. Hakkı Paşa 4 Ocak’ta geri çekilme emri verecek ve Sarıkamış harekátı çok büyük bir hüzünle noktalanacaktır.
EŞSİZBİRSANSÜR
Enver Paşa, İstanbul’a döner dönmez Türkiye’de örneğine bugüne kadar rastlanmamış olan bir sansür uygular ve basında Sarıkamış harekátı ile ilgili olarak tek bir satır haber yahut resim çıkmaz. Türkiye, Sarıkamış’ta nelerin yaşandığını ancak seneler sonra, 1922’de yapılan yayınlar sayesinde öğrenebilecektir.
Tarihimizin en büyük yenilgilerinden birinin öyküsü, kısaca böyle... Ancak, hadisenin bilinen ve anlatılan kısmıyla gerçeği arasında bazı farklar, hattá önemli farklar var ve bu farklardan bazıları, yandaki kutuda madddeler halinde yeralıyor. Sarıkamış faciasının gerçekleri öğrenmek isteyenler için de, ortada bu konuda yapılmış çalışmaların bence en ilginçlerinden biri olan bir kitap var: Dr. Ramazan Balcı’nın doktora tezi olan ‘Tarihin Sarıkamış Duruşması’ isimli eseri.
Son olarak bir hususu hatırlatayım: Bu yazıyı okuyacakların birçoğunun ‘Sarıkamış şehidlerinin ruhlarını muazzep ettiğimi’ düşüneceklerine eminim. Ama unutmayalım: Sarıkamış’la ilgili hakikatlerin ortaya çıkması hem hálá bir belirsizlik bulutu altında uyuyan şehidlerimizin hatıralarını, hem de facianın 90 sene sonra yeniden gündeme gelmesini sağlayan Prof. Dr. Bingür Sönmez’in vefa dolu hareketini daha da yüceltecektir.
Bozgunun günlükleri özel arşivimdedir
HAFIZ Hakkı Paşa, sorumlularından olduğu Sarıkamış faciasını 16. asırda düşmanlarına esir düşen Fransa Kralı Birinci Fransuva’nın ‘Şereften başka herşey mahvoldu’ cümlesiyle özetlemiş ve bozgundan hemen sonra o da can vermişti.
1879’da Manastır’da doğan Hafız Hakkı Paşa, 23 yaşında kurmay yüzbaşı oldu, Balkanlar’daki çetelerle uğraştı, bir ara Viyana’ya askeri ataşe olarak yollandı ve 1914’te henüz yarbay iken Genelkurmay İkinci Başkanlığı’na getirildi.
7 Aralık 1914’te Kafkas Cephesi’ndeki 10. Kolordu’nun kumandanı oldu ve Sarıkamış bozgunundan sonra ‘Paşa’ yapılarak 3. Ordu’nun kumandanlığına tayin edildi. Ancak paşalığı 1.5 ay kadar sürecek, akıbeti Alahuekber Dağları’nda can veren askerlerin akıbetiyle aynı olacak ve tifüse yakalanan Hafız Hakkı Paşa hayata 1915’in 15 Şubat’ında, Erzurum’da veda edecekti.
‘Vicdani’ takma adıyla gazetelere çok sayıda makale yazan, ‘Şanlı Asker’ ve ‘Bozgun’ adında iki de kitabı olan Hafız Hakkı Paşa, Sultan Beşinci Murad’ın torunlarından Behiye Sultan ile evlenmiş ve ‘Dámád-ı Şehriyári’, yani hükümdar damadı olmuştu. Kocasının hatırasına hayatının sonuna kadar sıkı sıkıya bağlı kalan Behiye Sultan, 1924’te Osmanlı Hanedanı’nın bütün mensuplarıyla beraber Türkiye’den sürgüne gönderilecek ve hayata 1940’lı senelerde Kahire’de büyük bir yokluk içerisinde veda edecekti.
Hafız Hakkı Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’na girdiği 1914 Kasım’ından itibaren günlük tutmaya başlamış, özellikle Sarıkamış harekátının bazı günlerini saat saat kaydetmişti. Paşa’nın tifüsten can vermesinden bir ay öncesine, 1915’in 12 Ocak’ına kadar yazdığı günlükler şimdi bende bulunuyorlar, bunları önümüzdeki senelerde yayınlayacağım ve Sarıkamış feláketinin en büyük sorumlularından olan Hakkı Paşa’nın verdiği bilgiler, askeri tarihimizin bu büyük bozgunun üzerindeki sis perdesinin aydınlanmasına yardımcı olacak.
Orduyu tifüs ve sarayın damadı Hafız Hakkı Paşa mahvetti
SARIKAMIŞ’TA 90 BİN ŞEHİD Mİ VERDİK? Hayır, şehid sayısı daha düşüktü ve en fazla 40 bin civarındaydı. Sarıkamış muharebelerine katılan 3. Ordu’nun mevcudu Birinci Dünya Savaşı’nın ilk aylarında 118 bin, muharip asker sayısı da 75 bin kadardı. Donarak can vermelerinden sonra Rus birlikleri tarafından defnedilen Türk askerinin sayısı 23 bindi ve o günlerde askeri kırıp geçiren tifüse kurban gidenlerin adedi bu sayıya iláve edildiği takdirde bile, 90 bine ulaşılması yine de mümkün değildi. ‘Allahuekber Dağları’ndaki 90 bin askerimiz, düşmana tek kurşun bile atamadan donup şehid oldular’ şeklindeki söylentilerin gerisinde, 1920’li yılların siyasi düşünceleri vardı.
HAREKÁT BOŞ BİR HAYAL MİYDİ? Sarıkamış harekátı Türk ve Alman kurmay heyetleri tarafından aslında son derece düzgün şekilde plánlanmıştı. Ancak, başta Hafız Hakkı Paşa olmak üzere bazı komutanların emirlerin dışına çıkarak kendi başlarına kahramanlığa kalkışmaları, bunun ardından ikmal sisteminin çökmesi ve çıkan tifüs salgını dolayısıyla harekát tam bir faciaya dönüştü.
BOZGUNUN ASIL SORUMLUSU KİMDİ? İki büyük sorumlu vardı: Tifüs salgını ve önce 10. Kolordu’nun, daha sonra da 3. Ordu’nun kumandanı olan Hafız Hakkı Paşa. Hastahaneler tifüse yakalanmış onbinlerce askerle dolarken, Hafız Hakkı Paşa’nın kaçan Rus birliklerini takibe kalkışarak cepheyi 100 kilometre kadar genişletmesi ve yorgun askerleri Allahuekber Dağları’na çıkartması bozgunu getirdi.
SARIKAMIŞ’LA İLGİLİ GERÇEKLER NİÇİN ABARTILDI? Kamuoyu, Sarıkamış’ta yaşanan faciadan 1922 yılına kadar haberdar olamadı. Bunda, Enver Paşa’nın bozgundan sonra uyguladığı sansürün yanısıra savaş yıllarındaki irtibat ve haber alma zorluklarının da rolü vardı. Türkiye, Sarıkamış’ta büyük bir dram yaşandığından Şerif Köprülü’nün 1922 yılında yayınladığı bir kitap sayesinde haberdar olabildi. Sarıkamış dramı, kitapta son derece etkileyici bir üslupla anlatılıyordu ama verilen bilgiler gayet abartılıydı ve ‘donarak şehid olan 90 bin asker’ ifadesi de, ilk defa bu tarihte gündeme geldi. Devlet ise, Sarıkamış gerçeklerinin abartılmasına ses çıkartmamak bir yana, abartmaları destekleyici bir yol tuttu ve bu davranışın sebebi de siyasi idi. O dönem, İstiklál Savaşı’nın karanlık günleriydi, sabık başkumandan Enver Paşa, Türkiye’ye dönüp Mustafa Kemal Paşa’nın yerine geçebilmek için Batum’da bekliyor ve Yunanlılar’a karşı savaşan Türk Ordusu’nun uğrayacağı ilk bozgundan sonra Anadolu’ya geçme hazırlıkları yapıyordu. Ankara hükümeti, işte bu yüzden Enver Paşa aleyhinde bir karalama kampanyasına girişmeye mecburdu ve Sarıkamış bozgunuyla ilgili abartmalar da kampanyanın bir parçasıydı. Bunu, Enver Paşa ve arkadaşlarının ‘Bolşevik oldukları’, ‘Ruslar’dan para aldıkları’, hattá ‘erkeklerle kadınların birarada dolaşmasına izin verdikleri’ şeklinde daha başka aleyhte propagandalar takip edecekti.
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2005
"Marmaray" projesi için Yenikapı semtinde devam eden kazılarda şehir tarihinin en önemli keşiflerinden biri yapıldı ve Bizans dönemi İstanbul’unun limanı olan ve bundan 1000 yıl kadar önce yaşanan büyük bir depremde tsunaminin yokettiği "Eleutherion" yeniden ortaya çıktı. Kazılarda, dünya denizcilik tarihinin karanlıkta kalan noktalarını aydınlatacak boyutta öneme sahip ve sağlam durumda altı adet Bizans teknesi ile bir de kadırga bulundu. Ancak, havayla temas etmelerinden birkaç ay sonra toz haline gelecek olan ve ileri bir teknolojiyle korunmaları gereken tekneler, Marmaray projesinin biran önce tamamlanabilmesi için, kazının sorumluluğunu üstlenen Ulaştırma Bakanlığı tarafından daha önce böyle bir çalışma yapmamış olan ve gerekli teknolojiye sahip bulunmayan İstanbul Üniversitesi’ne havale edildi. Üstelik konunun uzmanı olan üniversitelerin ve vakıfların yardım talepleri geri çevrilirken, yabancı uzman hocalara da "konuşma yasağı" getirildi.
İSTANBUL Boğazı’nın iki tarafını raylı tüpgeçitle bağlayacak olan "Marmaray" projesi için Yenikapı semtinde birkaç aydan buyana devam eden kazılarda, Bizans dönemi İstanbul’unun en önemli limanı olan ve bundan 1000 yıl kadar önce yaşanan büyük bir depremden sonra gelen tsunaminin yokettiği "Eleutherion" yeniden ortaya çıktı. Kazılarda, dünya denizcilik tarihinin karanlıkta kalan noktalarını aydınlatacak boyutta öneme sahip ve sağlam durumda altı adet Bizans teknesi bulunurken, hálen toprak altında duran bir adet de kadırganın varlığı belirlendi.
Kazılar, tarihlerde "Theodosius" yahut "Eleutherion Limanı" olarak geçen bölgenin, 989 veya 1010 yılındaki büyük İstanbul depremlerinden birinde Marmara’dan gelen dev dalgaların altında kaldığını ve iç kesimlere ilerleyen deniz sularının çekilirken büyük miktarda toprağı geriye sürükleyerek limanı tamamen örttüğünü gösteriyor. Uzmanlara göre denizin bir kısmı tsunamiden sonra toprakla dolarak karayla birleşiyor ve deprem sırasında limanda demirli bulunan tekneler de toprak altında kalıyorlar.
ÇIPALARDA BULUNDU
Marmaray projesi için yapılan tüpgeçit kazısı, tsunamiye kurban giden limanı 1000 sene aradan sonra yeniden ortaya çıkardı ama kazılarda daha önemli başka şeyler bulundu: Bizans tekneleri... Tekneler, bölgedeki toprağın özelliğinden dolayı son derece sağlam vaziyette kalmışlardı. Bu, dünyanın değişik bölgelerinde bulunan diğer batıklara kıyasla benzerine rastlanmayacak bir durumdu ve bu tekneler sayesinde denizcilik tarihinin "karanlık çağı" olarak bilinen 10. yüzyılın gemi yapım tekniği de aydınlanabilecekti. Kazılarda, o devirlerde elle yapılan, çok değerli bir metá olan ve yine o dönemde "ilk kurtarılacak eşya" kabul edilen gemi çıpalarının da bulunması, tsunaminin bir anda olup bittiğini ve gemicilerin çıpaları toplamaya bile vakit bulamadan toprak altında kaldıklarını gösteriyordu.
Yenikapı’da çıkartılan tekneler ve bulunan liman, İstanbul’un tarihi ile ilgili olarak bugüne kadar yapılan en önemli arkeolojik keşiflerden biri olma özelliğini taşıyor ama işin bir başka, üzücü boyutu daha var: Teknelerin bir anda yokolmaları ihtimali...
Yüzyıllar boyunca su altında kalan ahşap maddeler havayla temas ettikleri anda toz haline geliyorlar, bunun önlenmesi için uzun ve son derece masraflı bir koruma sürecinden geçirilmeleri gerekiyor, ancak Türkiye’de böyle bir teknoloji bulunmuyor. Bizans teknelerinin korunması işi, Marmaray projesinin biran önce tamamlanabilmesi için, bu teknoloji yokluğuna rağmen, kazının sorumluluğunu üstlenen Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı birimler tarafından daha önce böyle bir çalışma yapmamış olan İstanbul Üniversitesi’ne havale edildi. Ağaç konservasyonu, yani koruma konusunda dünyanın en uzman kuruluşu olan Texas Üniversitesi’nin gönüllü yardım talebine ise kulak asılmadı, üstelik oradan gelen uzman hocalara "konuşma yasağı" konuldu. Şimdi ortada ne teknoloji, ne de para var ve dolayısıyla teknelerin akıbeti karanlık!
ÜNİVERSİTE BECEREMEZ
Bu yazıyı hazırlarken, Türkiye Sualtı Arkeolojisi Vakfı’nın Başkanı ve Texas Üniversitesi’ne bağlı Sualtı Arkeolojisi Enstitüsü’nün direktörü Oğuz Aydemir ile konuştum. Aydemir, bulunan teknelerin dünyada bir eşi olmadığını, zira bugüne kadar bu derece temiz ve tam olarak kalmış gemilere rastlanmadığını söyledi ve Ulaştırma Bakanlığı’nın teknelerin konservasyonu ihalesini İstanbul Üniversitesi’ne "teknik şartname olmadan" verdiğini anlattı. Aydemir, "İstanbul Üniversitesi’nde bu tekneleri koruyacak teknoloji yok. Arkeologlarımız daha önce böyle bir iş yapmadılar, tecrübe sahibi değiller. Üstelik, Texas Üniversitesi’nin hocalarından olan Prof. Cemal Pulak gibi bu konuda dünyanın en önde gelen uzmanı da bütün destek talebine rağmen işin dışında tutmaya çalışılıyor" dedi.
ZEUGMA’YA BENZEMESİN
Hatırlarsınız, bundan birkaç sene önce, Gaziantep’te Roma döneminden kalan Zeugma mozaikleri için bir grup meraklı kıyametler kopartmış, dünya basınını ayağa kaldırmış ve iş neticede "Barbar Türkler Roma mirasını tahrip ediyorlar"a dönmüştü...
Anadolu’da daha dünya kadar Zeugma çıkar ama sadece İstanbul’un değil, dünyanın kültür mirası olan ve bu derece temiz durumdaki tekneler toz haline gelecek olurlarsa, benzerlerini Marmara’nın altını üstün getirsek bir daha bulamayız.
Zeugma çığırtkanları, nerelerdesiniz?
İstanbul’un tsunamisi karada balık toplatmıştı
MARMARA, tarihi boyunca durmadan sallandı. Bilinen ilk deprem miláttan sonra 29’da, ayrıntıları kayıtlı ilk deprem ise 1 Şubat 363’te yaşandı.
Bizans kronikleri, her ayrıntısının kayıtlı olduğu 1265 depremine kadar 434, 446, 477, 553, 557, 989, 1010, 1034, 1037 ve 1063 yıllarındaki sarsıntılarda şehrin baştan başa yıkıldığını yazdılar ve bazı tsunamileri de kayda geçirdiler.
İşte, İstanbul’un 15 asırlık deprem macerasında yaşanan tsunamilerin kısa bir kronolojisi:
15 Ağustos 553: İstanbul 40 gün boyunca sallandı ve 554 yılının Temmuz ve Ağustos’u da deprem fırtınasıyla geçti, Yedikule’nin etrafındaki surlar yıkıldı ve Marmara’da patlayan dev dalgalar şehrin iç kısımlarına kadar ilerledi. Aynı günlerde İzmit de sarsıldı ve harabeye döndü.
Ağustos 1265: Sarsıntının merkezi, Marmara Adası’nın çevresiydi. Adadaki dağlardan biri yarıldı, kırılan parça denize düştü, büyük dalgalar meydana geldi ve Marmara’nın sahilleri sular altında kaldı.
17 Temmuz 1296: Sarsıntılar, o yılın Mayıs’ının üçüncü haftasında meydana gelen ay tutulmasından sonra başladı, iki ay devam etti ve en büyük sarsıntı 17 Temmuz akşamı yaşandı. Surlar yıkıldı, evlerle kiliseler yerle bir oldu ve şehrin bazı semtleri dev dalgaların altında kaldı.
17 Ocak 1332: Geceyarısından sonra başlayan sarsıntı evlerin yanısıra şehrin birçok büyük binasını da yerle bir etti ve bir ay kadar sürdü. 12 Şubat akşamı deniz kabardı ve surları yıkarak karanın iç kısımlarına doğru ilerledi.
18 Ekim 1343: Şehir, sabahın erken saatlerinde merkezi Marmara Denizi olan bir depremle sallandı ve güneşin batmasından hemen sonra ikinci büyük sarsıntı geldi. Denizin yükselmesiyle beraber ortaya çıkan dev dalgalar Boğaz’ın iç kısımlarına kadar ilerledi. Karadan içeriye iki kilometre giren dalgalar, tekneleri de iç kısımlara sürükledi, suların çekilmesinden sonra her yer çamur tabakasıyla ve ölü balıklarla kaplandı.
14 Eylül 1509: Artık Osmanlı’ya başkentlik etmekte olan şehir 18 gün devam eden bir áfet yaşadı, 109 cami ile 1070 ev yıkıldı. Kara ve deniz surlarıyla Topkapı Sarayı’nı çeviren duvarlar kısmen çöktü. Galata ile Eminönü taraflarında yer yarıldı, yarıklardan kum fışkırdı ve denizin taşması üzerine Haliç’in her iki yakası da sular altında kaldı. Bu sırada gelen dev dalgalar deniz surlarının büyük kısmını yerle bir etti.
22 Mayıs 1766: İstanbul o gün, tarihinin en büyük deprem serilerinden birini daha yaşadı. Nisan ayında başlayan ve Mayıs’a kadar devam eden sarsıntıların en kuvvetlisi 22 Mayıs’ta meydana geldi ve İzmit’ten Tekirdağ’a kadar uzanan bölge yerle bir oldu. İstanbul’da ve Boğaz’da dev dalgalar oluştu, Galata ile Eminönü tarafları sular altında kaldı, deniz Boğaziçi’nin birçok semtinde karanın iç taraflarına ilerledi, Marmara’daki bazı ıssız adalar yarılarına kadar batarak küçüldüler.
Bu konser kaçırılmaz
TÜRK Müziği’nin en önemli bestecilerinden olan Refik Fersan, 1893 ile 1965 yılları arasında yaşadı. İstanbul’un aristokrat ailelerinden birine mensuptu, Türk Müziği’nde modernleşmenin önde gelen isimlerindendi ve çok büyük bir sanatçıydı.
Refik Bey’in eserleri gerçi her zaman her yerde icra edilmektedir ama bugüne kadar sadece onun parçalarından, üstelik bilinmeyen bestelerinden oluşan bir konser verilmemiştir. Önümüzdeki Salı günü, Cemal Reşit Rey konser salonunda, işte ilk defa böyle bir Refik Fersan konseri var. Programda, büyük bestekárın artık klasik olmuş parçalarının yanısıra bugüne kadar icra edilmemiş bazı eserleri de çalınacak.
Türk Müziği’nin zarif nağmelerine meraklı olanlar, son dönemin en zevkli şeflerinden Ahmet Kadri Rizeli’nin idare edeceği ve birçok kıymetli sanatkárın yanısıra viyolonsel üstadı Uğur Işık’ın da katılacağı bu konseri kaçırmamalılar.
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2005
İstanbul’da, Göztepe Parkı’na cami inşa edilmesi tartışmaları devam ederken bir başka cami konusu daha ortaya çıktı ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olan İstanbul (1) Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nin camiye çevrilmesi yolunda karar aldı. Sarayda hálen açık olan ve serbestçe ibadet edilebilen bir cami bulunmasına rağmen verilen bu kararın uygulanması halinde Osmanlı padişahlarına ait olan ve Türkiye’nin akademik bakımdan en önemli ve değer açısından da en kıymetli elyazmalarıyla minyatür ve hat kolleksiyonları kapının önüne konacak!
GÖZTEPE Parkı’na cami inşa edilmesi tartışmaları devam ederken İstanbul’da sessiz sadasız bir başka cami tartışması yaşanıyor ve Türkiye’nin en zengin elyazması eser merkezlerinin başında gelen Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nin ‘cemaatsiz’ bir cami haline getirilmesine çalışılıyor.
Olay, saray yönetiminin 15. yüzyılda, Fatih Sultan Mehmed zamanında inşa edilen ve bugün kütüphane olarak kullanılan binanın depreme karşı güçlendirilip restore edilmesi amacıyla İstanbul (1) Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na başvurması üzerine ortaya çıktı.
Yasa gereği, sarayda yapılacak her türlü restorasyon için kuruldan izin almak zorunda olan yönetim, Osmanlı hükümdarlarına ait bulunan ve içerisinde Türkiye’nin en kıymetli elyazmalarıyla minyatür ve hat kolleksiyonlarını barındıran kütüphane binasının sağlamlaştırılması için (1) numaralı Koruma Kurulu’na başvurdu. Başvuruda, 17 Ağustos depreminde büyük zarar gören ve yeni bir depreme dayanıksız olduğu belirlenen binanın sağlamlaştırılıp hasarlı çatısıyla üst tonozlarındaki çatlakların tamir edilmesi için izin talep ediliyordu.
Ancak, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olan kuruldan izin yerine tuhaf bir talimat geldi: Saraya gönderilen cevabi yazıda, Topkapı Sarayı’nın müze haline getirildiği 1924 yılından buyana kütüphane olarak kullanılan binanın aslında ‘Ağalar Camii’ olduğu söyleniyor, mekánın boşaltılıp kitapların bir başka yere nakledilmesi ve kütüphanenin eskiden olduğu gibi camiye çevrilmesi isteniyordu.
HER AN ÇÖKEBİLİR
Fatih Sultan Mehmed zamanında inşa edilen ve bugün kütüphane olarak hizmet veren bina, hükümdarların Topkapı Sarayı’nda yaşadıkları 19. yüzyılın ortalarına kadar, padişahın hizmetini gören ‘akağalar’ tarafından cami olarak kullanılmıştı. Bina, Sultan Abdülmecid’in inşaatı 1856’da tamamlanan Dolmabahçe Sarayı’na geçmesi üzerine cemaatsiz kalmış, üstelik 1894’teki İstanbul depreminde büyük zarar görmüştü. Sarayın müze yapıldığı 1924 yılında restore edilerek kütüphane haline getirilmiş ve Topkapı Sarayı’ndaki çeşitli köşklerde bulunan bütün elyazması eserler burada toplanmış ve bina zamanla modern bir ‘nadir eser kütüphanesi’ olmuştu.
Kurulun verdiği kütüphanenin yeniden camiye çevrilmesi yolundaki karar henüz uygulanmadı, daha doğrusu uygulanma imkánı olmadı. Zira, sarayda, asırlardan buyana muhafaza edilen eşsiz elyazmalarının konabileceği ve araştırmacılara ‘kütüphane’ olarak hizmet verebilecek bir başka bina, bulunmuyor. Üstelik bazı tonozları çatlamış olan binadaki kitaplar zaten tehdit altında bulunuyor ve İl Özel İdaresi’nin restorasyon için çıkarttığı tahsisat da kurulun kütüphanenin camiye çevrilmesi kararı yüzünden kullanılamıyor ve onarım başlayamıyor.
SARAYDA CAMİ Mİ YOK?
Topkapı Sarayı Müzesi’nde durup dururken ortaya çıkan cami tartışması, özetle işte böyle... Şimdi, İstanbul (1) Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun 80 yıldan buyana kütüphane olarak kullanılan binayı camiye çevirmeye kalkan üyelerine birkaç sorum olacak:
Belki bilmiyorsunuz ama, Topkapı Sarayı’nda hálen faaliyette olan bir cami vardır: Sofa Camii... Personelden yahut ziyaretçilerden isteyen herkes burada serbestçe ibadet edebilmekte, üstelik sarayda devamlı bir cemaat bulunmadığı için, cami her zaman boş olmaktadır. Böyle bir ibadet mekánı mevcutken, senelerden buyana binlerce elyazmasını barındıran ve bilim adamlarına hizmet veren kütüphanenin tekrar cami haline getirilmesini istemek hangi akla hizmettir?
Elyazmaları, uzun müddet bulundukları mekándan başka yere taşındıkları takdirde, başta hava değişimi ve rutubet olmak üzere çeşitli sebeplerden dolayı zarar görürler. Kural, bu gibi eserlerin bulundukları yerde muhafaza edilmesidir. Türkiye’nin en önemli elyazmalarıyla minyatürlerinin 80 seneden buyana durdukları mekándan çıkartılmaları hálinde uğrayacakları tahribat tarafınızdan acaba düşünülmüş müdür?
Kütüphaneyi camiye çevirme kararında siyasi iktidarın rolü var mıdır?
Kaşıkçı elması ne ise bu kütüphane de odur
KÜLTÜR Bakanlığı’na bağlı olan İstanbul (1) Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun ‘İçerisindeki kitapları alın ve binasını da cami yapın’ diye buyurduğu Topkapı Sarayı Kütüphanesi, Türkiye’deki en kıymetli elyazması eserlerinin saklandığı yerdir ve dünyanın önde gelen yazma merkezlerindendir.
Kütüphanede Fatih’in çocukluk defterlerinden tutun, hükümdarlar için kaleme alınıp cildleri mücevherlerle bezenmiş kitaplara ve tek nüsha olan, eşi-benzeri bulunmayan risalelere kadar değişik dillerde tam 18 bin 500 adet elyazması ve nadir baskı eser vardır. Padişahlar için hazırlanmış olan minyatür albümlerinin ve içlerinde hattat hükümdarların eserlerinin de bulunduğu hat kolleksiyonlarının dünyada bir eşi daha yoktur. Anlayacağınız, Hazine Dairesi’ndeki meşhur ‘Kaşıkçı Elması’ yahut ‘Topkapı Hançeri’ ne ise, saray kütüphanesindeki ‘Siyer-i Nebi’, yani Hazreti Muhammed’in minyatürlü hayat hikáyesi; Şeyh Hamdullah’ın Kur’an’ı, veya Kanuni Süleyman’ın şiirlerinin bulunduğu ‘Divan’ da odur.
Kurulun verdiği karar uyarınca yeni bir yere taşınması gündeme gelen saray kütüphanesinde, işte böylesine mütevazi eserler bulunuyor!
Türkiye’de neyse ki böyle güzel işler de yapılıyor
KÜLTÜR dünyamızda çok şükür Topkapı Sarayı’nda yaşanan cami macerasında olduğu gibi iç karartıcı ve bezdirici hadiselerle değil; umut verici, parlak girişimlerle de karşılaşıyoruz.
Bu girişimlerden birini, Beyoğlu Belediyesi başlattı: Okmeydanı Okçular Tekkesi Projesi...
Projede geçen ‘tekke’ sözü ile kastedilen yerin bildiğimiz tekkelerden yahut dergáhlardan olduğunu zannetmeyin. Burası, eskilerin ‘ahi tekkesi’ dedikleri, yani bir çeşit meslek birliği mekánıydı ve okçular tarafından kullanılmıştı. Fatih Sultan Mehmed’in oğlu İkinci Bayezid zamanında yaşayan ve Türk hat tarihinin en büyük isimlerinden olan Hamdullah da bu tekkede şeyhlik etmiş, yani ‘okçuların piri’ olmuştu.
Beyoğlu Belediyesi, İstanbul’un fethinden hemen sonra kurulan ve geleneksel sporlarımızdan olan okçuluğun önde gelen isimlerinin yetiştiği Okmeydanı’ndaki ‘Okçular Tekkesi’ni ihya etmeye karar verdi ve işi restorasyon ve mimarlık tarihi alanlarında Türkiye’nin en önemli isimlerinden olan Dr. Sinan Genim’e havale etti. Vaktiyle tekkenin bulunduğu alandaki gecekonduların kamulaştırılıp yıkılmasından sonra da kazıya başlandı.
Dr. Sinan Genim’in hazırladığı proje uyarınca tekkenin yanısıra yine orada bulunan bir mescid ile padişahların ok müsabakalarını seyretmeye geldikleri hünkár köşkü kazılarda ortaya çıkan temeller üzerinde inşa edilecek. Hemen ileride bulunan futbol sahası da ok poligonu haline getirilecek ve bu geleneksel sporumuza yeniden hayat verilecek.
Bugüne kadar çok önemli projeleri hayata geçirmiş olan Dr. Sinan Genim’in zevki, tecrübesi ve kurucusu olup yönetim kurulu başkanlığını da yaptığı Türkiye Anıt, Çevre ve Turizm Değerlerini Koruma Vakfı’nın (Taç Vakfı) desteği sayesinde, kültür tarihimizin bu çok önemli mekánı önümüzdeki sene asırlar süren bir aradan sonra yeniden ayağa kalkacak. İstanbul’un bibloyu andıran yapılarından biri, Tophane’deki Birinci Mahmud Çeşmesi de bugünlerde üstad Sinan Bey tarafından restore ediliyor ve restorasyonun tamamlanmasından sonra ortaya çıkacak olan zevk dolu güzelliği hep beraber seyredeceğiz.
Türkiye’de sessiz sadasız da olsa böyle güzel işler yapılıyor ve bu işler sayesinde Topkapı Sarayı’nda yaşananlar gibisinden hadiselerin getirdiği hüzün de hafifliyor.
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2005
Başbakan Tayyip Erdoğan günlerdir devam eden ‘alt kimlik-üst kimlik’ tartışmalarını ‘Bizdeki etnik unsurları birbirine bağlayan, din bağıdır’ sözleriyle daha değişik bir boyuta taşıdı ama, Türkiye’de geçmişte yaşananlar Başbakan’ı pek doğrulamıyor ve ‘din’ kavramının etnik unsurları birbirlerine bağlamak değil, ayırmak maksadıyla da kullanılmış olduğunu gösteriyor. İşte, iki örnek: ‘Din kardeşlerimiz’ olan Araplar’ın 1916’da bize karşı ilán ettikleri cihad sırasında yayınladıkları bildiriler ve 1925’te patlayan Şeyh Said isyanının beyannamesi... Türkiye, her iki belgede de ‘dinden çıkmış olmakla’ itham ediliyor.
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın Yeni Zelanda’da ‘Bizdeki etnik unsurları birbirine bağlayan, din bağıdır’ demesi, günlerden buyana devam eden ‘alt kimlik-üst kimlik’ tartışmalarını daha değişik bir boyuta taşıdı.
Kimlik meselesinin tarafları, Başbakan’ın sözleri üzerine ‘din konusunu bu işe karıştırmak gerekir mi, gerekmez mi?’ gibisinden bir başka tartışmanın içine girdiler ama çok önemli bir soruyu nedense pek sormadılar: ‘Din meselesi bu kadar bağlayıcı ise, biz, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecinde devletin hákim ve en kalabalık unsuru olan Müslümanlar’dan neden kazık yemiştik ve Anadolu’da cumhuriyetin ilk yıllarında çıkan ayaklanmaların bahanesi neden hep ‘din’ olmuştu?’ sorusunu...
HANGİMİZ KÁFİRDİK?
Unutmayalım: İnsanların iç dünyalarına mahsus olan ‘din’ kavramı, tarih boyunca bazı gruplar tarafından başka maksatların vasıtası olmuş, sadece bizde değil, pek çok yerde de siláh olarak kullanılmış ve taraflar birbirlerini ‘dinden çıkmakla’ suçlanmışlardır. Meselá, 1914’te dünya savaşına girmemizden hemen sonra zamanın hükümdarı Sultan Reşad ‘mukaddes cihad’ ilán etmiş, cihad fetvalarıyla dünyanın dört bir tarafındaki din kardeşlerimizi sancağımızın altında toplanmaya çağırmış ama destekle değil, ihanetle karşılaşmıştık. İngiltere’den gelen altınları Sultan-Halife’nin davetine tercih eden Mekke Şerifi Hüseyin cihad fetvamıza ‘káfir’ olduğumuzu söyleyen karşı fetvalarla ve beyannamelerle cevap verip Arap dünyasını ayaklandırınca, asırlar boyu hákimi olduğumuz Ortadoğu elimizden çıkmış ve İslám beldeleri onbinlerce Anadolu evládının kanıyla boyanmıştı.
Medine’yi ve özellikle de Hazreti Muhammed’in türbesini müdafaa uğruna yiyecek tek bir lokma ekmeği bile kalmamış olan askerlerine ‘çekirgenin nasıl pişirileceğini’ öğreten emirnameler yayınlayan, birliklerine örnek olmak için ilk çekirgeyi bizzat yiyen ve Medine’yi gözyaşlarıyla terke mecbur kalan Fahreddin Paşa’yı bu duruma düşürenler Hristiyanlar yahut başka bir dine bağlı olan askerler değil, bizimle aynı dine mensup olanlardı.
MARMARA’DAN IRAK’A
Üstelik, İstiklál Savaşı yıllarında Anadolu’da yaşanan ayrılıkçı hareketlerin, meselá Marmara’nın güneyinde yahut Irak sınırında girişilen maceraların kahramanları da hep aynı dinin mensubuydular, yani Müslüman idiler. Cumhuriyetin ilánından sonra yaşanan ve Musul üzerindeki haklarımıza ebediyyen veda etmemizle neticelenen ayaklanmanın mimarı olan Şeyh Said bir Nakşibendi şeyhiydi, üstelik ‘din uğruna’ isyan ettiğini söylemişti.
Bu sayfada, dinin Tayyip Bey’i yalanlarcasına Türkiye’de bölünmelere ve kopmalara álet edilmesiyle ilgili iki hadisenin belgeleri yeralıyor: ‘Din kardeşlerimiz’ olan Araplar’ın bize karşı açtıkları cihadın bildirileriyle Şeyh Said isyanının beyannamesi...
Ve bu arada, aklıma takılan bir soru: Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ‘Bizdeki etnik unsurları birbirine bağlayan, din bağıdır’ sözlerini Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde söylemesi acaba tarihin bir cilvesi midir dersiniz? Zira, ‘Christchurch’, málumunuz ‘İsa’nın Kilisesi’ demektir de...
Din kardeşlerimiz, bu iki bildiriyle onbinlerce askerimizi şehid etmişlerdi
MEKKE Şerifi Hüseyin bin Ali’nin Birinci Dünya Savaşı yıllarında bize karşı ilán ettiği cihad, dinin etnik unsurları birbirine bağlayan bir bağ olmadığının ve gerektiğinde bunun tam aksine kullanılabileceğinin güzel bir kanıtıdır.
Birinci Dünya Savaşı’na girmemizden hemen sonra, zamanın hükümdarı Sultan Reşad, 1914’ün 14 Kasım’ında ‘cihad’ ilán etmiş ve İslam dünyasını yanımızda savaşmaya çağırmıştı.
O dönemde Arap yarımadasının güçlü adamı olan ve İngiltere’nin desteğiyle bağımsızlık hazırlıkları içerisinde bulunan Mekke Şerifi Hüseyin, cihad ilánımıza karşı cihadla karşılık verdi. 1916’nın 26 Haziran’ında bağımsızlık bildirisi yayınladı, Osmanlı Devleti’ni ‘dinden çıkmakla’ suçladı ve ‘Türkler, Kábe’yi bile bombaladılar’ yalanını ortaya attı. Aynı senenin 10 Eylül’ünde bir başka bildiri neşretti ve ‘İslam dünyasındaki bütün kardeşlerimi bu yıkıcı, bozguncu, aptal ve alçak kişilere -yáni, bizlere- itaat etmemeye çağırıyorum’ dedi.
İşte, Şerif Hüseyin’in bildirilerinin bazı bölümleri:
26 HAZİRAN 1916 TARİHLİ BİLDİRİ: ‘...İttihadçılar, yaptıklarıyla yetinmeyerek Allah’ın kitabını da tahrif etmeye kalkıştılar. İstanbul’da yayınlanan ‘İçtihad’ gazetesi sultanın, sadrazamın, şeyhülislámın, vezirlerin ve parlamanterlerin gözleri önünde peygamberimize hakaret etmekten çekinmedi. Kur’an’ın áyetlerini, özellikle miras hukukuyla ilgili hükümlerini bozmaya cesaret etti.
Yaptıklarını káfi görmeyen İttihadçılar, İslam’ın beş şartından biri olan oruç tutmayı da ortadan kaldırmak istediler. Mekke’de, Medine’de ve Şam’da bulunan askerlere Ramazan ayında oruç tutmamaları emredildi. Bütün Müslümanların yanısıra yabancılar da bu durumun şahididirler.
...Mekkeliler’in hayatlarına ve şereflerine karşı yapılan saldırıları protesto maksadıyla düzenledikleri bir gösteride, İttihadçı bir kumandanın emriyle halkın üzerine ve Kábe’ye top ateşi açıldı. Kutsal Hacer-i Esved’in bir ve üç metre ilerisine iki mermi düştü. Kábe’nin örtüsü, bu mermiler yüzünden alev aldı. Vaziyeti gören halk ateşi söndürmek için Kábe’nin üzerine tırmanmaya çalıştığı sırada askerler topları yeniden ateşlediler ve masum halktan birçok kişi şehid oldu. Halk günler boyu Harem-i Şerif’e giremedi ve Kábe’de namaz kılınamadı.
Hicaz halkı işte bu gibi sebeplerle ve İslam’ın geleceğini böyle kişilerin ellerine bırakmamak düşüncesiyle artık bağımsızlığını ilán etmeye karar vermiştir. Gücünü imanından ve kahramanlığından alan halkımız, yeni kahramanlıklarını tarihin sayfalarına altınla nakşedecektir! 26 Haziran 1916’
10 EYLÜL 1916 TARİHLİ BİLDİRİ: ‘...İktidarda bulunan İttihad ve Terakki, savaş bahanesiyle halkın üzerindeki baskılarını daha da arttırdı ve koskoca imparatorluk bu diktatörlerin şeytani emellerine álet edildi.
İttihadçılar’ın liderlerinden olan Cemal Paşa, Şam’da canının istediği kişiyi asıyor yahut vurduruyor. Orada açtığı bir gece kulübünde Şam’ın önde gelen ailelerinin kızlarını hizmetkár gibi kullandırıyor. Skandallarla dolu bu içkili umumhanede toplu seks partileri düzenleniyor ve Paşa subaylarına kendisine refakat etmelerini emrediyor. Verilen demeçlerde dini ve milli duygularımıza hakaretler ediliyor. Cemal Paşa’nın bu davranışları İslam dinine, Türk ve Arap ádetlerine saygısızlığın tam bir örneğini oluşturuyor.
İşte bu yüzden, İslam dünyasındaki bütün kardeşlerimi bu yıkıcı, bozguncu, aptal ve alçak kişilere itaat etmemeye çağırıyorum. Allah’a itaat etmeyenlere itaat edilmez! 10 Eylül 1916’
Başbakan’a 80 yıllık tekzip: Şeyh Said, isyan bayrağını dini bahanelerle açmıştı
GÜNEYDOĞU Anadolu’da 1925 ilkbaharında patlayan Şeyh Said ayaklanması sırasında yayınlanan isyan bildirileri, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ‘Bizdeki etnik unsurları birbirine bağlayan, din bağıdır’ açıklamasını 80 sene öncesinden tekzip ediyor.
Ayaklanma sırasında doğu bölgelerinde dağıtılan bildirinin bazı bölümlerini, günümüz Türkçesi ile naklediyorum:
‘Din yolunda şehid düşen, namus için can veren ve aşiretinin şerefi uğrunda kan döken şanlı dedelerimizin mukaddes ruhları göklerden size bakıyor. Emanet ve yadigár olarak terkettikleri Allah’ın kitabını, Muhammed’in şeriatını yakan Ankara mürtedlerine ve onların icra vasıtası olan hükümet memurlarına karşı ne yapacağınızı görmek istiyorlar.
...Milli namus ve dinin kutsal kabul ettikleri uğrunda tüfeğe sarılarak çarpışanları takdir; hayatını muhafaza için fişekliğini belinden açan, tüfeğini Türk’e teslim eden, karısını zorla boşamaya ...rıza gösteren ve hudud haricine çekildiği halde içerideki millettaşlarının imdadına koşmayan haysiyetsiz ve mayası kötü olanları da lánetliyorlar.
...Sağda-solda kanlı çarpışmalar devam ediyor, hükümet sizden saklıyor. Hiç beklemeyin, birbirinizle haberleşerek civarınızdaki askerleri teslim alın. Arslan gibi harbeden Kürt kardeşlerinizin imdadına yetişin. Lázistan, aylardan beri kan ve ateş içindedir. Dindar Türk neferleri din kardeşlerine kurşun atmıyor, teslim oluyorlar. Dinine bağlı Türk ahalisi, fikren ve kalben sizinle beraberdir.
...Zaptedeceğiniz Türk topları, Türk tüfenkleri, Türk mühimmatı, size káfidir. Rehberiniz Muhammed, yardımcınız Allah’tır. Kuvvetiniz, hükümet kuvvetinin kat kat üstündedir. Cesaretiniz ve yiğitliğiniz, bütün dünyada bilinmektedir. Gafletten kurtulun, elele vererek mukaddesatınızı kurtarın, ...kurtaracağınız İslámi mukaddesat ve milli haklar ile peygamberin ruhunu ve ...dedelerinizin ruhlarını şádedecek, onların soyundan gelmiş olduğunuzu isbat etmiş olacaksınız.’
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2005
Sakıp Sabancı Müzesi’nde açılan ‘Picasso İstanbul’da’ sergisi, bana 1950’li yılların önemli bir siyasi polisinden bundan yıllarca önce dinlediğim bir hadiseyi hatırlattı: Türkiye Komünist Partisi’nin bazı önde gelenlerinin 1940’lı senelerin sonunda Picasso’dan gelirini parti işlerinde harcamak maksadıyla aldıkları bir tabloyu kendi mallarıymış gibi satıp parasını ceplerine indirmeleri meselesini... Hálen hayatta olan eski tüfekler bu tablo meselesi hakkında lutfedip konuştukları takdirde, sayelerinde hem TKP tarihinin sırlarından biri aydınlanmış, hem de cebellezi edilen tablonun Picasso’nun hangi eseri olduğu ortaya çıkmış olur.
SAKIP Sabancı Müzesi’nde açılan ‘Picasso İstanbul’da’ sergisi sayesinde, haftalardır Picasso ile yatıp kalkar olduk.
Ressamın günlük hayatımızın böyle birdenbire gayet önemli bir parçası olması, tablolarından birinin bizimle bağlantısı hakkında bana bundan yıllarca önce dinlediğim bir hadiseyi hatırlattı: 1940’lı senelerin sonunda TKP’nin, yani Türkiye Komünist Partisi’nin bazı önde gelenlerinin Picasso’dan gelirini parti işlerinde harcamak maksadıyla hediye olarak aldıkları bir tabloyu daha sonra kendi mallarıymış gibi satıp parasını ceplerine indirmeleri konusunu...
İşte, tablo meselesinin ayrıntıları:
Pablo Picasso, ilk gençlik yıllarından itibaren komünizme meyillidir ama ressamı derinden en fazla etkileyen hadise, anavatanı İspanya’da yaşanan içsavaş sırasında Alman uçaklarının 1937’nin 26 Nisan’ında faşist karşıtı güçlerin üslendiği Guernica şehrini bombalamalarıdır. Guernica’nın bombalanması, dünya tarihinde sivil halka karşı yapılan ilk hava saldırısıdır ve saldırıda direnişçilerin yanısıra sivil halktan da binlerce kişi can vermiştir. Picasso, bombardımandan sonra vahşeti anlatmak maksadıyla şehirle aynı ismi taşıyan meşhur tablosunu yapacak, ‘Guernica’ ressamın en önemli eseri kabul edilecek, Picasso ise komünizme daha da yakınlaşacaktır.
PARTİNİNREKLAMI
İkinci Dünya Savaşı yıllarını Fransa’da geçiren Picasso, 1944 Ekim’inde Fransız Komünist Partisi’ne üye olur. Fransız kültür hayatının çok önemli isimlerini bünyesinde zaten barındıran parti, Picasso’nun da katılmasıyla hem bol reklám imkánına kavuşmuş, hem de daha fazla gelir sahibi olmuştur. Zira, o yıllarda şöhretinin zirvesinde olan ve hemen her tablosundan servet kazanan Picasso, partiyi parasıyla da desteklemekte, bazı tablolarının gelirini yoldaşlarına bırakmakta, hattá yeni yaptığı eserlerini bile partiye verip ‘Satın ve parasını örgüt işinde kullanın’ demektedir.
O dönem, Picasso’nun solculuğunun hızlı günleridir. ‘Barış toplantıları’nın sembolü olması için meşhur güvercinlerini çizmekte ve afişler hazırlamaktadır. Ama, 1953’te bir yol kazasına uğrar; Sovyet diktatörü Stalin’in ölümünden hemen sonra partinin gazetesinde yayınlanmak üzere çizdiği Stalin resmi Fransız komünistlerini kızdırır, resmin ‘liderin iç dünyasını yansıtmadığı’ iddia edilip ‘fazla burjuva’ bulunur, üstelik parti 1953’ün 18 Mart’ında ‘resmi onaylamadığını’ açıklar ama Picasso ne komünistlikten vazgeçer, ne yoldaşlarına kırılır!
TÜRKMİSAFİRLER
Ressamın bu hızlı günlerinde, yani 1940’ların sonunda Türkiye Komünist Partisi’nden bir grup, ressamı ziyarete gider ve ‘Aman yoldaş, bize de yardım et’ derler. Türkiye’de zaten yasadışı olduklarını söyler, her türlü faaliyeti sürgünde yapmak zorunda olduklarını anlatır, Moskova’dan buna rağmen kendilerine doğru dürüst bir para verilmediğinden yakınır ve ressamdan partiye maddi yardım talep ederler.
Picasso, Türkiye’yi yıllar öncesinden bir fotoğraf sayesinde zaten bilmektedir: İmparatorluk dönemi Türkiyesi’nin önde gelen fotoğrafçılarından olan Pascal Sebah’ın o günlerde Osmanlı Devleti’nin sınırları içerisinde bulunan Kuzey Afrika’da çektiği bir yerli kadın grubunun fotoğrafından etkilenmiş ve fotoğrafın havasını bazı çizimlerinde kullanmıştır. Dolayısıyla seneler önce ilham aldığı Türkiye’nin komünistlerine yardım etmek ister, iyi para edecek tablolarından birini TKP’lilere verip ‘Bunu alın, götürüp satın ve parasını da parti işlerinizde kullanın’ der.
Ve, kısa bir müddet sonra TKP’nin üst yönetimindekiler birbirlerine girerler: Picasso’nun tablosu ortadan kaybolmuş, daha doğrusu satılmış, üstelik iyi bir mebláğa gitmiş ama para partinin kasasına değil, resmi satan yoldaşın cebine inmiştir. Yoldaşlar birbirlerini artık ‘revizyonist’, ‘dönek’ yahut ‘emperyalist’ olmakla değil, ‘hırsızlıkla’ suçlamaktadırlar!
TKP’nin sürgündeki yönetiminde yaşanan bu tablo kavgası Türkiye’deki komünistlerin, dolayısıyla aldıkları nefesi bile takip etmekle görevli olan polisin de kulağına gider ve resmin akıbeti İstanbul’da da soruşturulur. O zamanın Emniyet Müdürlüğü olan Sirkeci’deki Sansaryan Hanı’nda misafir edilen TKP’liler tablo konusunda da sıkıştırılırlar ama bir netice çıkmaz. Picasso’nun devrim aşkına bağışladığı tabloyu satan yoldaşın ismi ‘kol kırılır, yen içinde kalır’ misáli, üst düzeydeki diğer yoldaşların arasında sır olarak kalmıştır.
HAYDİKONUŞUN
Ben, Pablo Picasso’nun bu tablo macerasını sıkı bir kitap meraklısı olan rahmetli Adnan Kınay’dan öğrendim. Adnan Bey, emekli bir emniyet müdürüydü, uzun seneler siyasi poliste çalışmış ve 50’li senelerden itibaren başta Názım Hikmet ve annesi Celile Hanım olmak üzere, o devirde netámeli sayılanları adım adım takip etmişti. Emekli olmasından yıllar sonra bana eski günlerde yaşadıklarını anlatmış, hattá takiplerde kullandığı ve içerisinde çizimlerin de yeraldığı not defterlerini de vermiş ve hatıralarını bundan senelerce önce o zaman çalıştığım Milliyet’te ‘Karakolda Ayna Var’ başlığı altında birkaç günlük bir dizi halinde yayınlamıştım. Bu tablo bahsi, Adnan Bey’in ‘İşin aslını bir türlü öğrenemedik’ dediği konulardan biriydi.
Eski tüfeklerden hálen hayatta olanlar, tablo meselesini bütün ayrıntılarıyla biliyorlardır, buna eminim. Lutfedip konuştukları takdirde, sayelerinde hem TKP tarihinin sırlarından biri aydınlanmış, hem de cebellezi edilen tablonun Picasso’nun hangi eseri olduğu ortaya çıkmış olur.
Ses getiren serginin sessiz kahramanı
‘PICASSO İstanbul’da’ sergisiyle ilgili olarak basınımızda günlerden buyana haberler çıkıyor ve sergi sayesinde rahmetli Sakıp Sabancı’nın en büyük hayalinin, yani Picasso’nun eserlerinin İstanbul’a gelmesi rüyasının gerçek olduğu söyleniyor.
Gayet doğru! Sergi sadece bizde değil, dışarıda da bir hayli ses getirdi ve Türkiye, Sabancı Holding’in organizasyonu sayesinde ilk defa bu derece önemli bir sanat olayına evsahipliği etti.
Ama bence, organizasyonun asıl kahramanına láyık olduğu ilgiyi pek göstermedik: Dr. Nazan Ölçer’e...
Şimdi Sabancı Müzesi’nin başında bulunan Nazan Ölçer, Türkiye’nin ilk ve en önemli Türkologlarından birinin, Prof. Ahmed Caferoğlu’nun kızıdır. Geçen yıl emekli olmasına kadar seneler boyu Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin müdürlüğünü yapmış, Süleymaniye’de enkazı andıran taş bir mekánda bulunan müzeyi restore ettirdiği Sultanahmet’teki İbrahim Paşa Sarayı’na taşıyıp dünya standartlarına getirmiş, müze 1984’te Avrupa Konseyi tarafından ‘yılın müzesi’, Nazan Ölçer de 1988’de ‘yılın müzecisi’ seçilmiştir ve her iki ödül de Türkiye’ye ilk defa onun sayesinde gelmiştir.
Nazan Ölçer, devlet memurlarına 60 yaş sınırı getirilmesinden sonra, geçen sene emekliye ayrılmak zorunda kaldı. Ama emekliliğinden birkaç gün sonra Sabancı grubu tarafından kapıldı ve müze ona emanet edildi.
Sanat etkinlikleri tarihimizin en fazla ses getiren olayı olan ‘Picasso İstanbul’da’ sergisi, bir yerde Nazan Ölçer’in uzun yıllara dayanan kişisel ilişkilerinin ve dostluklarının eseridir. Zira, böylesine önemli bir sergi, taleplerin ve yazışmaların yanısıra şahsi dostluklar da gerektirir ve serginin düzenlenmesinde Nazan Ölçer’in dostluklarının, ilişkilerinin ve girişimciliğinin büyük rolü vardır.
Bülent Ecevit’in Hint şairi Tagore’dan yaptığı tercümede ‘Lambaya aydınlığı için teşekkür et ama karanlıkta durarak ışığı tutan eli unutma’ diye çok güzel bir cümle geçer ve Picasso sergisinin gerisinde duran zarif ve becerikli el, sevgili Nazan Ölçer’e aittir.
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2005
Türkiye’nin gündemini haftalardır işgal eden ‘rüya mektubu’ konusuyla ilgili olarak yorum üstüne yorum yapılıyor ama söylenenler ‘Bir rüya nasıl olur da devletin resmi yazışmalarına girer?’ çerçevesinde sınırlı kalıyor ve hiç kimse ‘Başbakan’a mektup yazıp rüyasını anlatan kişinin aklından zoru yoksa, işin içinde başka birşey aramak lázımdır’ diye düşünmüyor. Ben, yapılan yorumları görünce son zamanların ‘filánca meselenin gizli kodlarını çözmek’ modasına uyayım ve rüya meselesine üzerinde pek durulmayan bir açıdan yaklaşayım dedim. İşte, işin esası: Tasavvufta ve tarikatlerde rüya ile gerçek hayat arasında bir fark yoktur, rüya günlük hayatın bir devamıdır ve dolayısıyla da málum mektupta yazılanlar tasavvuf ve tarikat erbábına göre sıradan ve olağan bir iştir!
GÜNLERDİR bir ‘rüya’ tartışmasının içerisindeyiz. Hadise málum; İsmail Tuncay Uslu adında bir zát, Başbakan Tayyip Erdoğan’a mektup yazıp 1980’de vefat eden Nakşibendi şeyhi Mehmet Zahit Kotku’yu rüyasında gördüğünü ve şeyh efendinin kendisine üniversitelerle ilgili bazı talimatlar verdiğini söyledi ve başbakanlık mektubu YÖK’e gönderince kıyamet koptu.
Bu rüya meselesi Kámuran Zeren’in hadiseyi Hürriyet’te duyurmasından buyana günlerdir tartışılıyor, hakkında yorum üstüne yorum yapılıyor ama bütün söylenenler ‘Bir rüya nasıl olur da devletin resmi yazışmalarına girer?’ çerçevesinde sınırlı kalıyor. Hiç kimse ‘Başbakan’a mektup yazıp rüyasını anlatan kişinin aklından zoru yoksa, işin içinde başka birşey aramak lázımdır’ diye düşünmüyor.
AŞAMA ÖLÇÜSÜ
Hani son zamanlarda sık kullanılır olan ‘filánca meselenin gizli kodlarını çözmek’ gibisinden bir söz var ya; işte ben de bu modaya uyup rüya meselesine üzerinde pek durulmayan bir açıdan yaklaşayım ve hadisenin kodlarını çözmeye çalışayım dedim:
Turgut Özal’ın başbakanlığından itibaren kurulan bazı hükümetlerin tasavvuf merkezleriyle, tarikatlerle, özellikle de Nakşibendilikle bağlantısı; birçok bakanın bu tarikate mensubiyeti ve Nakşi şeyhleriyle büyüklerinden feyzalmış oldukları hepimizin málumudur. Dolayısıyla, rüya meselesinin de bu doğrultuda yorumlanması gerekir.
En basit şekilde ifadeye çalışarak söyleyeyim: Tasavvufta ‘menám’ denilen rüya hayal değildir, maddi hayatın devamıdır. Maddi álemde yani günlük hayatta yaşananlar gibi, rüya áleminde karşılaşılan olaylar da gerçektir ama bazen semboller şeklinde belirir ve bu sembollerin ilk aşamalarda bir ‘mürşid’ tarafından izahı gerekir.
Tarikate yeni girmiş olanlardan bir yandan şeyh efendinin verdiği vazifeleri, meselá devamlı olarak Allah’ı anmak, gönülden dünyevi işleri çıkarmak ve zikretmek gibi görevleri yerine getirmeleri; bir yandan da görecekleri rüyaları şeyhe yahut diğer mürşide anlatmaları istenir. Zira rüya, bazı tarikatlere göre kişinin iç áleminin aynası ve ‘sálik’in, yani tarikate henüz adım atmış olanın yeteneğinin ölçüsü kabul edilir ve o kişinin tarikat ve tasavvuf yolunda katettiği aşamalar, gördüğü rüyalarla değerlendirilir.
Önemli konularda mesaj veren ve içerisinde gelecekle ilgili kuvvetli tahminler bulunan rüyalara ‘sádık rüyalar’ denir ve bu rüyalar manevi álemde yüksek makamlara ulaşmış kişilere mahsustur. Böyle bir rüya gören ve gördükleri şeyhi tarafından değerlendirilip doğruluğu tasdik edilen kişi, tarikatte artık belli bir mertebeye ulaşmaya başlamış demektir.
YORUMCUŞEYHLER
Türk tasavvufunun önde gelenleri tarafından kurulan tarikatlerde de rüyalara ve yorumlarına büyük önem verilmiş, ‘máná áleminde’ yaşananlar tarikat mensubunun maddi álemdeki ilerlemesinin ölçüsü olarak değerlendirilmiştir. Nakşibendilik de bu usulü uygulayan tarikatlerdendir ve tarikatin kurucusu olan, 1318’de Buhara’da doğan ve 1389’da yine orada vefat eden Muhammed Baháüddin-i Nakşıbend, tasavvufun yanısıra rüya bahsinin de önde gelen isimlerindendir.
Nakşibendilerde zikir birarada ve açık şekilde değil, sessiz ve gizli biçimde yapılır. Tarikat mensubu, tek başına ve özellikle gece geç vakitte, şeyhinin tavsiye ettiği duaları okur ve Allah’ın isimlerini zikreder; bu sırada kıyamet, mahşer ve sorgu melekleri gibi kavramları hayal ederken şeyhin yüzünü iki kaşının arasında görmeye çalışır, yani ‘rábıta’ yapar. Zikir sonrasında göreceği rüyalar ise, katettiği mesafenin ölçüsüdür.
RÜYADAKİ HAYAT
Tarikat mensubunun derecesi yükseldikçe maddi hayatı rüyalarda da devam eder, yani şeyhiyle yahut daha ileri derecedeki kişilerle rüyasında görüşür, çok daha yüksek mertebeye çıkan ama artık hayatta bulunmayan zátlarla bile birarada olma şerefine erişir, onlardan tavsiyeler ve talimatlar alır. Bu tavsiyelerle talimatlar tarikatler dünyasında ve dolayısıyla Nakşibendilikte hayal değil gerçektir ve tarikat mensuplarının maddi álemde yüzyüze konuşmalarıyla rüya álemindeki sohbetleri arasında hiçbir fark yoktur. Hele rüya kendiliğinden değil, bilinçli bir şekilde görülmüşse, daha da bir gerçektir!
İşte, son günlerde tartışma konusu olan rüya meselesinin esası da burada... İsmail Tuncay Uslu’nun Başbakan Tayyip Erdoğan’a yazdığı ve Nakşi Şeyhi Mehmet Zahit Kotku’nun ‘talimatlarını’ naklettiği mektup, tasavvuf ve tarikat düşüncesine göre değerlendirildiği takdirde ortaya böyle bir sonuç çıkıyor: Rüya meselesinin, konunun erbábı arasında gayet normal ve sıradan bir hadise olduğu...
Ben, rüya meselesinin ‘gizli kodlarını’ işte böyle yorumluyorum ama bir hususu da bir türlü halledemiyorum: Başbakan’a yazılan rüya mektubunun resmi bir yazıyla YÖK’e havale edilmesinin sebebini...
Mektubu YÖK’e gönderen başbakanlık görevlisi isimleri karıştırmış ve YÖK Başkanı Prof. Erdoğan Teziç’i de biryerlere mensup zannetmiş olmasın, ne dersiniz?
Biz, imparatorluğu bile rüya ile kurmuştuk
RÜYALAR devlet geleneğimizde eski dönemlerde önemli yer tutmuş ve rüyalardan siyasi maksatlarla da medet umulmuştu.
Meselá, Hazreti Muhammed’in yakınlarından olan Eyüpsultan’ın İstanbul’da kayıp olan kabri Fatih Sultan Mehmed’in hocası Akşemseddin tarafından rüya vasıtasıyla bulunacak ve fethin meşruiyet gerekçelerinden biri kabul edilecekti. Evliya Çelebi, meşhur ‘Seyahatnáme’sini rüyasında Hazreti Muhammed’i görmesi üzerine kaleme aldığını yazacak, bu işe son derece meraklı olan Üçüncü Murad da gördüğü rüyaları şimdi Topkapı Sarayı’nda muhafaza edilen bir kitapta biraraya getirecekti.
Aşağıda, Osmanlı Tarihi’ne geçen bazı ilginç rüyalar yeralıyor:
OSMAN GAZİ’NİN RÜYASI: Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu anlatan ilk eserlerden olan Áşıkpaşazáde Tarihi’nde, Osman Gazi ile kayınpederi Şeyh Edebali’nin arasında geçen bir rüya meselesinden bahsedilir. Bu rüya konusu, sonraki asırlarda Osmanlı Devleti’nin kuruluş öyküsü olarak anlatılacaktır.
Osman Gazi, henüz devletin temellerinin atılmadığı yıllarda bir gece rüyasında Şeyh Edebali’nin göğsünden bir ayın doğmakta olduğunu görür. Ay tamamen doğar, sonra hareket eder ve gidip Osman Gazi’nin koynuna girer ve Osman Gazi, o anda kendi göbeğinden bir ağacın yükseldiğini farkeder. Ağaç öylesine uludur ki gölgesi álemi tutmakta, altından dağlar yükselmekte ve dağların dibinde sular çağlamaktadır. İnsanlar sulardan içmekte, bahçelerini sulamakta ve çeşmeler bu kaynaktan akmaktadır.
Şeyhinin yanına koşan Osman Gazi, rüyasını anlatır. Edebali ‘Müjde oğul, müjde!’ diye haykırır. ‘Allah sana ve nesline padişahlık verdi, mubarek olsun! Kızım Mál Hatun da artık senin helálindir. Neslinizden gelecek olan çocuklar dünyaya hákim olacaklar’ der ve kızını hemen Osman Gazi’ye nikáhlar.
ABDÜLHAMİD’İN FATİH RÜYASI: İstanbul’un Fatih semtini 1800’lü yılların sonunda sel basar ve semt sakinleri arasında bir dedikodu çıkar: Fatih Sultan Mehmed gece rüyalarına girmiş, ‘Boğuluyorum, beni kurtarın’ demiştir.
Söylentilerden haberdar olan zamanın hükümdarı Sultan Abdülhamid, itfaiye kumandanı Mehmed Paşa ile Sultan Abdüláziz’in damadı Şerif Paşa’ya vazife verir: Türbeye gidecek, mezarı açıp cenazeyi kontrol edecek, rüyanın doğru olup olmadığını araştıracaklardır. Hükümdar, paşalara göreceklerini hiçbir yerde söylemeyeceklerine dair sıkı sıkı yemin de ettirir.
Paşalar türbeye gider, sandukayı kaldırıp mezarı kazarlar ama ortada Fatih’in cesedinden eser yoktur. Derken, önlerine demir bir kapak ve taş bir merdiven çıkar. Lámba alıp merdivenden iner ve bu defa bir dehlizle karşılaşırlar. Korkmadan dehlize dalar, metrelerce yürür ve ufak bir salona gelirler. Ortada musalla taşını andıran bir mermer, mermerin üzerinde de bir tabut durmaktadır. Tabutu açar ve içinde bir mumya bulurlar: Fatih’in mumyasını. Mumya bozulmamıştır ve yüzü eski resimlerindeki gibidir.
Dua eden paşalar tabutu kapayıp hayattaki bir hükümdarın huzurundan ayrılırcasına adımlarını geriye doğru atarak uzaklaşırlar. Yukarıya çıkar, sandukayı yerleştirir ve saraya gidip gördüklerini Abdülhamid’e anlatırlar. Padişah, sellerin Fatih’in cenazesine zarar vermemiş olmasından memnuniyet duyar ve Paşalar’a yeminlerini hatırlatıp ‘Gördüklerinizi unutunuz!’ der.
Ama, Damad Şerif Paşa yeminini seneler sonra bir tarafa bırakır, hadiseyi 1940’lı senelerde o zamanın meşhur kalem erbabından İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Mercan’daki konağında yapılan musikili bir sohbet meclisinde anlatır ve söyledikleri, o günlerde çıkan bir tarih dergisinde de kısa bir biçimde yayınlanır. Ben, Şerif Paşa’nın bu mumya macerasını, İbnülemin’in konağında o gece yapılan sohbete şahit olanlardan bundan senelerce önce bizzat dinlemiştim.
SULTAN VAHİDEDDİN İSTİHÁREYE YATMIŞTI
‘İstiháre’, yapılması düşünülen bir işin hayırlı olup olmayacağının önceden hissedilmesi için yapılan bir çeşit ibadettir. Hazreti Muhammed’den nakledilen bir de duası olan istiháre, sonraları niyet ederek ve uykuya dalarak yapılır olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son hükümdarı Sultan Vahideddin, hatıralarında 1918’in 4 Temmuz günü tahta çıkmasından bir gece önce istiháreye yattığını ve tahta çıkmaya bu istiháreden sonra karar verdiğini söylüyor.
Sultan Vahideddin, günümüzün Türkçesi ile şöyle yazıyor:
‘...Dünya savaşının sonlarında hasta ve ölüm hálinde bulunan biraderim Sultan Reşad’ın vefatından sonra, Sadrazam Talát Paşa ile Enver Paşa ve Şeyhülislám Hayri Efendi geldiler. Taziyeden, sonra tahta geçme merasiminin ne vakit yapılabileceğini sordular. ‘Hele bir kerre birader merhuma gereken hürmeti gösterelim, dini merasimi yerine getirelim, sonra konuşuruz’ dedim.
Talát, ‘Efendimiz, Allah’ın ádeti hükmünü devam ettirir. Biraderinize emr-i hakk vaki oldu. Üzülmeniz ve saygı göstermeniz tabiidir ama anayasa gereği padişah olmanız dolayısıyla bağlılıklarımızı sunmamıza müsaade buyurunuz’ diyerek kalkıp elimi tutmak istedi. ‘Acele etmeyiniz. Bu konuda benim de bazı düşüncelerim ve endişelerim var. Bana yarına kadar mühlet veriniz. Bu gece bir kere daha düşüneyim, durumu tedkik edeyim, biraderin son hizmetinde bulunayım ve kesin kararımı vereyim’ dedim.
Cevaplarımdan ve tereddüdlerimden hayrette kalan heyet beni yalnız bırakarak dönüp gitti. O gece ibadetle meşgul oldum, abdestli olarak yattım, adetá istiháreye daldım ve nefsimle mücadele ettim. Tahta çıkmanın getirdiği sorumlulukları kabul etmeyecek olursam vatani vazifeden kaçmış, şahsımı düşünmüş olacağım dedim ve saltanatı kabul ettim.’
Yazının Devamını Oku 20 Kasım 2005
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ‘türban konusunun ulemaya danışılması gerekir’ şeklinde bir söz edip etmediği konusundaki tartışma hálá devam ederken, ‘din adamları’ demek olan ‘ulema’ kavramı Türkiye’nin gündeminin ilk sırasına yerleşti. Devlet geleneğimizde bu konuda asırlar boyunca hákim olan ve tavizsiz bir şekilde tatbik edilen kural şuydu: Dinin devleti elde etmesine asla izin verilmemesi... Devlet, dini gruplara bazı zamanlarda siyaset icabı göz kırpıp aşırı müsamaha göstermiş, hattá hepsini seneler boyu kullanmış ama ihtiyacı kalmayınca, hele bu gruplar devlete hákim olmaya kalkışınca hemen o an devreden mutlaka çıkartmış, üstelik kan dökmekten de çekinmemişti. İşte, ulemamızın geçmiş asırlarda başına gelenlerden birkaç örnek...
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın, ‘türban konusunun ulemaya danışılması gerekir’ şeklinde bir söz edip etmediğini günlerden buyana tartışıyoruz ama ‘ulema’ kavramı Türkiye’nin gündeminin şimdi ilk sırasında.
‘Din adamları’ demek olan ‘ulema’ meselesi gündemimizi bundan asırlar önce de defalarca işgal etmiş ama uygulamalar ve tartışmalar bugünkünden çok daha farklı şekillerde olmuştu. Devlet, din bilginlerini işine geldiği zaman kullanmış, ortalıkta olmalarını istemediği yahut ayak bağı gördüğü anlarda da hiç tereddüt etmeden celláda teslim edivermişti.
Türk devlet geleneğinde bu konuda asırlar boyunca hákim olan ve tavizsiz bir şekilde tatbik edilen kural şuydu: Dinin devleti elde etmesine asla izin verilmemesi... Devlet, dini gruplara bazı zamanlarda siyaset icabı göz kırpıp aşırı müsamaha göstermiş, bazen hepsini seneler boyu kullanmış ama ihtiyaç kalmayınca, hele bu gruplar devlete hákim olmaya kalkışınca hemen o an devreden mutlaka çıkartılmışlardı.
Bu sayfada, Türkiye’de son beş asır boyunca zaman zaman devlete hákim olan şeriatı yahut kendilerine mahsus dini kuralları hákim kılmaya çalışan gruplardan sadece birkaçı ve akıbetleri yeralıyor.
Fatih yaktı, Avcı Mehmed sürdü Abdülmecid kışlaya hapsetti
FATİH, DİRİ DİRİ YAKTIRDI:
1340 senesinde doğan ve 54 yaşındayken idam edilen Şihabüddin Fazlullah, İranlı bir tasavvufçuydu. Varlığın temelini harflerin sırrına ve ‘ses’ kavramına dayandıran ‘Hurufilik’ inancı ile Kur’an’ı son derece karmaşık bir sayı sistemine göre yorumlama biçimini o kurdu.
Osmanlı topraklarında 15. yüzyılın ilk yıllarında faaliyet göstermeye başlayan ve zamanın hükümdarı Fatih Sultan Mehmed’in sarayına da giren Hurufiler, devlet işlerine de müdahaleye teşebbüs ettiler. Hurufiler’e önceleri ses çıkartmayan, hattá bu grubu devlet içerisindeki çeşitli güç odaklarına karşı denge vasıtası olarak kullanan Fatih, zamanla desteğini çekince, yüzlerce Hurufi o devrim din alimlerinden Fahreddin-i Acemi’nin fetvasıyla Edirne’de diri diri yakıldı.
BİRİNCİ MUSTAFA LÁĞIMA DÖKTÜ:
1623 yılında tahtta aklından zoru olan Birinci Mustafa, ‘sadaret’ yani başbakanlık makamında da Mere Hüseyin Paşa vardı.
Herşey, sadrazamın emriyle dayak yiyen bir kadı efendinin ulemayı kışkırtmasıyla başladı. O güne kadar sarayda at oynatan, bir dedikleri iki edilmeyen hocalar, Fatih Camii’nde toplandılar ve sayıları birkaç saat içerisinde binleri buldu. Sadrazamın azlini istiyorlardı.
Ulemanın devleti tehdit eder hále geldiğini gören Sadrazam Mere Hüseyin Paşa, camiye asker sevketti. Yeniçeriler, nasihatle dağılmayan hocaların üzerine kılıçlarla üşüştüler, Fatih Camii’nde o gün kan gövdeyi götürdü ve sadece isyan eden ulema değil, namaza gelmiş olan birçok kişi de canından oldu. Ölü sayısının infial yaratmasından endişe eden askerler cesedlerin bir kısmını láğımlara, bir kısmını da camiin etrafında alelácele kazılmış olan kuyulara attılar, bir yolunu bulup kaçabilen hocalardan bazıları da daha sonra yakalanıp idam edildiler.
AVCI MEHMED, DÖRT BİR YANA SÜRDÜ:
17. yüzyılda ortaya çıkan ve Türk tarihinde devlette en uzun süre hákimiyet kuran dini hareket olan Kadızádeliler, isimlerini 1635’te ölen Kadızáde Mehmed Efendi’den almışlardı. ‘Fakılar’ da denilen Kadızadeliler’e göre hayat peygamberin zamanındaki gibi olmalı, bütün sosyal alışkanlıklardan vazgeçilmeli, hattá birden fazla minaresi olan camilerin minareleri bile yıktırılmalıydı.
Kadızádeliler’in İstanbul sarayında güçlenmeye başlamaları üzerine, zamanın hükümdarı Dördüncü Murad yönetimde uyguladığı dayanılmaz baskıyı onlardan aldığı fetvalara dayandırdı, kahvehaneleri kapatıp tütünü yasaklarken hep Mehmed Efendi’nin sözünü dinledi.
Mehmed Efendi’nin ölümünden sonra yerini bir başka Mehmed Efendi, talebesinden Üstüváni Mehmed Efendi aldı ve Kadızádeliler’in saraydaki etkileri daha da arttı. Özellikle Avcı Mehmed zamanında artık resmi tayinleri de yapar hále geldiler. Devlet, Kadızadeliler’i halkın bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen savaşlardan ve çekilen ekonomik sıkıntılardan kaynaklanan ıstırabını unutturacak geçici bir vasıta gibi gördü ve hemen her konuda onlardan fetva alırken, istedikleri herşey yerine getirilir oldu.
Kadızádeliler devleti İslámileştirip şeriatı her yere hákim kılmak uğruna Anadolu’da bir hayli tekke şeyhini idam ettirdiler. Mevlevihanelerde sema edilmesi, hattá mezar ziyaretleri bile yasaklandı ama saltanatları 1683’e, Viyana bozgununa kadar devam etti. Avcı Mehmed, Kadızádeliler’in bozgun sonrasındaki çöküşte artık hiçbir işe yaramayacaklarını farkedince ‘Bundan böyle molla camiinden, şeyh de tekkesinden çıkmayacak ve kimse kimsenin işine karışmayacaktır. Karışanı tepelerim!’ meálinde bir ferman çıkardı, hareketin liderleri imparatorluğun dört bir yanına sürgüne gönderildiler ama getirdikleri fikirlerin etkileri uzun müddet devam etti.
ABDÜLMECİD, KIŞLAYA KAPATTI:
Türkiye’de, 1859 Eylül’ünde bir şeriat darbesi girişimi ortaya çıkarıldı ve darbe son anda önlendi. Tahtta Sultan Abdülmecid vardı. Tanzimat Fermanı’ndan sonra bir ‘Islahat Fermanı’ yayınlanmış, Müslümanlarla gayrımüslimler hukuken eşit sayılmış, işkence káğıt üzerinde yasaklanmış ve her dalda reformlara gidilmişti.
O günlerin İstanbul’unda sokakları birdenbire üzerinde ‘gávur padişah’ yazılı káğıtlar kapladı. ‘Padişah gávur oldu, din elden gidiyor, medreseleri bile kapatacaklar’ deniyordu. Saray ve hükümet, reform çabalarına karşı çıkan kesimi tamamen kaybetmemek maksadıyla, önceleri ulemanın bu hareketlerine ve sözlerine ses çıkarmaz gibi göründü.
Ama, hükümete 14 Eylül sabahı gelen bir ihbar herşeyi değiştirdi: Bazı hocalar gizli bir örgüt kurmuşlardı. Maksatları padişahı öldürmek, hükümeti dağıtmak ve İslámi bir yönetim tesis etmekti. Herşeyin başında, Şeyh Ahmed adında bir hoca vardı, Fazlullah ve Kütahyalı İsmail adındaki diğer iki şeyhle anlaşmış, bazı subayları da tarafına çekmiş ve Kılıç Ali Paşa Camii’nden idare edilecek bir darbenin hazırlığına girişmişti.
Hemen tedbir alındı, işin içinde olan 41 kişi tutuklandı ve Çengelköy’e, Kuleli Kışlası’na kapatıldılar. Kuleli’deki muhakeme 25 gün sürdü ve şeriatçı darbe tehlikesinin beklenenden de büyük olduğu görüldü. Sanıkların bazısı idama mahkûm edildi, bazısı kürek, hapis, sürgün ve kalebendlik cezalarına çarptırıldılar. Sultan Abdülmecid bütün idamları hapse çevirdi, ve mahkûm olanların hepsini sürgüne gönderdi.
İlber Hoca’yı biz Tarih Kurumu’na almadık ama Ruslar ‘Şeref Profesörü’ yaptılar
DÜNYANIN en önemli akademik merkezlerinden olan ‘Rus İlimler Akademisi’, altmış yıl aradan sonra, bir Türk bilim adamına yeniden kapılarını açtı ve Türk tarihçiliğinin önde gelen ismi Prof. Dr. İlber Ortaylı’ya ‘Şeref Profesörü’ ünvanını verdi. ‘Rus İlimler Akademisi’nin daha önce kabul ettiği ilk ve tek Türk’, Türkoloji’nin kurucusu olan Prof. Fuad Köprülü idi.
18. yüzyılda Çariçe Yelizateva tarafından kurulan ve Rusça adı ‘Akademiy Nauk’ olan Rus İlimler Akademisi, bu yılın 22 Haziran’ında yaptığı toplantıda, İlber Ortaylı’nın ‘Doğu Bilimleri’ konusunda ‘Şeref Profesörü’ olmasını kararlaştırdı ve karar metniyle kabul belgesi, Prof. Ortaylı’ya hafta içerisinde iletildi. Akademinin kararı münasebetiyle, Rus Büyükelçiliği’nde önümüzdeki günlerde bir tören yapılacak.
Aziz dostum İlber’i, dünyanın seçkin akademik kuruluşlarının başında gelen Rus İlimler Akademisi’ne kabul edildiği için cán u gönülden tebrik ederken, acı bir hakikati de hatırlatmadan edemiyorum: Son 30 seneden buyana dünyanın dört bir tarafında ‘Türk tarihçiliğinin yüzünü ağartan tek álim’ kabul edilen Prof. İlber Ortaylı, henüz Türk Tarih Kurumu’na ‘asil üye’ olarak kabul edilmemiştir!
Arapça, çok sevdiğim bir söz vardır: ‘Tilke ásáruna tadallu aleyná / F’anzuru bá’dná ile-l’ásári’ derler. Yani ‘İşte, bizim delilimiz olan, bizi anlatan eserlerimiz. Bizden sonra, eserlerimize bakınız’.
Türk Tarih Kurumu’nun, tarihçiliğimizin bu büyük ismini bünyesine kabul edip etmemesi kendi akademik haysiyetiyle ilgili bir meseledir ama İlber’in ismi, eserleri ve yabancılardan aldığı takdir beratları, ilim denizinin derin ve karanlık sularını her zaman parlak bir yıldız gibi aydınlatacaktır.
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2005
Müneccimler padişahlar için hazırladıkları yıldıznamelerin yanısıra, halka genel bilgiler veren daha basit yıldıznameler de kaleme aldılar. Padişah yıldıznamelerinde gelecek zamanlar saat saat anlatılırken, halk için yazılan eserlerde daha ziyade aşk, hasret ve parasızlık gibi konulara ağırlık verilirdi. İşte, zamanın önde gelen müneccimleri tarafından değişik asırlarda hazırlanmış olan yıldıznamelerde bulunan ve hemen her konudan bahseden gelecek tahminlerinden bazıları...
Padişah yıldıznamelerinde gelecek saat saat ve ayrıntılarla yorumlanırken, halk için kaleme alınmış olan bu çeşit eserlerde daha genel ifadeler kullanılır.
Böyle bir yıldıznameden naklettiğim aşağıdaki metinde, beş ayrı burca mensup kadınların değişik yıldızların etkisi altına girmeleri halinde hayatlarının ne şekilde geçeceği yolundaki kehanetler yeralıyor:
Avratın talihi Koç, yıldızı Mars olursa: Beyaz tenli ve dişleri seyrek ola. Dostları tarafından sevile. Sağ elinde bir iz ola. Rızkı bol miktarda ola ve Hazreti Allah, ona saadet kapılarını aça. Evládı çok ola ama evládlarından pek bir faide görmeye. Sık sık nazara gele ve düşmanları kendisine sihir etmiş ola. Başından iki nikáh geçe, ilkinden fayda görmeye, ikincisinde dinine bağlı bir ádeme vara.
Avratın talihi Boğa, yıldızı Venüs olursa: Güzel yüzlü ola ve öteki kadınlarla kıyas edilmeye, onlardan üstün ola. Kalbi merhametli ola. Çalgıyı ve oynamayı seve. Lisanı tatlı ve ömrü uzun ola. Dişleri seyrek ve rızkı da çok ola. Akrabasından miras ala ama kardeşlerinden fayda görmeye. Babası hayırlı ola ama anasından da fayda görmeye. Hastalandığı zaman nar suyu içerse iyileşe. Başından iki nikáh geçe ve ikinci kocadan hayırlar göre.
Avratın talihi İkizler, yıldızı Merkür olursa: Yüzü büyük ola ve çabuk gazaba gele. Allah’tan korka ama kendi yaptığı işi kahır háline getire. Çok mala sahip ola, babasından ve anasından çok hayırlar göre. Evlátları çok ola ve onların evlátlarını da göre. Hastalığı safradan ola. Düşmanları çok ola, ona birşey edemeyeler ama büyü de yaptıralar. Eğer büyüler tesir ederse, horozun kaşında olan deriyi ve ibiğini ve horozun beynini susam yağıyla karıştırıp vücuduna sürünce büyüden hiç eser kalmaya.
Avratın talihi Yengeç, yıldızı ay olursa: Orta boylu ve beyaz tenli ola. İstedikleri kabul göre. Yüzünde bir iz ola. Evlátlarına hiç muhabbet göstermeye ve evlátları yüzünden pek çok üzüle. Hastalığı baş ve göz ağrısından ola, tatlısu yengecini ezip zift yağıyla kaynatıp vücuduna sürünce devá bula. Ama gece ve gündüz hiç rahatı olmaya. Düşmanları çok ola, sihir yaptıralar fakat bu avrata sihir tesir etmeye. Yedi ve yirmi yaşlarındaki tehlikeleri atlatırsa, tam 74 sene ömrü ola.
Avratın talihi Arslan, yıldızı güneş olursa: Çok hastalığı ola, dişleri seyrek ola, boyu uzun ola ve kırmızı renkli elbiseler giymeye merak sala. Elinde veya belinde bir iz ola. Ömrü uzun ola, hayırlı ola ve düşmanları kahrola. Malı çok ola, anasından ve babasından çok hayırlar göre. Karındaşlarından ve evlátlarından da hayırlar göre. Sudan ve ateşten korka. Beş, yirmi dört ve kırk yaşlarında büyük tehlikelerle karşılaşa ama bunları atlatırsa tam doksan yıl yaşaya.
Büyünün tutması için yıldızı bekleyeceksin
Yıldıznameler hangi işin ne zaman yapılması gerektiğini söylerlerken, o devirlerde sıradan bir faaliyet kabul edilen sihir ve büyü meselelerini anlatır ve büyülerin zamanını tayin ederler. İşte, bir 16. yüzyıl yıldıznamesinde yeralan, güneşin ve ayın girecekleri burçlarla büyülerin konuları arasındaki bağlantının anlatıldığı listenin bir bölümü:
Düşmanı yenme büyüsü: Güneş, arslan burcuna girdiğinde.
Topraktan su çıkarma büyüsü: Güneş, akrep burcuna girdiğinde.
Kötü ruhları uzaklaştırma büyüsü: Güneş, ikizler burcuna girdiğinde.
Düşmanın dilini bağlama büyüsü: Ay, Şarrateyn yıldızına geldiğinde.
Erkeği karısına daha fazla bağlayan büyü: Ay, yay burcuna girdiğinde.
Düşmanın hiç uyumamasını sağlama büyüsü: Ay, Cebhe yıldızına geldiğinde.
Düşmanları yoketme büyüsü: Ay, Deberán yıldızına geldiğinde.
Erkeği kadına áşık etme büyüsü: Ay, Sarfe yıldızına geldiğinde.
Yağmur yağdırma büyüsü: Ay, Simák yıldızına geldiğinde.
Bir şehri ortadan kaldırma büyüsü: Ay, Zubána yıldızına geldiğinde.
Düşmanı aşağılayıp rezil etme büyüsü: Ay, Muahhar yıldızına geldiğinde.
Yılbaşı salı gününe rastlarsa korkun!
Bir zamanlar hükümdarlar için kaleme alınan yıldıznameler zamanla halka döner ve müneccimler halk için basit bilgiler vermeye başlarlar.İşte, 19. asrın ikinci çeyreğinde hazırlanmış bir yıldıznamenin böyle bir bölümü: Müneccim köklü bir değişiklik yaparak
‘efrenci’ yani ‘miládi’ takvime göre konuşuyor ve
geleceği 1 Ocak’ın rastlayacağı günlere göre yorumluyor:
PAZAR: O sene gayet bereketli geçer, hastalar şifa bulur ve asık suratlılar bile neşeli bir hál alırlar.
PAZARTESİ: Halk perişan olur, gökten dert ve sıkıntı yağar, ekinler bile kurur.
SALI: Etrafı salgın hastalıklar kaplar, çok az kişi sağlam kalır.
ÇARŞAMBA: Havalar iyi gider, yaz ve kış mutedil olur ama beklenmedik ölümler yaşanır.
PERŞEMBE: Yer yer salgınlar çıkar ama çok fazla yayılmaz ve insanlar büyük tehlikeler içerisinde kalmazlar.
CUMA: O sene mutlu geçer ama çocuk hastalıklarında artış görülebilir.
CUMARTESİ: Kıtlık görülebilir, anneler ve babalar çocukları yüzünden üzüntüye uğrayabilirler.
Bakalım, Kasım çıkmadan bu tahminler çıkacak mı?
Müneccimlerin padişahlar için yazdıkları yıldıznamelerde yörüngeleri önceden bilinen gök cisimlerinin hareketlerine dayanarak sonraki yıllar için tahminler yapılabilir. Formüller halinde ve çok sonraki seneleri de içerisine alacak şekilde kaydedilen bu tahminler herhangi bir yılın bazı verileriyle karşılaştırılınca yaşanması muhtemel olayların önceden öğrenilebildiğine inanılır.
Aşağıdaki listede, 19. yüzyılın ilk yıllarında hazırlanmış bir yıldıznameden naklettiğim ve içerisinde bulunduğumuz Kasım ayında Türkiye’de meydana gelebilecek olayların sıralandığı bir bölüm yeralıyor. Yıldıznamede hadiseler meteor düşmesi, ayın tutulması yahut kuyruklu yıldız çıkması gibisinden tabiat olaylarına göre değerlendirilmiş:
GÜNEŞ TUTULSA: Feláketler yaşanır, herşey birbirine girer, ayaklanmalar çıkar ve insanlar sadece üzüntü çekerler.
AY TUTULSA: Halk mihnet ve sıkıntı içerisine girer, doğu viláyetlerinde büyük olaylar çıkar ve bu arada Araplar da birbirlerine girerler, özellikle Yemen’de kan gövdeyi götürür.
YENİ AY GÖRÜNSE: Halk refaha kavuşur, herşey güllük gülistan olur ve toprak öylesine bereketli bir hál alır ki, çöller bile yeşerir.
KUYRUKLU YILDIZ ÇIKSA: Yıldızın en belirgin şekilde göründüğü yerde işler karışır, etrafı fitne sarar ve o bölgedekan dökülür.
DÜNYAYA YILDIZ (METEOR) DÜŞSE: Düşmanların birdenbire saldırmaları ihtimali artar, heryeri yala söylentiler sarar ve halk bir lokmaya muhtaç hále gelir.
GÖKKUŞAĞI BELİRSE: Gökkuşağının batıda görünmesi hálinde hastalıklar başgösterir ama doğuda çıkacak olursa Şam taraflarında huzursuzluklar yaşanır.
Yıldızname terimleri
SA’D: Uğurlu yıldızlara denir. En uğurlu yıldızlar Jüpiter ve Venüs’tür. Bu yıldızların yörüngelerinin en yüksek derecesinde bulundukları sırada doğan çocukların talihi açık olur ve eğer o çocuk padişah evládıysa, tahta geçtiği zaman dünyayı fetheder.
NAHS: Uğursuz yıldızlar. Uğursuz yıldızların başında Mars ve Satürn gelir. Bu yıldızların yükseldiği anda dünyaya gelenlerin talihi son derece fenadır.
KIRAN ZAMANI: Bir burçta, aynı anda iki yıldızın bulunması háli. Bu duruma ‘mukarene’ de denir ve kıran zamanı doğmuş olan hükümdarlar dünyanın en büyük fatihleri olurlar. Meselá Timur ile Fatih Sultan Mehmed’in böyle bir anda dünyaya gelmişlerdir.
TESYİR: İnsanların doğumu sırasında gökyüzüne hákim vaziyette bulunan yıldızın, o kişinin mutluluğunu belirleyecek yıldızla aynı yerde buluşması. Bu buluşma göğün uğurlu kabul edilen bir noktasında meydana gelirse, kişinin hayatı mutlulukla dolar.
KABUL: Araları bozuk olan yani yanyana gelmeleri şahısları fena yönde etkileyen iki yıldızın birinin veya ikisinin beklenmedik şekilde yörünge değiştirmesi ve değişik, iyi bir açıda yeniden yanyana olmaları háli. Kabul hálinde o yıldızların etkisi altındaki kişiler kötü durumda iseler düzelirler, iyi durumda olanlar ise daha da refaha kavuşurlar.
HİLÁC: Yeni doğmuş çocuğun ömrünün kaç yıl olacağını tahmin işlemi. Hilác, ilm-i nücumun en zor kısmıdır.
SON
Yazının Devamını Oku