Monotonluk, umutsuzluk, eylemsizlik ve mutsuzluklarımız…
Duygusal yaşamımızdaki açmazlarımız…
İçinden çıkamadığımız sokaklarımız…
Yitirdiğimiz ya da boşa harcadığımız geçmişimiz…
İkiye ayrılan bedenler mi, havada uçan bacaklar mı…
Yerçekimine meydan okumak…
Bunların hepsini aynı sahnede yapmak zor gibi değil mi?
En azından teknik olarak…
Zor ama imkansız değil.
Yeter ki yapılabileceğine, başarılacağına inanılsın.
Bütün engeller aşılsın.
Ve sonunda da…
1950’lı yıllar…
Delikanlılık, kanın kaynadığı…
Mahallenin kızlarına yan bakılmadığı…
E, n’olacak?
Yaşanacak ve yapılacak olan işlemler büyük şehirde...
Hem de öyle bir anda basıyorlar ki…
Ummadığım ve beklemediğim bir anda…
Hiç de şık bir şekilde değil tabii ki.
Kıskıvrak ele geçirerek…
İyi niyetinle uğraş, didin.
İnsanlara yardımcı olmayı görev bil.
Yürüdüğün yolda bunu hedef edin.
Çalış, çabala…
Hatta kendinden fazla onları düşün.
İnsanlık için elinden geleni yap.
Yetmesin.
İnsanların hastalıkları için savaş ve onları kurtar.
Çocukluğunda yaşadığı felç ve gençlik döneminde başına gelen kaza hayatında ve sağlında derin yaralar açan...
Geçirdiği ameliyatlar yüzünden bir süre yatağa bağımlı bir hayat yaşayan…
Hasta yatağının üstündeki aynalar ile oto portrelerini çizmeye böylelikle başlayan…
Kimse tekrar yürüyeceğine inanmazken; o bu düşten hiç vazgeçmeyerek yürüyen…
En güzel eserlerini hep yalnızken ve acılar içindeyken yapan…
Pablo Picasso’ya bile "Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz" dedirten…
Tutkulu ve sıra dışı…
İnsanoğlu…
Güler, ağlar…
Karalar bağlar.
Çiçek olur açar.
Onuru, saygıyı, değeri yok eden, insanı nokta kadar küçülten…
Onuru, saygıyı, değeri yok eden, insanı nokta kadar küçülten…
Kendi çıkarınız için o an yaptığınızın doğru olduğunu sanırken aslında sizi kurtarmak yerine en dibe çeken?
Bir kuyudur ki, dipsiz…
Nedir sahi?
Yalan dolan…
Alavere dalavare...
Boyundan çıkarılan şeref…