Çocuk dövmek bizde olağandı ama beygirlere eziyeti yasaklamıştık

Malatya’daki çocuk yuvasında yaşanan rezaletin ortaya çıkmasından sonra bu kurumları ve çocuklara yapılan işkence benzeri kötü muameleleri tartışıyoruz ama dayağın çocuk eğitiminin ayrılmaz bir parçası olduğu yolunda asırlardan buyana devam eden inancımızı, ‘dayak cennetten çıkmadır’, ‘eti senin kemiği benim’ yahut ‘tekdirden anlamayanın hakkı kötektir’ gibisinden sözlerimizi nedense hiç hatırlamıyoruz.

Biz, çocuklarımıza tarih boyunca her türlü eziyeti tattırmıştık ama hayvanlara kötü muamele edilmesine dayanamamış, meselá göçmen kuşlar için vakıflar kurmuş, atlara kötü muamele edilmesine padişah fermanıyla máni olmaya çalışmış, hattá yük beygirleri için ‘hafta tatili mecburiyeti’ bile getirmiştik.

MALATYA’daki çocuk yuvasında yaşananlar Türkiye’yi ayağa kaldırınca hem bu gibi kurumları, hem dayağı, hem de çocuklara yapılan ve işkenceye kadar varan kötü muameleleri tartışmaya başladık.

Ama, bu tartışma sırasında eski bir geleneğimiz, dayağın çocuk eğitiminin ayrılmaz bir parçası olduğu yolunda asırlardan buyana devam eden inancımız nedense hiç aklımıza gelmedi. Milletçe çocuksever olmamıza rağmen iyi yetişmeleri yahut sözümüzden çıkıp canımızı sıkmamaları için dayağın şart olduğuna inandığımızı, çocukları mektebe başlamalarının ilk gününde hocalara ‘Eti senin, kemiği benim’ diyerek teslim ettiğimizi, ‘Dayak cennetten çıkmadır’ yahut ‘Tekdirden anlamayanın hakkı kötektir’ gibisinden sözleri günlük konuşmamız sırasında dilimize pelesenk ettiğimizi nedense hiç hatırlamadık. Hele bir zamanlar sadece çocukların değil, hemen her yaşın korkulu rüyası olan ‘falaka’ kavramı bile hatırımızdan tamamen çıkmıştı.

Çocuklarımıza tarih boyunca tokattan ve dayağın daha binbir çeşidinden falakaya kadar hemen her türlü eziyeti tattırmıştık ama kalbimizin iyiliğinden olacak hayvanlara kötü muamele edilmesine dayanamamış, meselá göçmen kuşlar için vakıflar kurmuş, atlara kötü muamele edilmesine padişah fermanıyla máni olmaya çalışmış, hattá yük beygirleri için ‘hafta tatili mecburiyeti’ bile getirmiştik.

Bu sayfadaki kutularda, yük beygirlerine iyi davranılması için 16. asırda çıkartılan bir padişah fermanıyla İstanbul Belediyesi’nin 19. asırda yine beygirlerin fazla eziyet görmemeleri için hazırladığı bir talimatın metinleri yeralıyor.

Hayvanına fena davrananı bizzat padişah tepelerdi

HAYVANLARA hissettiğimiz muhabbetin en önemli belgesi, 1587’de Sultan Üçüncü Murad tarafından verilmiş olan bir fermandır.

Hükümdar, İstanbul Kadısı’na hitaben yazdırdığı fermanında beygir sahiplerinin atlarını iyi beslemelerini ve üzerilerine tahammül edebilecekleri ağırlıktan fazlasını yüklememelerini emrettikten sonra, Kadı’ya ‘Emirlerime uymayanların isimlerini şereflerle dolu makamıma bildireceksin ve ben de haklarından geleceğim’ diyor.

İşte, tarihçi Ahmed Refik tarafından bundan 80 sene kadar önce yayınlanan Üçüncü Murad’a ait fermanın günümüz Türkçesiyle metni:

‘...İstanbul Kadısı’na emirdir:

Mutluluklarla dolu makamıma gelen şikáyetlerden hasta, yaralı, nalsız ve semerleri harabolmuş bazı beygirlerin yük taşımakta kullanıldıklarını ve üzerlerine aşırı yük vurulduğunu öğrendim.

Taşıma işiyle uğraşanların beygirlerine bundan böyle tahammülün üzerinde yük koymaları, sakat ve zayıf beygirleri taşıma işinde kullanmaları yasaktır. Hayvanlar gayet iyi besleneceklerdir. Hayvanların sahipleri işlerini birkaç beygirle beraber gördükleri takdirde, beygirleri yola sıra halinde çıkartacak, kendileri arkadan yürümeyip en önde gidecek ve hayvanların dağılmalarına yahut etrafa zarar vermelerine máni olacaklardır.

Huzuruma sunulan bir başka bilgi de, İstanbul’daki iskelelerde hamallık eden beygir sahiplerinin, malını taşıdıkları kişilerden fazla para aldıkları şeklindedir. İskelelerdeki beygir sahiplerinin alacakları ücretler gidilecek yere göre değişmektedir ve kaç para verileceği de eskiden beri bellidir. Ama, artık bu ücretlerle yetinilmediğini ve birkaç kat para talep edildiğini öğrenmiş bulunuyorum.

Sana bu vaziyeti anlattıktan sonra şöyle buyuruyorum:

Yukarıda söylediklerime bundan böyle her şekilde itaat edilmesini sağlayacak ve emirlerime uymayanların isimlerini haklarından gelmem için şerefli makamıma sunacaksın. Emrimi siciline kaydedecek ve hamalların kethüdalarını da bu emrimden haberdar edecek ve aksine davranmaktan kaçınacaksın...’


YÜK ATLARI için haftanın bir gününü RESMEN tatil ilán etmiştik

OSMANLI İmparatorluğu’nda Danıştay ile Yargıtay arasında yüksek bir mahkeme olan ‘Meclis-i Válá’, 1856 yılında yük beygirlerinin eziyet görmesini önlemek için bir karar çıkartmış ve İstanbul Belediyesi’ni bu kararın uygulanmasını sağlamakla görevlendirmişti.

Prof. Dr. Vahdettin Engin’in Osmanlı Arşivleri’nde bulduğu ve İstanbul Belediyesi’nin, karar uyarınca 1856’nın 2 Ekim’inde yük beygirlerinin sahipleri için hazırladığı talimatta günümüzün Türkçesi ile şöyle deniyor:

‘...Yük beygirlerinin cuma günleri tatil yapmalarının, sahiplerinin bu tatil günlerinde çalıştırılmayan beygirlere binmemelerinin ve semerlerine demir çubuklar mıhlattırmamalarının eski bir ádetimiz olduğunu söylemeye gerek yoktur.

Fakat bir müddetten beri bu usule riayet edilmemekte, hayvanlar cuma günleri de çalıştırılmakta, üstelik çalışmayan beygirler o günlerde sahipleri tarafından binek hayvanı olarak kullanılmaktadır.

Hiç de hoş olmayan bu gibi uygulamalar, üstelik cáiz de değildir.

Meclis-i Válá’dan çıkan ve belediyemize gelen bir karar uyarınca, beygirlere bundan böyle cuma günleri tatil yaptırılacak ve semerlerinin üzerine çivi mıhlattırılmayacaktır. Ayrıca, yine bu hususta beygir sahipleri ile ekmek ve sebze taşıyan esnafın kethüdalarına da gerekli tebligatta bulunulacak, esnaf devamlı olarak kontrol altında tutulacaktır.’


Falakayı tatmış yazarın mektep dayağı hatıraları

TÜRK Edebiyatı’nda, çocuklara uygulanan şiddetin, özellikle de dayak bahislerinin en ayrıntılı şekilde yeraldığı eser, Ahmed Rasim’in ‘Falaka’ isimli kitabıdır.

Yazar, eserinde çocukluk yıllarının mektep hatıralarını anlatmış, o devrin başta gelen dayak metodları, özellikle de falaka konusunda ayrıntılı bilgiler vermiştir.

Ahmed Rasim, falakada kızılcık veya fındık değnekleri kullanıldığını, sopanın suçun derecesine göre vurulduğunu söyledikten sonra, hafiften ağıra doğru dört çeşit dayak olduğunu yazar ve bu dayak çeşitlerini ‘Mest üstüne ‘hafif’, mest çıkartılarak çorap üstüne ‘az ağır’, yalın ayak tabanına ‘ağır’, ıslak yalın ayak tabanına ‘çok ağır’’ diye sıralar.

Aşağıda, Ahmed Rasim’in ‘Falaka’ isimli eserinden bu dayakla ilgili bir bahis yeralıyor:

‘...Ağır falaka dayağı yiyenlerin ekserisi, ayakları falakadan kurtulur kurtulmaz yürüyemeyerek kıçın kıçın, sürüne sürüne bahçeye kadar gider, oradaki musluk altında ağrılarını teskin ederlerdi.

Bir gün kapıdan içeriye iki erkek, birinin sırtında tabanlarına basamayan bir çocuk, arkalarında mangal kapağı yaşmaklı, çifte etek feraceli iki kadınla girdiler, doğruca hocanın önüne gittiler. Bu çocuk daha dün falaka dayağı yemişti, bugün de anasının babasının hatırı için mi dayak yiyecekti?

Erkeklerden biri çocuğu yere oturttu; kunduralarını, çorabını çıkarttı, birdenbire doğrularak:

- Hoca efendi, bu ne hal?.. dedi.

Öteki de bağıra bağıra:

- Biz size çocuğumuzu teslim ettikse okut diye teslim ettik. Bak, iki tırnağı düşmüş, bütün parmakları mosmor, Aksaray’da Yahudi hekime götürdüm, ölür diyor!.. dedi.

Erkeklerden uzun boylusu:

- Ben şimdi senin sarığını boynuna dolar, eşek sudan gelinceye kadar o sopalarla kemiklerini kırarım ama ne yapayım ki Hafız-ı Kur’ansın zálim herif!.. diye bağırdı.’
Yazarın Tüm Yazıları