Mafyanın anayurdunda

Bu kez rotamda Akdeniz’in en büyük adalarından biri olan Sicilya vardı. Birçok uygarlığın uğrak yeri olmuş bu ada dünyanın en acımasız suç örgütünü doğurmuştu. Ünlü sanatçı Göethe’nin koluna girip, adayı köşe bucak dolaştım. Bu hafta anlatmaya başkent Palermo’yla başlayacağım.

Ne bayram tatilinde ne de arifesinde bir yerlere gitmek adetimdir. Hele kalabalıklarla yola çıkmayı hiç sevmem. Her kafadan bir ses yükselir. Ne yediğimden zevk alırım, ne gördüğümden bir şey anlarım. Onun için gezilere çoğunlukla tek başına çıkarım. Bu sefer tüm kurallarımı yıktım. Keyifli bir grupla (Fem, Aksel, Sibel, Sedef, Ülker) bayram arifesinde yollara düştüm. Bu grubu seçmemin nedeni, rotalarının çok cazip olmasıydı. Sicilya’yı keşfetmeyi akıllarına koymuşlardı. Bir de yemeyi ve içmeyi... Damaklarının hassasiyetini bildiğim için, ben de peşlerine takılmaya karar verdim.

Aslında bayram öncesi tatile gitmek öyle kolay olmuyormuş!.. Daha önceden plan program yapmak lazımmış. Hep kimsenin yola çıkmadığı dönemlerde yolda olduğum için, bu tür zorunlulukları unutmuşum. Hemen Travel Club’ın sahibi olan arkadaşım Kayhan Çolaker’e sığındım. O, dolu uçaklarda yer, en iyi otellerde oda buldu... Bugüne kadar her işimi kendim hallettiğim için bu kolaylıklar çok hoşuma gitti. Bundan böyle de kendimi Kayhan’ın ellerine emanet etmeye karar verdim.

Her geziyi bir yazarla birlikte yapmayı adet haline getirdim. O yazarın yazdığı öyküdeki veya romandaki sokakları, kentleri, manzaraları seyrederken kendimi kitabın kahramanlarından biri sanırım. Sicilya’ya giderken de, Almanların ünlü sanat adamı Göethe’nin koluna girdim. Yazarın ‘İtalya Seyahati’nin Sicilya bölümünü adeta ezberledim. Göethe bu yolculuğu, 1787 yılında gerçekleştirmişti. Aradan geçen iki asırda, Akdeniz’in en büyük adasında acaba ne gibi değişiklikler olmuştu?..

GEÇMİŞİN GEZGİNLERİ

Kitabı okurken, o dönemde gezgin olmadığıma bir kez daha şükrettim. Göethe, Sicilya’ya ulaşabilmek için zorlu bir gemi yolculuğu yapmak zorunda kalmıştı. Adadaki gezisini ise bazen katır sırtında, bazen de atlı arabalarda hoplaya zıplaya gerçekleştirmişti. O dönemde otel bulmakta bir meseleydi. Örneğin Enna kentindeki günlerini, pencerelerinde cam olmayan bir tavan arasında geçirmişti. Caltanisetta’daki otel macerasını ise şöyle anlatmıştı:

‘Katırlar için üzerleri taş kubbelerle örtülü mükemmel ahırlar mevcut. Seyisler ise hayvanlar için hazırlanmış yonca yığınlarının üstünde yatıyorlar. Fakat şehri ziyarete gelen yabancılar, başlarını sokabilecek bir yer bulmakta zorlanıyorlar. Tesadüfen işe yarar bir oda bulduğunuz takdirde, buranın baştan aşağı temizlenmesi gerekiyor. İskemle veya sıra gibi bir şey mevcut değil. Sert ağaçtan yapılmış alçak tabureler üzerinde oturuyorlar. Masa da burada nadir bulunan bir nesne. Bu taburelerin karyola ayağı gibi kullanılması lazım geldiği zaman, marangoza gidip yeteri kadar kalas kiralanıyor. Biz de öyle yaptık. Yanımızdaki deri torbaları samanla doldurup, taburelerin arasına uzattığımız kalasların üstüne koyduk...’

Zorluklar konaklama ve yemekle bitmiyordu. O zamanlar fotoğraf makinesi henüz bulunmadığı için, Göethe yanında bir de ressam taşıyordu. Kniep adındaki ressam için şunları yazmıştı: ‘Ressamım neşeli, iyi bir insan ve sadık bir dost. Her gördüğünü durmadan, büyük bir sadakatle çiziyor, bütün adaları, sahilleri daha görünür görünmez hemen tespit ediyor...’ Şimdi öyle mi!.. Her görüntüyü deklanşöre bir basışta donduruyorum. Hele digital makineler çıktıktan sonra fotoğraf müsrifi oldum çıktım.

BABA’NIN MEMLEKETİNDE

O zamanki gezginlik pek heveslenecek bir iş değilmiş anlaşılan. Şimdi ise her şey çok kolay; İstanbul’dan bindiğimiz uçak, bir solukta Roma’ya, oradan da göz açıp kapayıncaya kadar bir sürede Palermo’ya vardı. Sicilya’ya ilk kez gidiyordum. Okuduğum bir-iki röportaj, ansiklopedilerdeki kuru bilgilerden başka hiçbir birikimim yoktu. Aslında Göethe’nin şu cümlesi etkilemişti beni: ‘Sicilya’yı görmeden İtalya’nın resmini ruhumuza nakşetmek imkansız...’ Bir de gözümün önünden akıp giden ‘Baba’ filminin kanlı görüntüleri vardı. Sicilya demek mafya demekti. Siyah takım elbiseli, biryantinli saçlı, tamburalı makineli tüfekli, acımasız, gözünü kırpmadan adam öldüren kişilerin örgütü mafyanın anayurduydu. Şimdi bunların hiçbirinin kalmadığını bildiğim halde, yine de heyecanlanıyordum.

SARAY GİBİ OTEL

Baba Corleone’nin yetiştiği topraklara ayak bastığımızda hava kararmış, kenti çevreleyen dağlar görünmez olmuştu. Havaalanından kiraladığımız arabaya doluşup, harita üstünde tam anlayamadığımız bir tarifi izleyerek oteli aramaya koyulduk. Bilmedik kentler, akşam karanlığında daha da bilinmez olurlar. Kaybola kaybola, sora sora sonunda kendimizi otelin bahçesinde bulduk. Grand Hotel Villa İgiea, limanın kıyısında, 1905 tarihinde yapılmış, saray görünümünde bir yapıydı. Yüksek tavanlar, büyük kapılar, işlemeli duvarlar, kristal aynalar, kemerler ve sütunların arasından geçip odama girdim. Kadife perdeyi aralayıp, bahçeye nazır bir terasın beni beklediğini görünce, Sicilya gezisinin iyi geçeceğine karar verdim.

Toparlanıp bir acele yemeğe gittik. Yol boyunca balıkları, ahtapotları, kalamarları, deniz kestanelerini, midyeleri, makarnaları, pizzaları, bademli kurabiyeleri ve şarapları düşünmekten tahrik olmuştum. O hızla mönüyü elime alıp, yiyemeyeceğim kadar yemek ısmarladım. Müthiş bir ziyafet oldu. Lezzetli yemekler ve şaraplar, adanın baharı andıran gecesiyle birleşince, attığımız kahkahalar gökyüzüne kadar yükseldi... Yemek kısmını daha sonra uzun uzun anlatacağım için detaya girmek istemiyorum. Lokantadan çıkıp, mutlu ve mesut otele döndük.

Ertesi gün erkenden uyanıp, terasa çıktım. Bulutların arasından süzülen gri ışık görüntüyü netleştirmişti. Bahçe, portakal ağaçlarıyla süslenmişti. Palmiyeler gökyüzüne doğru uzayıp gitmiş, kırmızı meyveli kaktüsler kayaları yeşillendirmişti. Küçük dalgalar limanda bağlı teknelerle oynaşıyor, kuşlar çığlık çığlığa yeni günü müjdeliyorlardı. Yağmurlu ama güzel bir gündü.

EN ESKİ CADDE

Vazgeçebileceğimiz tek öğün kahvaltı olduğu için fazla oyalanmadan kendimizi Palermo’nun en ünlü ve en eski caddesi Vittorio Emanuele’ye attık. Bu cadde Göethe zamanında da kentin tek büyük caddesiydi. O zamanki ismi Cassaro idi ve Arapça’daki Kasr-kale sözcüğünden geliyordu. Ünlü yazar 3 Nisan 1787 Salı günü, yanında ressamı olduğu halde soluğu bizim gibi bu caddede almış ve defterine şu notu düşmüştü: ‘Bütününü çabuk kavrayabilmekle beraber insan bu şehri kolay tanıyamıyor. Bir mil uzunluğundaki bu cadde, şehri aşağıdan yukarıya doğru katediyor. Bu caddeyi ortalara doğru başka caddeler kesiyor. Bu caddeler üstünde her şeyi bulmak çok kolay. Şehrin iç taraflarıysa yabancılar için çok çapraşık. Bu labirentlerin içinden ancak bir kılavuz yardımıyla çıkmak kabil...’

Vittorio Emanuelle ile Via Roma’nın kesiştiği yerde, biz de bu labirente daldık ve kaybolduk. Kalabalıklar bizi Vucciria Pazarı’na sürükledi. Burası tıpkı bizim pazar yerlerini andırıyordu. Daracık sokağı yırtık tenteler gölgelemiş, tezgahları, çeşit çeşit deniz canlıları, rengarenk sebzeler, çengellerden sarkan kuzular, domuz başları, yeni doldurulmuş sosisler, işkembeler, şişe şişe zeytinyağı ve baharatlar süslemişti. Satıcılar da çığırtkanlıkta bizimkilerden aşağı kalmıyorlardı.

Pazara açılan dar sokaklarda ise oldukça yoksul yaşamların izleri görülüyordu. Balkonlar arasına gerilmiş iplerde asılı duran yırtık çarşaflar, eskimiş çamaşırlar, rengi solmuş gömlekler bu sokaklardaki zor yaşamların belgeleri gibi uçuşuyorlardı. Her sokağın başında, duvara açılmış bir oyuğun içinde mumların aydınlattığı küçük Meryem Ana heykelleri, bu yoksul sokakların koruyucularıydı sanki.

BAHÇEYE DÖNMÜŞ BALKONLAR

Bir süre sonra bu labirentten çıkıp tekrar Vittorio Emanuele caddesine saptık. Cadde bizi önce, 1184’te yaptırılan ve içinde Sicilya krallarının mezarlarının bulunduğu Duomo’ya, ardından da meydanlara, tarihi kiliselere, çeşmelere, şapellere götürdü. Yoksul sokaklar bir yerde, lüks mağazaların bulunduğu Liberta Caddesi’ni kesti. Grup burada birden çözüldü, çil yavrusu gibi sağa sola dağıldı. Ben de bir banka oturup, bir yandan ayaklarımın isyanını batırmaya çalıştım, bir yandan da İtalyanlara benzemeyen Sicilyalıları seyretmeye koyuldum. Palermo yoksul bir kentti. Görüntüsü tam bir güneyliydi. Ferforje korkuluklarla süslü balkonlar ve teraslar çiçek bahçesine dönüştürülmüştü. Pencerelerin arasına gerilmiş iplerde rengarenk çamaşırlar, Afrika’dan kopup gelen rüzgarın önünde uçuşup duruyordu. Palermo Napoli’yi andırıyordu. Ve en önemlisi, tüm Güney İtalya’da olduğu gibi burada da pizza fırınları öğle yemeğinde yanmıyordu.

Sayfa bitti ve Sicilya’nın gerisi haftaya kaldı.
Yazarın Tüm Yazıları