Paylaş
Bankalara borcu olmayan yok. Sanal bir zenginlik hali üzerinden dönüyor dünya. Maaşlar belli, bütçe belli, sınırlar belli ama sınırları sonsuz gibi görünen bir konu var: Her şeye sahip olabileceğin algısı. Artık ismini sen koy; taksitlendirme, kredi alma, kredi kartından harcama... Hepsi sanal bir bolluk, sanal bir varlık , hatta sana ait olmayan bir varlık üzerinden konuşuyor.
Farkındaysanız bir süredir alışveriş çılgınlığından bahsetmiyoruz, alışverişte ihtiyacın olmayan ne varsa almayı normalleştiren bir düzen içinde yaşadığımız için öyle “çılgınlık” filan yok.
Alışveriş yapmak en büyük ihtiyaç, en büyük psikolojik rahatlama sebebi, beynin ödül mekanizmasını çalıştıran en esaslı konu... Sokağa çıkıp eve döndüğünüzde eğer elinizde bir torba yoksa, bir dükkana uğramamış ve cüzdanınızı cebinizden çıkarmamışsanız “bir tuhaf” hissediyorsunuz kendinizi. Düşünün, öyle fena alıştırmışlar bizi alışverişe.
Elin boş eve geldin mi “Bir şey mi unuttum acaba?” diyorsun. Geçen gün ana haber bültenlerinden birinde vardı: Bir semte ucuzluk çadırı kurulmuş. Buraya alışveriş yapmak üzere gelmiş insanlarla sohbet ediyor muhabir. “Ne aldınız?” diye soruyor, kadın cevap veriyor, “Bir ayakkabı, bir terlik, sonra şunu, sonra bunu”...
Normalin dörtte üçü ucuzmuş, 40 lira diyor, 80 lira diyor, dört tane aldım diyor. Görünen o ki her gelen en az 200-300 lirasını orada bırakmış. Öyle rahat anlatıyorlar ki “70 lira, çok ucuz” diye. Doğru ya, maliyeti 3,5 Lira olan elbiseyi 300 liraya satıyor mesela, sonra onun üzerinden yapılan dörtte üçlük indirim “ucuz” oluyor.
Dahası, hâlâ pahalı, ama ucuz alışveriş insana “Bu defa kaçırırsam öldüm” dedirtiyor ve öylesine bir ödül duygusu veriyor ki, pas geçemiyorsun.
Yeni yapılan ve sayısını/isimlerini bilmediğim, yerlerini karıştırdığım onlarca alışveriş merkezinde dolaşırken, hep aynı his peyda oluyor: Burası bir müze.
O lüks vitrinlere, bolluk vaat eden sergileme hallerine baktığımda bir müzeyi gezen insanlar görüyorum. Müze yok tabii, tek alternatifi AVM’ler. Alışveriş yapmadığında bile sana seçenekler sunan, en azından duygusal olarak “bolluk” içinde yüzdüren, hayat çok güzelmiş gibi algılarınla oynayan bir ortam. Kültür-sanat aktivitesi yok, şehirde gidilecek park yok, ne yapsın vatandaş, atıyor kendini en yakın AVM’ye. Hem serinliyor, hem “algıda bolluk” içinde yüzüyor, hem de ihtiyacı olmayan şeyleri alıp alıp bir güzel borçlanıyor.
Ekonomi de böyle böyle “iyileşiyor” herhalde. İnsanlara ihtiyaç duymadıkları objeleri, “hayati ihtiyacın bu senin” diye satarak... Tüm bu AVM dünyası, bir başka arızaya neden oluyor kimi zihinlerde... “AVM’de duramama hastalığı” diyelim ona şimdilik.
Mecbur kalınca gidiyorum artık AVM’lere. Yolum düşerse, işime gelirse. AVM’ler, parksız yeşilsiz bir şehrin çaresiz insanlarının mecbur bırakıldığı bir hapishane gibi geliyor. Alışveriş yapanları, güzel bir sanat eserine bakar gibi vitrin izleyenleri, kafede oturmuş elindeki telefonda oyun oynayanları izlerken “dur ihtiyacımı alayım da çekip gideyim buradan” diyemiyorum. Derhal, acilen çekip gidiyorum. Duramıyorum. Bir dakika bile duramıyorum. AVM içindeki markette ihtiyacımı alamadan, elimdeki sepeti aniden fırlatıp da gidiyorum. “AVM’de bulunmaya katlanamamak”, yeni dünyanın yeni “arıza”larından biri olsa gerek. Gerçi şimdi AVM koridorlarında gezmeyi, alışverişi bir “hafta sonu programı” olarak belleyen bir nesil yetişiyor. Onlarda bu arıza olacak mı, bilmem. Bize biraz açık hava, biraz park, biraz ağaç gölgesi, biraz müze, biraz sinema, biraz tiyatro, biraz kitap, biraz da alışverişsiz bir dünya gerek. Ödülü, rahatlamayı başka bir yerde aradığımız, birbirimizle konuştuğumuz,burnumuzun ötesini de görebildiğimiz bir dünya...
Paylaş